Başımı okşa, Omuriliğim kurumasın
Her şey o ayrılıkla, kopuşla başlıyor, şekilleniyor. Keza birçok şey de o mecburi ayrılığa, yakın ilişkinin sona ermesine ve oluşan boşluğu neyle ve nasıl doldurduğumuza bağlı. Hatta belki kaderimizi bile bu seçimlerimizle belirliyoruz.
Yeni doğmuş bir bebeğin yaşamının ilk döneminde benlik sınırı yoktur. Kendisi ve dışındaki dünyayı birbirinden ayırt edemez. Bebek kollarını ve bacaklarını oynattığında ona göre tüm dünya da hareket eder, acıktığında bütün dünya da aç demektir. Annesinin kıpırdadığını gördüğünde, kendisinin de kıpırdadığını sanır. Kendini beşiğinden, odasından ve ana babasından ayırt edemez. Annesiyle kaynaşmıştır. Bebekle anne arasındaki alışveriş herhangi bir nedenle kesintiye uğradığında; bebeğin ilerideki kimlik duygusu en temel şekilde ve önemli derecede sakatlanır ve bu; eksik bir çocuk ve eksik bir büyük olmasına neden olur.
Zamanla kendini deneyimlemeye, yani dünyanın geri kalanından ayrı bir varlık olduğunu anlamaya başlar. Bebek birinci yıldan (hatta bazı görüşlere göre 18 aydan) sonra ancak bunun kendi kolu, ayağı, gözleri olduğunu, hatta kendi sesi, kendi düşünceleri, kendi ağrısı ve kendi duyguları olduğunu bilebilir. Ölçüsünü ve fiziksel sınırlarını bilmeye başlar. İşte zihinlerimizde yerleşmiş olan bu sınırların bilgisi, bizim benlik (ego) sınırlarımızı oluşturur.
Uzun süre dokunulmadan bir yana bırakılan bebeklerin büyük bir gerilme gösterdikleri ve herhangi bir hastalığa hemen yenik düşebilecek bir durum içerisine girdikleri R. Spitz tarafından saptanmıştı (1945). Bu gözlem, duygusal yoksulluğun kötü sonuçları da birlikte getirebileceğini sergiliyordu. Böylece söz konusu gözlemler, dokunulma-uyarılma açlığı düşüncesinin oluşmasına neden oldu. Bu arada günlük deneyimlerimizden de anımsanabileceği gibi; en özlenen şeylerin başında, fiziksel uyarıların (dokunma) geldiği bir gerçektir.
Benzer bir olay da duygusal yoksunlukla ilgili olarak büyüklerde görülmektedir. Deneylerden de anlaşılacağı gibi böylesine yoksunluklar geçici bir çıldırma haline (psikoz) veya geçici akli karışıklıklara neden olabilirler. Geçmişte toplumsal ve duyusal yoksunluğun, tek başına uzun süre tutsaklık geçiren kişilerde benzer etkiler yaptığı saptanmıştır. Gerçekte tek başına tutsaklık, fiziksel acılar karşısında nasırlaşmış tutsakların bile korktukları bir ceza biçimidir. Kişileri siyasal açıdan uyumlu, eğik başlı yapabilmek için en çok kullanılan yoldur.
Olaya biyolojik açıdan bakarsak, duygusal yoksunluk büyük bir olasılıkla organik bazı değişikliklere neden olmakta veya bu değişiklikleri harekete geçirmektedir. Omuriliğin ağ biçimindeki uyarı sistemi yeterince uyarılmadığı zaman, sinir hücrelerinde yozlaştırıcı bazı değişmeler, en azından dolaylı olarak oluşmaktadır. Bu açıdan bakıldığında insanın yaşamını sürdürebilmesi için yiyecek açlığı ne önem taşıyorsa, uyarılma açlığı da aynı önemi taşımaktadır. Toplumsal ruhbilimcilerin konuya olan ilgisinin temeli, büyüme süreci içinde çocuk annesinden ayrıldığı zaman nelerin olup bittiği sorusuna dayanmaktadır. Bu sorunun bilimsellik dışındaki cevabı belki; “Eğer sizi kimse okşamazsa, omuriliğiniz kurur” biçiminde söylenebilir.
Oysa annesiyle arasında oluşan yakın ilişki sona erince, kişi yaşamı boyunca yazgısına ve yaşama gücüne etki yapan bir ikilemle karşı karşıya kalır. Bir uçtaki sosyal, psikolojik ve biyolojik güçler; yaşadığı fiziksel yakınlığı sürdürmesini engellemektedir. Yani belirli bir yaştan sonra, anne kucağına ve süt emmeye geri dönemezsiniz. Öte uçtaysa bu (fiziksel yakınlığa, dokunmaya) ulaşabilmek için süregelen bir açlık vardır. Birey bu ikilemi dengelemek zorundadır. Bu dengeleme uğraşısı sonucunda; sıradan ve “simgesel dokunma” biçimleriyle yetinmeyi öğrenecektir. “Tanındığını” gösteren bir davranış, (simgesel olarak) dokunma ihtiyacının yerine geçebilecektir. Ancak özgün fiziksel dokunma için duyduğu açlık varlığını sürdürecektir. Bu iki uç arasındaki uzlaştırma çabası ne biçimde adlandırılırsa adlandırılsın sonuç; çocuksu uyarılma-dokunma açlığından, tanınma (fark edilme) açlığı denebilecek bir simgesel olguya geçiş olarak ortaya çıkar.
Bu uçları dengelemenin karmaşıklığı arttıkça, her birey tanınma isteği konusunda giderek kişisel tavır içine girer. Bireylerin farklı tavırları, davranışları da kendi yazgılarını oluşturur ve sosyal ilişkilere de çeşitlilik getirir. Örneğin, bir sinema oyuncusu omuriliğinin kurumaması için bir hafta boyunca adsız, tanımadığı bir kitle olan yüzlerce hayranı tarafından (alkış ve takdire) okşanmaya gereksinme duyarken, bir bilim adamı fiziksel ve zihinsel olarak sağlığını sürdürebilmek için yılda bir kez saygın bir bilgin tarafından (takdiri) okşanmayı yeterli görebilir.
“Okşama” genel olarak yakın fiziksel dokunmayı tanımlar biçimde kullanılabilir. Uygulamada bu sözcüğe çeşitli anlamlar yüklenir. Anlamını genişleterek “okşama” sözcüğünü, “başka birisinin varlığını algıladığımızı gösterme tavrı” için de kullanabiliriz. Böylece okşama (tanıma); toplumsal eylemin temel birimi olarak kullanılabilir. Okşama: alışveriş, bir karşılıklı davranış (transaksiyon) oluşturur; bu da toplumsal ilişkinin birimidir. Fareler üzerinde yapılan bilimsel deneylerde ortaya çıkmıştır ki (S.Levine): Okşanma yoluyla yalnızca fiziksel, zihinsel ve duygusal gelişmenin değil, ayrıca beynin biyokimyasının ve hatta kan kanserine karşı direncin bile etkilendiği saptanmıştır.
Uyarılma ve tanınma açlığının ardından, bu kez de düzenleme açlığı gelmektedir. İnsanlar selamlaştıktan sonra ne yapacaklardır? “Merhaba” eylem veya töreninin sonrası vardır. Yetişkin bir kişinin sürekli olarak peşini bırakmayan sorun, “Merhaba dedikten sonra ona ne diyeceğim?” düşüncesidir. Çoğu insan için, suskunluğun egemen olduğu bu toplumsal boşluk; orada bulunanların,”Havalar da soğudu” veya “Ee daha daha ne haber?” sözlerinden daha ilginç başka bir söyleşi yolu bulamadıkları düzenlenmemiş (veya düzenlenememiş) zaman aralığıdır. İnsanoğlunun çağlardan bu yana süregelen sorunu; uyanık olduğu zamanları nasıl düzenleyeceğidir. Denebilir ki, tüm toplumsal yaşamın işlevi, zamanı düzenleme işlemi için gerekli karşılıklı paslaşmanın sağlanmasıdır. Zamanı düzenleme olgusunun eylemsel yanına programlama diyebiliriz. Programlama eyleminin üç yönü vardır: maddesel, toplumsal ve bireysel. Zamanı düzenlemenin çok bilinen, sağlıklı, yararcı yöntemi “çalışma”dır. Tüm toplumsal ilişkiyi de kapsaması açısından, programlamadaki eylemleri “Toplumsal etkinlik” diye adlandırmak daha geniş kapsamlı olacaktır.
Toplumsal etkinliğin çoğunluğu oynanan oyunlardan oluşur dendiğinde, çoğunun eğlenceli oyunlar olduğu veya kişilerin ilişkiler üzerine ciddi bir tavırla eğilmedikleri kastedilmemektedir. Kendini öldürmek, alkol ve uyuşturucu madde alışkanlığı, suça yatkınlık, şizofren gibi trajik davranışları “oyun oynama” diye tanımlamak sorumsuz, alaycı veya barbarca bir yaklaşım değildir. İnsan oyununun temel özelliği duyguların düzmece olması değildir. Önde gelen özellik; oyunların kurallara göre düzenlenmemiş olmasıdır. Zamanın doyurucu bir biçimde düzenlenmesi gibi toplumsal işlevlerinin yanında bazı oyunlar, bazı kişilerin sağlıklarının korumasında önemli görevler yüklenirler. Eğlentilikler ve oyunlar; yakın ilişkilerimizdeki gerçek yaşamın yerini alırlar.
Zamanı düzenleme açlığıyla, uyarılma-dokunma açlığı; yaşam biçimimize etkileri açısından eşdeğerdedirler. Tanınma açlığı; duyusal ve duygusal (dokunma) açlıktan kaçma gereksinimini açığa vuran olgudur. Tanınma ve uyarılma (dokunma) açlığı, kişiyi biyolojik çürümeye götürebilir. Ayrıca düzenleme açlığı da, sıkıntıdan kaçma gereksinmesini açığa vurmaktadır. Kierkegaard, düzenlenmemiş zamanın neden olduğu kötülüklere dikkati çekmiştir. Süresi uzadığı zaman sıkıntı; duygusal açlıkla eş bir anlam kazanmakta ve aynı olumsuz sonuçları doğurmaktadır.
Oyun, iyice tanımlanmış, önceden sezilebilecek bir sonuca doğru gelişen tamamlayıcı, gizli karşılıklı davranış dizilerini içerir. Yalın bir anlatımla söz konusu olan; düzeni (dolap çevirmeyi) ve aldatmacayı öngören bir dizi tavırlardır. Oyunlar iki temel özellikleriyle “Yöntemler”, “Törenler” ve “Eğlentilikler”den ayrılık gösterirler: (1) Gizlilik nitelikleri, (2) duygusal yarar sağlamaları. İlişkilerde kullanılan “Yöntemler” başarılı, “Törenler” etkili, “Eğlentilikler” yararlı olabilirler ancak bunların tümü doğru, içten özellikler gösterirler. Oysa her “Oyun”un temel olarak dürüst olmayan bir yapısı vardır. Bitişiyse, coşkulu olmanın ötesinde, dramatik nitelikler gösterir. Çocuk “yetiştirmek”; çocuğa öncelikle hangi oyunları oynayacağını öğretmektir. Oyunlar kuşaklardan kuşaklara geçerek varlıklarını sürdürürler. Bu süreçte başarılı bir ruh hekimi işin içine karışmazsa torunlarına ileteceklerdir. Bu nedenle oyun çözümlemesi; yüzyıllık bir geçmişi ve en az elli yıllık bir geleceği kapsayacak tarihsel bir alan içerisinde yer almalıdır.
Tabii ki bu “Oyun”larda önemli olan, hangi benlik durumlarını takınarak karşılıklı iletişim kurulduğudur. Uygulama dilinde benlik durumu; uyumlu duygular sistemi ve uyumlu bir dizi davranış biçimleri diye tanımlanabilir. Benlik durumları:
1) Ana-baba (Ebeveyn) kişiliklerine benzeyen benlik durumları
2) Gerçeğin nesnel olarak değerlendirilmesine bağımsız olarak yöneltilmiş (Yetişkin) benlik durumları
3) Geçmişteki, ilk çocukluk yıllarını yansıtan davranışları sergileyen (Çocuk) benlik durumları
Bu benlik durumlarına kavramsal olarak: dış ruhsal, yeni ruhsal ve eski ruhsal benlik durumları denmektedir. Konuşma dilindeyse bu durumlar; Ana-baba, Yetişkin ve Çocuk yaklaşımları olarak tanımlanmaktadır. Bu olağan terimler, karmaşık bilimsel tartışmalar dışında, amaçlara da uygun gelmektedir. Anlatılmak istenen, topluluktaki her bireyin belirli bir zaman içinde Ana-baba, Yetişkin ya da Çocuk benlik durumunu sergileyebileceği gerçeğidir.
Bu benlik durumları birbirlerinden belirgin bir biçimde ayrılırlar. Çünkü aralarında büyük farklar vardır. Çoğu kez birbirlerine aykırı tutumlar içindedirler.
• Çocuk benlik durumunu tanımlama için “çocuksu” sözcüğü kullanılır; daha çok biyolojik temele dayalı bir sözcüktür. … Sevimlidir, eğlendiricidir, yaratıcıdır.
• Bu sistem içinde, “olgunlaşmamış kişi” biçiminde bir tanım yoktur. Yalnızca Çocuğun uygunsuz ve verimsiz bir biçimde egemenliğine girmiş bulunan insanlar vardır. Oysa bu insanlarda eksiksiz, sağlıklı oluşmuş bir “Yetişkin” bulunmaktadır. Ortaya çıkarılmasını, eyleme sokulmasını beklemektedir. Öte yandan “olgun insan” denilen kişiler; “Yetişkin”i çoğu zaman denetim görevinde tutmayı beceren kimselerdir. Yine de herkesinki gibi onların “Çocuğu” da ilk fırsatta uyumu bozan sonuçlar yaratarak ortaya çıkacaktır.
• “Ana-baba” durumunun, doğrudan ve dolaylı olmak üzere iki biçimde sergilendiğini gözden kaçırmamak gerekir. Birinci durumda onlardan (ana-babası) birinin yerine geçer. İkincisindeyse onların istediklerine göre uyumlu bir davranış içine girer.
• Böylece kişideki “Çocuk” iki biçimde sergilenir: uyumlu Çocuk ve doğal Çocuk. Uyumlu çocuk, ebeveynlerinin istediği biçimde davranır. Doğal Çocuk kendiliğinden bir anlatım oluşturur: Başkaldırı ya da yaratıcılık gibi. Yapısal çözümlemenin doğrulanmasını, sarhoşluğun ortaya koyduğu sonuçlarda görebiliriz. Sarhoşluk genellikle ve öncelikle Ana-babayı etkisiz duruma getirir; böylece uyumlu Çocuk, Ana-baba baskısından kurtulur. Bu kurtuluş sonucu doğal Çocuğa dönüşür.
• Özel ilişkiler dışında sergilenen içtenliğe, açık gönüllülüğe, toplum çatık kaşlı bir yaklaşım içindedir. İyi niyetli kişiler; yakın özel ilişkilerin kötüye kullanılma olasılığının bulunduğunu bilirler. “Çocuk” benlik durumu da bu yakınlıktan korkar, çünkü bu tür ilişkilerde tüm maskelerin kalkması gerektiğini bilir. İnsanlar kendilerini yakın ilişkilerin tehlikeli kucağına atmadan, “Eğlentilik”lerin sıkıcı havasından kurtulabilmek için olanak buldukça “Oyun” oynamaya yönelirler. Toplumsal ilişkilerin önemli bir bölümü bu oyunlarla oluşur.
Her üç kişiliğin görünümü de; yaşam ve yaşamın sürdürülebilmesi açısından büyük değer taşımaktadır. Sağlıklı ve verimli bir yaşam içinde, üç kişilik yapısı da eşit olarak yerlerini korurlar. Toplumsal ilişki eylemleri yani Transaksiyonlar; basit (yanlızca iki ego durumu arasında) veya karmaşık (iki veya üç ego durumu arasında) olabilirler.
Konuyu biraz da örneklerle anlamaya çalışırsak:
Yetişkinden – Yetişkine uyarı; “Son zamanlarda niye bu kadar içtiğinin nedenini bulmamız gerekir sanırım”. Yetişkin cevap “Bulmamız gerekir sanırım ben de merak ediyorum”. Ya da “Kol düğmelerimin nerede olduğunu biliyor musun?” sorusuna Yetişkin cevap: “Masanın üzerinde” veya “geliyorum birlikte arayalım”. Eğer tepki gösteren kişi sinirlenirse her iki duruma da karşılıklar, “Sen sürekli olarak beni eleştiriyorsun, tıpkı babam gibisin”. Ya da “Her şey için beni suçlarsın” biçiminde ortaya çıkabilir. Bunların her ikisi de Çocuk’tan Ana-baba’ya ulaşan tepkilerdir.
– Satıcı: “Bu daha iyidir, ancak size pahalı gelir.”
– Ev Kadını: “İyisini alacağım”.
Satıcı yetişkin olarak iki nesnel gerçeği ortaya koymaktadır. Görünüşte ya da toplumsal düzeyde bu sözler ev kadınının Yetişkin’ine yöneltilmektedir. Fakat deneyimli satıcı sorularını ev kadınının Çocuğuna yöneltmektedir:
“Parasal sonuçları ne olursa olsun, bu kibirli herife diğer alıcılardan aşağı olmadığımı göstereceğim”.
Katlı, gizli bir karşılıklı davranış üç benlik durumunu da ilgilendirir ve genellikle flört oyunlarında görülür:
– Kovboy: “Gelin, size samanlığı göstereyim”
– Konuk Bayan: “Küçüklüğümden beri samanlıklara özlem duyarım”
Toplumsal düzeyde söz konusu olan samanlıklarla ilgili bir yetişkin konuşmasıdır. Ruhsal düzeyde cinsel ipuçları nedeniyle etkili olan “Yetişkin”miş gibi görülmektedir. Ancak birçok oyunda olduğu gibi sonucu “Çocuk” saptayacaktır.
Muhtaç birini gördüğümüzde:
– Ebeveyn yanımız: “boş ver, bu para ancak sana yeter” diye bizi yardım etmekten alıkoymaya çalışır;
– Çocuk yanımız ise; “bütün paranı ona ver” diyerek bizi parasız bırakmaya yönlendirir;
– Yetişkin yanımız devreye girerek, “paranın gerekli kısmını kendine sakla, bir kısmını da ona ver” diye orta yolu bulmamıza yardım eder.
Sağlıklı insan; “anne baba, çocuk” benlik durumlarını, “yetişkin” benlik durumunun denetiminde kullanabilen kimsedir. Yani, özerkliğini kazanmış ve bütünleşmiş benlik durumuna sahip olan kimse ruhsal bakımdan sağlıklıdır. Sağlıklı olan bireyler, her üç benliği duruma göre kullanırlar.
Yukarıda özetlemeye çalıştığım konu: Dr. Eric Berne’nin temelini attığı “Transaksiyonel Analiz”; psikolojik kişilik çözümleme ve toplumsal iletişim çözümleme yöntemidir. Berne’nin kitabını okuduğumda çok etkilenmiş ve olağanüstü çarpıcı bir yaklaşımla karşı karşıya olduğumu düşünmüştüm. Daha sonra merak edip araştırdığımda gördüm ki; Berne bu yaklaşımıyla bilimsel bir ekol oluşturmuş. Berne, Freud’dan çok etkilenmesine rağmen, geliştirdiği kuram psikanalitik kuramdan farklıdır.
Profesyonel olarak psikoloji ile ilgilenenler dışındakiler için bile, kişilik açısından kendimiz veya çevremizi anlama ve algılamada, farkındalığın artması bakımından çok önemli bir yaklaşım. Bu nedenle konu biraz daha detaylı incelenirse; özelikle çevremizle olan “Kişiler arası iletişim” çözümlemesi açısından büyük yararlar elde edilecektir. Belki hayatı çözmeye veya biraz daha kolaylaştırmaya bir adım daha atmamızı sağlayacaktır.
Kaynaklar:
– “Hayat denen oyun” / Dr. Eric Berne
– “Az Seçilen Yol” / Dr. M. Scott Peck
– http://ta.org.tr/
– http://en.wikipedia.org/wiki/Eric_Berne
– http://en.wikipedia.org/wiki/Transactional_analysis