Hayat Ölümden Doğar
Bu benim ilk yazım, yani ben Felsefe Taşı’na hiçlikten doğdum, tıpkı annemin rahminden dünyaya, bir gün karanlıktan aydınlığa doğduğum gibi.
Merhaba, bildiğiniz gibi bugün artık içinde yaşadığımız evrenin oluşumunun başlangıcı olan Büyük Patlama astrofizikçiler tarafından kanıtlanmış durumda ancak evrenin büyüt patlamayla oluşumundan önce ne vardı ve evren neyin içinde gibi çok temel soruların cevabı henüz yok. Büyük Patlama’dan önce ne vardı sorusuna fizikçiler hiçlik diyor yani ona ölüm diyebiliriz belki bir anlamda, öyleyse evren bir yaşamdır ve bizim evrenimiz yok olduğunda da belki ondan oluşan yeni bir Büyük Patlama’yla yeni bir evren doğacaktır hiçliğin içine. Büyük bir yaşam diye düşünelim evreni sonra da onun içindeki küçük yaşamlar olan bizlere gelelim.
Bizlerin yani evrende yaşayan tüm canlıların yapısı karbon atomlarından ve toplam 20 çeşit amino asidin sentezlenmesi sonucunda oluşan karmaşık DNA moleküllerinin kendini çoğaltmasından oluşur. Evet evrende 22 çeşit amino asit bulundu dünyamızda ise bunlardan 20 çeşidi var ve bizlerin temel yapı taşı bu 20 çeşit amino asitten meydana geliyor. Bunlar birleşip protein zincirlerini ve sonuçta da genlerimizi oluşturuyorlar. Richard Dawkins Gen Bencildir kitabında genin yaşamda kalmak için kendisini nasıl bencilce koruduğu yazar. Gerçekten de bizler annelerimiz ve babalarımızın genlerinin yüzde 50’sini alırız, yani diğer yüzde 50 yok olur mu? Ona geleceğiz gene ancak bize gelen yüzde 50 gen bir sonraki nesle kendini taşımış, yaşamını sürdürmüş olur. Ve onlardan tekrar bir kısmı bizim çocuğumuza ve onun çocuğuna giderek ilk atalarımızdan gelen genlerin nesiller sonra bile yaşamasına olanak sağlar. O yüzden gen bencildir ve yaşamını ölümsüz bir biçimde sürdürmek ister. O zaman buradan da bizler aslında ölümsüz varlıklarız, çünkü genlerimiz sonsuza dek yaşamını sürdürür sonucuna varabiliriz sanırım. Peki bize geçmeyen o yüzde 50 gene ne olur? O genler toprağa karışır, çözünür, temel elementlerine ayrışır yani topraktan gelen toprağa geri döner, peki ölürler mi? Elbette hayır, onlar ayrıştıkları temel elementleriyle bu dünyanın yaşamına moleküller bazında katkıda bulunurlar ve yaşamlarını o anlamda sürdürmeye devam ederler. Buradan sanırım tekrar ölümsüzlüğe ulaştık.
Peki ruhun ölümsüzlüğü? O nasıl bir şeydir ki, genlerle ve evrenle bağlantısını kurabiliyoruz? Elbette bunun somut kanıtını ölmeden anlayamayacağız ancak İsa “birken iki olun” Yunus Emre bir ben var benden içeri” derken bize ölmeden ölümü görmenin bir yolu var, önce bunu yaşamayı öğrenin demek istemişlerdi. Öyleyse biz bu maddi evrenin maddi olmayan ruhları bedenimiz bu evrenin yaşamına katkıda bulunmak üzere moleküllerine ayrışıp yaşamına o şekilde devam ederken, bizler de bu dünyadaki yaşamımıza son verip bir sonraki “hale” geçebilmek için, bu dünyadaki insanlık erdemlerimizi bilemeli, karanlığın fısıltılarını bu dünyada bırakabilmeli ve yontulmuş birer duvar tuğlası gibi, Pink Floyd’un The Wall’da söylediği üzere “just another brick in the Wall” yani duvardaki bir diğer taş olup, yaşamımızı bu dünyaya tekrar gelmeyi gerektirmeyecek şekilde bir sonraki alemde ve sonra ışığın kaynağında sürdürebilmek için hiç yorulmadan didinmeyi sürdürmeliyiz. Çünkü yaşam ölümden, ölüm yaşamdan doğar, ve hiçbir şey ölmez her şey yaşar aslında.