Efsane Geri Dönüyor… Son Kez!
20 yıl geçti, artık bitti dediğimiz, bir daha yoklar diye içimizin acıdığı koskoca 20 yıl. Syd 2006 yılında vefat etti, Rick’i 2008’ de kaybettik, Roger zaten inadım inat, “bu efsane de sona erdi ve her grubun yerine gelecek yeni bir grup vardır ama Pink Floyd’un olamaz” dedik. Ve haklıydık da. Ama onlar bizlere çok büyük bir sürpriz yapıp döndüler, 10 Kasım’da son albümleri olacağını tahmin ettiğimiz ve yakın zamanda kendilerinin de açıkladığı Endless River (Sonsuz Nehir) albümüyle. Hem de çiftli bir albümle, son kez kulaklarımızın pasını silecekler. Pink Floyd döndü…!! Bu inanılmaz büyük bir müjde.
Endless River, Pink Floyd’un son albümü 1994 tarihli Division Bell’in son cümlesinden adını almış. Division Bell, Endless River sözcüğüyle bitiyordu. Bu da bize yeni albümün Division Bell’in devamı olduğunu gösteriyor. Ancak bu albüm büyük oranda enstrümantal olarak hazırlandı. Sanırım Pink Floyd anlatacağı son hikayeyi sadece müzikle beynimizin içine nakşetmeyi amaçlıyor.
Pink Floyd bildiğiniz gibi Roger, Syd, Nick ve Rick’li kadrosuyla 1965’te kuruldu. İsimlerini Pink Anderson ve Floyd Council isimli Georgia’lı iki Caz müzisyeninden aldılar ve özellikle Londra Marquee kulüpte sahne alarak önemli bir dinleyici kitlesine ulaştılar. Programlarında özel ışık efektleri yaptılar, böylece grubun karakteri yavaş yavaş ortaya çıktı. Yaptıkları müzik psychedelic olarak tanımlandı, onlar da bunu tam kabul etmeseler de reddetmediler. Ama yavaş yavaş müzikleri de bu yöne kaymaya, ışık ve ses efektleriyle birleşmeye ve bu toplamdan da psychedelic dediğimiz müzik türüne dönüşmeye başladı. Pink Floyd böylece 1966’dan itibaren büyük kitleleri etkiledi ve 1967 yılında Piper at the Gates of Dawn isimli ilk albümleriyle Pink Floyd soundu oturmuş bir halde ortaya çıktı. Ancak Syd bu tarihten sonra aşırı uyuşturucunun etkisiyle sahnede seyirciye durup bakar oldu ve grup zorunlu kararı alarak onun yerine David Gilmour’u getirdi. Gilmour’la beraber Pink Floyd gitarı ve müziği bambaşka bir düzeye geldi. Ancak bunu bugünden söylüyoruz tabii, o günlerde çok uzun süre Gilmour’ın başarısız olacağına ve grubun Syd’siz olmayacağına inanıldı. Halbuki gerçek tam tersiydi, Pink Floyd Syd’le bir yere ulaşamazdı, doğru karar gerçekten de Gilmour’dı. Ve zaman bunu bize gösterdi zaten.
Böylece Pink Floyd’un önlenemez uçuşu başladı. 1970’e geldiğimizde Pink Floyd Atom Heart Mother albümüyle büyük olasılıkla Gilmour’ın da etkisiyle ama Roger Waters’ın liderliği ele alışıyla concept ya da tematik albümlere yöneldi. Bu albümleri basitçe şöyle tanımlayalım, öncelikle sözler tüm albümde bir konu bütünlüğünde, bir tek konunun farklı yanlarının işlenmesi şeklinde yazılıyor. Bu, müziğe de aynı tonalite çevresinde çok farklı besteler olsa da, albümü bütünsel olarak dinlediğinizde tek bir müzik parçası dinlemiş gibi hissetmeniz şeklinde yansıyor. Bu tarihten sonra yaptığı ki, müzik dinleyicisinin artık çok alışık olduğu gibi grup bütün albümlerinde bu yöntemi kullandı ve elbette bunun bir nedeni vardı. Bu nedeni ise tarihsel ve felsefik bağlamdan bağımsız olarak ele almamız mümkün değil. Böyle baktığımızda ve 1970 sonrası albümlerini bir bütün olarak ele aldığımızda Pink Floyd’un aslında bize tek bir şeyi anlattığını anlıyoruz, yani aslında bütün albümlerini tek bir fikir, tek bir tema olarak düşünebiliriz. O tek tema da, bize aslında bizi anlatmak, yani insanı. İnsanın yolculuğunu. Ama bunu sistem içindeki insan, tek başına insan psikolojisi, insanın bireysel yaşamı, insan tipleri, sistemin insanı getirdiği nokta ve sistem anlatımı kisvesi altında yapıyorlar. Ve bence müthiş bir iş başarıyorlar. Bu yazdıklarım felsefi temel olarak ele alınabilir. Tarihsel olarak ise, dünyanın yaşadığı, yani insanın yaşadığı tarihsel dönemlerde insandaki değişimleri ele alarak yapmamız gereken yolculuğu, aslında yanlışları gözümüze sokarak anlatmaya çalışıyorlar. Dolayısıyla Pink Floyd’u asla salt şarkı sözleriyle ve onların görünen anlamlarıyla ele alamayız, muhakkak sözlerin altta yatan ikinci anlamlarını düşünmek zorundayız. Ki, geldikleri düzeyde Endless River albümünün kapağında bu yolculuğun gitmesi gereken son noktayı çok güzel ifade etmişler. Işık. Sistemin içinde sistemin bizi büründürdüğü kimliğimiz ne olursa olsun, ister birer koyun ister birer domuz olalım, babamız savaşta ölüp de biz çok ünlü bir rock yıldızı olsak da, para, ün mutlu olmamızı sağlamıyor ve içimize dönmemiz sadece etrafımızda bulunan sevdiklerimizin desteğiyle ve onlarla beraber bir anlam ifade ediyor. Zaman ise tamamen göreceli bir kavram. Belki şehirlerde yaşayan insanların hiçbir şey için çok zamanları yok, ama düşünmek, içsel benliğinize ulaşmak zamana bağlı değil ve zaman her ne kadar yaşadığımız evrenin 4. boyutu olarak fiziksel bir gerçeklik olsa da, aslında yok. O zaman insan makineleşmiş dünyada, kişiliğini boza boza başarılı olmaya çalışsa da zamansız bir evrende sadece düşünceleriyle kendi içine dönerek bütün savaşlardan uzaklaşıp evrensel kimliğine doğru yol alabilir. İşte Pink Floyd müzik hayatı boyunca bize sadece ama sadece insanın bu zamansız evrendeki tekamül yolculuğunu anlatmaya çalışıyor kısacası.
Bir yandan da tam bir 68 kuşağı grubu olan grup elemanları dünyanın aynı dönemde yaşadığı tarihsel olayları hiçbir zaman göz ardı etmediler. Aynı dönemde dünya 2. Dünya savaşının bütün hayal kırıklıklarını ama barışın sevincini ve yeniden barış içinde ayağa kalkmanın mutluluğunu yaşıyordu ve kapitalist ülkeler bir yandan kendi işçilerini sömürürken, dünyanın geri kalanında demokrasileri yok etme pahasına sadece o ülkelerin insanlarını değil, ellerindeki büyük sermaye gücüyle ülkelerin kendisini de tüm kaynaklarıyla sömürmeye ve buradan elde ettiği sermayeyle bilim ve teknolojide çok hızlı ve büyük adımlar atarak dünyanın geri kalanı üzerindeki hakimiyetini sağlamlaştırıyorlardı. Pink Floyd işte bu olayı Dark Side’da, Wish you were here’de, Animals’ta, tabii ki The Wall’da ve Ne yaptın Maggie, savaş sonrası rüyasına ne yaptın sen? diyerek Final Cut’ta derinlemesine işledi. Ve biz onların albümleriyle son 50 yılın politikalarını başka gözlerle görmeyi ve bunu yaparken de yazdıkları çok akıllıca ve anlamlı sözlerle kendi dışımıza çıkarak dönüp kendimize, yani insanın öz varlığına bakmayı öğrendik. Böylece insan olmak ne demek, ne yapmalıyız da gerçek insan! olmalıyız sorusunu belki de kendimize sormaya başladık. Ve geldik son albüme yani Endless River’a.
Bu tıpkı kuyruğunu ısıran bir yılan gibi Pink Floyd’un başladığı yere dönmesinin simgesi. Yine kuyruğunu ısıran yılan simgesiyle anlatılan büyük döngünün de simgesi belki de. Yeniden yoğun enstrümantal müziğe döndüler ama bunu, yazının başında belirttiğim ve yandaki resimde de gördüğünüz gibi, ışığa doğru kayığını süren bir yolcuyu simgeleyerek yaptılar. Mısır mitlerini biliyorsanız bu albüm kapağının anlamını çözdünüz demektir, bilmiyorsanız lütfen Thoth’un kayığına bir bakın, orada belki de dünyaların anlamını bulacaksınız Pink Floyd’un destansı müziğiyle….