Farketmeden Yitirdiklerimiz…
Farketmeden ne de çok şey yitiriyoruz…
İlk bu bahar farkına vardım.
Bizim ev Feneryolu’nda. Kuyubaşı otobüs durağından 2 numaraya biniyorum her sabah ve Altunizade’deki işyerime gidiyorum. Otobüs Kadıköy Belediyesi’nin oradan köprü yoluna giriyor, Altunizade sapağından çıkıyor. yol açıksa 6-7 dakikalık, tıkalı ise yarım saatlik yol.
Bir sabah yine otobüse bindim, şansıma cam kenarında yer de buldum. Trafik ağır da olsa akıyor, tıkalı değil en azından. Camdan dışarıyı seyrediyorum. Belediye’nin Park ve Bahçeler Müdrülüğü arı gibi çalışıyor. Toprakları kazdılar, sulama boruları döşediler, çimenler döşerdiler, renkli renkli çiçeklerle çeşitli şekiller yaptılar. Muazzam bir peysaj çalışması. Duvarlara asılan saksılar falan. Üst düzey bir görmemişlik…! Bir yandan da kendi kendime söyleniyorum; “Adamlar çalışsalar kabahat, çalışmasalar kabahat. Fazla bile bize. İnceliği biz Çelik Gülersoy ile defnettik.”
Sonra bir anda kafama dank etti. Küçükken baharın geldiğini bu otoyol kenarı otluklarında açan papatyalardan anlardım. Havaların güzelleşmesiyle birlikte papatyalar pıtırak gibi açardı bu bayırlarda çünkü. Papatya özgür bir çiçektir; dikilmez, zamanı geldiğinde ve istediğinde açar. Yeşil, tekdüze otlaklarda beyaz-sarı renkleriyle gülümseyiverir insana. Bahar güneşi insanın derisini ısıtırken papatyalar da kalbini ısıtır: “Her kışın bir sonu vardır; bak papatyalar bile açtı…!”
Şimdi bu üzerinde düşünülmüş, uğraşılmış, para yatırılmış ve “yapılmış” çimenliklerde papatya açmıyor. Güneş yine tenimi ısıtıyor, ama artık kalbim soğuk.
Kadıköy’ün en işlek yeri neresi, derseniz, çoğunluk Kadıköy Çarşı diyecektir. Son yıllarda açılan meyhanemsi yerlerle asıl işlevi biraz bozulsa da yine de turşucusuyla, kasabıyla, mezecisiyle, balıkçılarıyla eski havasını korumayı başarabilmiş bir yer.
Bir Kadıköylü’nün çarşıda uğramadan geçmeyeceği 3-5 yerden biri de Beyaz Fırın’dır. Hatta eskiler “Bulgar’ın Fırını” der hala oraya. Sabah inmişseniz çarşıya poğaça, börek, vs yersiniz. Daha geç bir saat ise bir limonata içersiniz. Belki ağzınızı tatlandırmak için tulumba tatlısı söylersiniz. Ama illa ki bir girersiniz içeri. İçeri girersiniz, güleryüzlü çalışanlarla selamlaşırsınız, istediğiniz şeyi söylersiniz. Mekânın tam ortasında ayakta birşeyler yemek için bir set vardır. O sette yersiniz yiyeceğinizi, ayaküstü. Sonra iki kasadan birine gidersiniz, kasadaki görevli “ne vardı sizin?” der. Söylersiniz: “İki poğaça bir limonata.” Parasını öder çıkarsınız. Kimse sizi takip etmez ne yediğinizi ne içtiğinizi. Oraya gelen kimse de eksik söylemez yediği içtiğinden. En fazla dersiniz ki, “ya, param çıkışmadı, sonra vereyim.” Birkaç defa bana da oldu. Yanıma para almamışım veya alışveriş yapmışım, üzerimdeki param bitmiş; sonradan farkettim. Yanınızda paranız olup olmadığını düşünmezsiniz Beyaz Fırın’a girerken çünkü. “Önemli dğeil, helâl olsun,” der kasadaki. Sonra götüreceğinizi bilir çünkü parayı. Götürmeseniz de, bir limonata için kırmaz sizi, utandırmaz. Ne de olsa orada büyümüşsünüzdür.
Geçenlerde Kadıköy’e indim haftaiçi bir sabah. Beyaz Fırın’a uğradım. Poğaça ve limonata söyledim. Tepsiye koydular, bir de adisyon fişi iliştirdiler tabağın kenarına. 5,5 TL tutuyormuş. Dikkat ettim, siparişi teslim eden basıyor fişi, koyuyor yanına. İçim titredi. Bizi biz yapan detaylardan birini daha kaybettik. Artık orası da bir pastane, bizler de müşterileriyiz. Bastır parayı, al poğaçayı…
2 yaşımdan 15 yaşıma kadar Kızıltoprak’ta İstasyon Caddesi’nde bir apartmanda yaşadık. Ne de güzel apartmandı. Her katta iki daire vardı. Biz en üst katta otururduk. Karşımızda Leman Hanım teyzeler vardı. Kapılarımız sürekli açık dururdu. Okuldan geldiğimde eğer annem gelmemişse onlara giderdim. En alt katımızda Fatma Hanım teyze ile İbrahim amca otururlardı. Bahçede oyun oynayan çocuklar olarak balkon demirine tırmanıp seslenirdik: “Fatmaanım teyzeee…! Su verir misiiin…?” Hemen doldururdu bardakları. Bazen de seslenirdi: “Çocuklar, kurabiye yaptım, gelin bakalım..!” O kurabiyelerin tadını hâlâ unutamam. Gidilir gelinirdi, insanlar birarada yaşardı. Arada sırada anlaşmazlıklar olsa da hiçkimse bir diğerinin kalbini kırmamaya çalışırdı. Kırmazdı da.
Binalar yıkılıyor İstanbul’da. Yıkılan sadece binalar değil; mahalleler yıkılıyor, yaşam şekilleri yıkılıyor. Kent Apartmanı da yıkılanlar arasında. Ne yapalım, biz otururken bile eski bir evdi. Her ne kadar yıkılırken gördüğümde üzülsem de, yenilenmesi kaçınılmazdı artık. Asıl içimi acıtan şey, onlarca yıldır birarada oturmuş, birbirlerinin sofrasında yemiş içmiş, apartman çocuklarının üstünde herkesin emeği olan insanların, yenileme esnasında “benim dairem şu katta olacak, benim dairem şu tarafa bakacak, senin dairen benimkinden daha güzel olacak,” şeklinde tartışmaları ve artık birbirlerinin yüzüne bile bakmayacak duruma gelmeleri. “Haram olsun yıllarca soframızda yediğiniz yemekler…!” cümlesi, içten içe çürüdüğümüzün ispatı değilse nedir?
Değişim kaçınılmaz; bunu biliyorum ve kabul ediyorum. Kabul etmesem ne olacak ki hem! Ama değişim olumlu yöne olursa bir anlam kazanıyor ve mutluluk getiriyor. Elimizdeki güzel şeyleri yitirmek ve yerine daha güzelini koyamamak acıtıyor içimi. Hem de çok. Bu yaşananlar başkalarına da garip geliyor mu, yoksa sürekli söylenen ve “Aaah ah! Nerede o eski günler…!” diyen bir ihtiyara mı dönüşüyorum, bilemiyorum. Bildiğim tek şey var ki; o da tanımlayamadığım birşeylerin elimden yitip gittiği…