felsefe taşı

Sizin hiç babanız öldü mü?

Sizin hiç babanız öldü mü?
Eylül 07
11:32 2014

Sizin hiç babanız öldü mü? Benim öldü. Uzun süren tedavi sonucunda bir sonbahar sabahı bu dünyadan göçtü. Sabaha karşı uykusuzluktan yorgun düştüğüm bir anda kardeşimin sesiyle uyanmıştım. Babamın ölmek üzere olduğunu söyledi. Koşar adımlarla odasına gittim. Hastanenin sessizliğinde yalnızca ayak seslerim duyuluyordu. Gün ağarmak üzereydi. Odasına girdiğimde son nefesini vermek üzereydi. Uyuyor gibiydi. Annemin bir köşede sessizce ağladığını fark ettim. Beyaz çarşafın üzerinde yatıyordu. Nefesini yeni vermişti. Tek bir damla ter, koku olmaksızın, yüzünü acıyla, sıkıntıyla buruşturmadan bizi bırakıp gitmişti.

Onu bir daha göremeyecek olmanın üzüntüsü yüreğimi kanatmıştı. Bana ömrünü veren, beni yetiştiren, emek harcayan insan birkaç dakika önce bu dünyadan ayrılmış, bizi terk etmişti. Onu bir daha göremeyecek olmanın telaşıyla soluk yüzüne uzun uzun baktığımı hatırlıyorum. Gözleri kapalıydı, kulakları belki de söylenenleri işitmiyordu, ağzından tek bir söz çıkmıyordu, ama uzun gövdesi hala sıcaklığını koruyordu. Dünyadan kopuk, ama içinde, bilinçsiz bir durumdaydı. Ruhu bir başınaydı sanki. Aslında bir ölümlünün son dakikalarında yanında olmak, onu son haliyle belleğe kazımak bir aciliyet duygusu da içeriyor. Son anlarını yaşayan babam biraz önce ölmüştü. Onu ne ben ne de bir başkası bir daha göremeyecekti. Geçmiş, gelecek, biricik an o andı ve bir kez olmuş, bir daha olmayacaktı.

Cezanne “Dünyanın yaşamından bir dakika geçiyor. Onu olduğu gibi resmedin.” sözündeki gibi belki resmini çizemedim, fotoğrafını çekmedim ama o son görüntüsünü belleğime kazıdım. Yüzünün topografyasına baktıkça, yüzün kıvrımlarını oluşturan yaşanmışlıkları, deneyimleri duyumsadım. Belleğimde bir iz tutuyordum; onun yüzüyse daha şimdiden yaşamın bir kaydıydı yalnızca. Onu son kez görüyor olmam bir ayrılık sahnesi ritüelinden başka bir şey değildi. Görebildiğim her şeyden geriye yalnızca belleğimdeki bu son görüntüler kaldı. Hüzünle beraber eksik yaşanmışlıklar olanca ağırlığı ile yüreğimin ortasına oturuverdi birden. Başımdan aşağı ağır bir uyuşukluk süzülüyordu. Yüzüm, ellerim yapış yapış. Hastaneden çıktığımda etrafıma baktım. Kimse benim ne yaşadığımın farkında bile değildi. Neye yarar dedim, kendi kendime, neye yarar? Sözcükler yeterli midir duyguları anlatmaya? Hep eskimiş, yıpranmış, yozlaşmış, yinelene yinelene anlamını yitirmiş sözcükler… Hele konu ölümse, hele konu sevilen birisinin yaşamdan kopması ise hangi sözcük şu an içinde yaşadığım karanlığı dağıtabilir? Bulunduğum duruma bir nebze olsun ışık düşürür? Hoş bir adamdı, aynı oranda renkli ve namuslu. Keşke hep sağlıkla yaşasaydı. Hep benimle olsaydı. Keşke hiç ölmeseydi. Ben de kendimi, bu dünyada bir başıma ve sahipsiz kalmış hissetmeseydim. “Baba olmak zordur.” derdi her zaman. Doğruydu, zor ve çetin. Bir kere katıksız ve koşulsuz seveceksin, ne kadar kızgın olsan da, içsel fırtınalarını dışa vurmaktan kaçınacak, öğretirken öğrenmekten de geri durmayacaksın. Anlayacak ve en önemlisi dinleyeceksin onu sabırla.

Gece en az iki kez kalkıp çocuğunu kontrol edeceksin üstü açık kalmış mı diye ve örteceksin usulca saçlarını okşayarak. Hani Can Yücel usta, “Ben en çok babamı sevdim” demişti ya, işte ben gerçekten en çok babamı sevdim. Şimdi yüreğime kilitlediğim sürgün düşlerimde, oğlumla yaşamayı öğreniyorum, aklımda babama ait puslu anılarla. Ne zormuş insanın babasının ölümü! Ah… Enver Çınar, ah… Ayrılışından beri o iki harflik sözcüğün, “ah” sözcüğünün içinden neler geldi geçti; anılar, sevinçler, acılar, dinmek bilmeyen coşkular, endişeler, umutlar… Bir de sert gibi görünüp de içinde hem sorgulamayı, hem de sonsuz bir duyarlığı, şefkati, dayanışmayı, insan sıcaklığını barındıran bakışlar. Kişide bir eksilme olur ölüm ile. Bir şeyler çekilir gider içimizden. Ve ölüm haberleri çoklarımızda hemen özel yaşamı çağrıştırır, tatlı acı bir çok anı tazelenir. Kesik, kopuk görüntüler bize bütün değerleriyle yalnızca gideni hatırlatmakla kalmaz ve yazık ki biraz da kendi gözümüzde kendimizi değerlendiren ayrıntılar çıkar ortaya. “Onu ilk defa…” ya da “bir gün…” diye anılar anlatılmaya başlanır. Okunaksız bir el yazısına dönüşür anılar. Behçet Necatigil’in bir şiirinde dediği gibi; “Ben gidince bir renk uçar/ Albümlerinizden/ Kendince bir ses erir havada/ Bir eksik kalır fotoğraflarda/ Ama gene olurum aranızda/ Sizinle kendimi sayarak/ Ben de varım hâlâ boşlukta/ Bir dayanak aramalarınızda”

Günler hızla akıp gidiyor. Yaşam sıradanlığı ile devam ediyor. Acılar birbirini kovalıyor, ölüm haberleri içinde yaşıyoruz. Ölüm hepimizin yanı başında. Bir gün gelecek en sevdiğiniz kişinin artık bu dünyadan koptuğunu göreceğiz. Bu iş böyle, kurtuluş yok. Çeker gider tek başına insan. Çevresinde eşi, çocukları, dostları da olsa yine yalnız gidilir sonsuzluğa. Ölüm tek başına yaşanır her zaman. Bazen bir doğum haberi, bir düğün, bir şenlik, her hangi bir sevinçli haber ve yüreğimizde, yüzümüzde kahkahalar, sarılıp kucaklıyoruz birbirimizi. O an sanki ölüm yokmuş, hiç ölünmeyecekmiş gibi sımsıkı yapışıveriyoruz yaşama. “Aslolan hayattır /Beni unutma Hatçem” diyen şairin umudunu benimseyiveriyoruz. Ölümler ve oyunlar arasında yaşam devam ediyor işte. Sonra bir gün ölüm gerçeği ile karşılaşırız. Hep düşünmüşümdür insan ölümün eşiğindeyken neler düşünür? Hangi yaşta olursa olsun, yaşamı terk etmeyi zamansız mı bulur? Ölüm herkes için erken midir? İnsan ne kadar yaşlı olursa olsun “Neden ben?” diye sorar, kendisine acır mı? Bir daha dönemeyecek olmak, yaşam denilen harika şeyin içinde olamamak çok mu zor gelir?

Sevdiklerini bir daha göremeyecek olmak onlardan ayrılmak insanın yüreğini burkar mı? Çaresizce yok olmayı kabullenmek, adını koyamayacağım bir sızı gibi kuytuluklarında sessizce yol mu alır? Daha yapman gereken işler, görmen gereken yerler var diye mi düşünür? Niye bu kadar erken deyip hayıflanır mı insan, yoksa oh be kurtuluyorum yüklerimden deyip sevinir mi? Bilemiyorum. Babam ne düşünmüştü acaba ölmeden önce? Bunu hiçbir zaman bilemeyeceğim. “Sizin hiç babanız öldü mü?”, insanın içini acıtan cümle. “Sizin hiç babanız öldü mü? / benim bir kere öldü kör oldum” diye başlayan ve devamını okumaktan her zaman korktuğum bir şiiri vardır Cemal Süreyya’nın. Artık okumama gerek kalmadı, çünkü devamını şimdi ben de biliyorum. “Sizin hiç babanız öldü mü?/ Benim bir kere öldü, kör oldum. Yıkadılar, aldılar, götürdüler / Babamdan ummazdım bunu, kör oldum./……….”

(Kentce!..köşesinden)

8.555 kez okundu
Paylaş

İlginizi Çekebilir

  • İyi ki doğdun Annem…İyi ki doğdun Annem… Canım anneciğim, bugün 16 Mart senin kutlayamadığım ilk doğum günün, Alışmak denen berbat kavramdan ne kadar nefret ettiğimi bildiğinden, hiçbir şeye alışmayan ben, senin yokluğuna da […]
  • Hayat…Hayat… Hayat sorunlarla dolu. Ama biz de çözümlerle doluyuz. Adamın birinin evinde dört ayaklı olan hariç çocuk kalmamış, üstelik son giden, hep korunmuş kollanmış, özgürken ne yapacağı […]
  • Hayatın Akışında Kaybolmayın, Akış Yönünüzü Bulun ve Yol VerinHayatın Akışında Kaybolmayın, Akış Yönünüzü Bulun ve Yol Verin “Su akar, yolunu bulur..” Çok severim bu sözü, hep doğru çıkar. Hangi konuda denersem deneyeyim, sonuç hep olacağına varır bir şekilde. Ne çaba gösterirsem göstereyim, eğer olmayacak bir […]
  • Sevgilinin Selamı: NefesSevgilinin Selamı: Nefes "Nefes alışın şartı nefes vermektir... Ve nefes vermenin şartı da nefes almaktır... Yani bir sıkışmanın şartı açılmaktır... Göze karanlık sunulur sunulamaz aydınlığı ister... Karşısına […]

Sosyal Medyada Takip Edin

Üye Olun

Yazarlar

Kategoriler

Takvim

Kasım 2024
P S Ç P C C P
« Eyl    
 123
45678910
11121314151617
18192021222324
252627282930  

Arşivler