felsefe taşı

Televizyon

Televizyon
Haziran 08
12:50 2015

Evlerinde televizyon alıcısı olan şanslı azınlık, 31 Ocak 1968 günü saat 19.30 da cihazlarını açtıklarında Mithat Paşa caddesinde bir bodrum kattan yapılan şu anonsla karşılaştılar.

“Burası 3.bant 5. Kanaldan deneme yayını yapan Ankara Televizyonu. Sayın seyirciler bugün 31 Ocak 1968 Çarşamba. Ankara’dan deneme yayınına başlıyoruz…” .
Nuran Devres tarafından yapılan bu anons Türkiye’de televizyonculuğun miladı olarak kabul edilir. Aslında Türkiye’de İlk televizyon yayını bu tarihten çok daha önce, 1952 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi tarafından yapılmışsa da gerekbu yayınların bölgesel olması gerekse de o dönemde İstanbul’da çok fazla TValıcısı olmaması sebebiyle pek fazla izlenememiştir.

TRT’nin yayına başlamasıyla hayatımıza daha yaygın olarak giren televizyon, sosyal yaşamda bir takım yenilikleri de beraberindegetirdi. Televizyon yayınlarının başladığı yıllarda pek az evde TV alıcısı bulunuyordu. İnsanlar, hayatlarına yeni giren televizyon hakkında çok fazla bir bilgiye sahibi değillerdi ama çok da merak ediyorlardı. Özellikle yaşı ilerlemiş olanlar televizyon ile ilgili türlü tevatürler üretiyorlardı. Doğu’da bir kasabaya ilk kez televizyonun gelişini konu alan bir komedi filminde geçen “Zeki Müren de bizi görecek mi?” repliğine çok gülsek de benzerleri hatta daha da enteresan olanları pek çok evde yaşandı ilk yıllarda. Televizyonu şeytan icadı gören pek çok yaşlı insan o küçücük insanların nasıl olup da o kutunun içine girebildiklerini bir türlü anlayamıyorlardı. Bazıları içinse durum daha da vahimdi. Elin adamının önünde yemek istemediği için televizyonun önünde yemek yemeyenden tutun da yine elin adamlarının önünde gecelikle oturulmaz ya da uyunmaz deyip saçını başını örtenlere kadar neler neler vardı. Bir tanıdığın dedesi bir gün eve elinde büyükçe bir mermer parçasıyla gelmiş. Mermeri ne yapacağını sorduklarında
“ ha bu horon tepen adamlar televizyonun altını kırmasın diye televizyonun altına koyacağım” demiş.

Kulağa fıkra gibi gelen bu örnekler sıkça yaşanmış bir dönem..
Yayınlarının başlamasıyla beraber televizyon alıcıları mağazaların vitrinlerindeki yerlerini almaya başladı. Akşam saatlerinde mağazaların önü, açık olan televizyonları izleyen insanlarla dolardı. Böylece insanlar televizyonun nasıl bir şey olduğu hakkında fikir edinirler meraklarını giderirlerdi. Çocukları ile televizyon satan mağazaların önünden geçen anne babaların işi çok zordu. Hele ki televizyonda o an çizgi film varsa kıyamet kopardı. Çocukları o vitrinin önünde alabilmek pek kolay olmazdı. Zaten hemen sonrasında “ babacım annecim ne olur biz de televizyon alalım” diye ağlayarak anne babalarının başının etini yerlerdi.
Herkesin gücü yetmezdi televizyon almaya. Mahallelerde bir iki evde olurdu sadece. O bir iki ev de sürekli misafir ağırlardı akşamları. Konu komşu toplanır televizyonu olan komşuya televizyon izlemeye giderdi. Böylece literatürümüze isim babalığını Halit Kıvanç’ın yaptığı telesafirlik kavramı girmiş oldu. Televizyon sahipleri pişman olmuşlar mıdır televizyon aldıklarına bilinmez ama telesafirlik televizyonlar iyice yaygınlaşana kadar sürdü.

Televizyon evin her zaman başköşesinde yer bulurdu kendine. El işlemesi dantel örtü ise değişmez aksesuarıydı televizyonun. Bir başka aksesuarı ise regülatörlerdi. Genellikle televizyonun yanında duran üzerinde bir açma kapama düğmesi ve kırmızı bir uyarı ışığı olan küçük dikdörtgen bir kutuydu bu. Çok sık elektrik kesintisi ya da voltaj düşmesi yaşanmasından dolayı televizyona gelen elektrik akımını düzenlemek için kullanılırdı.

Televizyon tek kanal olduğundan uzaktan kumandanın eksikliği çok hissedilmezdi. Ses açma ya da kısmak için ise evin küçük çocuğu kullanılırdı.
Televizyon yayınları esnasında çok fazla kesinti olurdu. Teknik aksaklıklar yüzünden sıkça yayına ara verilirdi. Yayın tekrar başlayana kadar da ekrana bir takım resimler verilirdi. Yayın aralarında kullanılan necefli altın maşrapa görüntüsü o günlerden bugüne kadar gelmiş ve çeşitli esprilere konu olmuştur. Güzel bir filmin en heyecanlı anında ekranda bir anda necefli altın maşrapayı görünce hepimiz kızar söylenirdik hatta bazen de söverdik. Yıllarca o kesintilerden dolayı TRT’yi suçlayıp durdum ta ki TRT’de çalışmaya başlayana kadar. Birprogram için görüntü aktarmak amacıyla TRT’nin ilk yıllarında kullanılan cihazların bir benzerini kullanmak zorunda kalmıştım. Oldukça ağır olan 2 inç kalınlığındaki bantları duvardaki film cihazına yerleştirdikten sonra yine oldukça ağır olan metal kilit mekanizmasını bandın üzerinden yuvasına oturttuk ve cihazı çalıştırdık. Bir süre sonra bandın dönüş hızına uyamayan kilit mekanizması yuvasından fırladı ve kafamın üzerinden uçarak yere düştü. Neredeyse kafamı kıracaktı. Ve tabii ardından koca film rulosu yere düştü ve koptu. O zaman anlattılar. Necefli altın maşrapa olayı böyle birşeymiş. Bizim ekrana söylendiğimiz esnada görevliler film bandını tekrar yapıştırıp yayına yetiştirmeye çalışıyorlarmış. Bir süre vicdan azabı çekmedim değil.

Küçükken televizyonda futbol izlemeye bayılırdım. Televizyon o zaman siyah beyaz olduğundan ekrandaki takımların formaları ya beyaz ya da siyah görünürdü. Ağabeyimle hep iddialaşırdık o siyahları tutar ben beyazları. Nedense hep ben kaybederdim. Sonradan öğrendim ağabeyim zaten bilirmiş siyahların hangi takım beyazların hangi takım olduğunu. Bir de özet olduğu için kimin kazandığını…

Zamanla çok daha fazla eve girmesiyle televizyon yaşamımızın bir parçası haline geldi. Yeni yeni kahramanlarla tanıştık. Bunların bazılarını çok sevdik, benimsedik. Küçük ev dizisinin kahramanları Ingalls ailesi bir anda Amerika’daki akrabalarımız oldu adeta. Doktor Kimble’ın uğradığı haksızlığa çok üzüldük, kendini aklamasına yardımcı olamadığımız için kahrolduk. Yüzü maskeli köpeklerimize Falconetti adını verdik. Charlie’nin Meleklerinden FarrahFawcetterkelerin hayallerini, genç kızlarında duvarlarını süsledi uzun süre. Başka galaksilerden misafirlerimiz oldu ama içlerinden en çok MrSpock’ı sevdik, onun mantığına hayran olduk. Kendimize yakın gördüğümüz, kızdığımız hatta aşık olduğumuz pek çok televizyon kahramanı geldi geçti oturma odamızdan. Ama içlerinde öyle birsi vardı ki ; öylesine nefret edilen, öylesine gerçek görülen..Ewingailesinin entrikacı, düzenbaz ve acımasız oğlu J.R Ewing. 80’li yılların başında yayınlamaya başlayan Dallas dizisinin başkahramanı. 70’li yıllarda sinemanın kötü adamı Erol Taş yıllarca sokaklarda rahat yürüyememiş, izlediği filmlerin etkisinde kalan halk tarafından sürekli saldırıya uğramıştı. Dallas dizisi yayınlandığı dönemde J.R.’ı canlandıran LarryHagman İstiklal caddesinde yürümeye kalksa büyük ihtimalle Galatasaray’a varamadan linç edilirdi. O derce nefret ediliyordu. Dizinin yayınlandığı Pazar geceleri hayat durur, sokaklarda kimseler kalmazdı. Ertesi gün ise evlerde işyerlerinde okullarda hatta kıraathanelerde konuşulan tek konu “Alçak Ceyar’ın” yaptıkları olurdu. TRT’nin elindeki stok bittiğinde diziye birkaç hafta ara verilirdi. O arada yetkililer yurtdışına gider ve yeni bölümleri satın alırdı. Bu aralar genellikle dizinin en heyecanlı yerinde olurdu. Benzer bir ara, dizinin tam J.R’ın vurulduğu bölümün sonunda verilmişti. J.R. ölmüş müydü hayattamıydı bilmiyorduk.

O zamanlar şimdi olduğu gibi dizi pratiğimiz olmadığından meraktan adeta çatlıyorduk. Şimdi olsa ”adam dizinin başkarakteri. Öldürürler mi Allah aşkına “ der geçerdik. O günlere ait bir gazetede bir fotoğraf görmüştüm. Uçaktan inen ellerinde paketler olan takım elbiseli adamlar. Sanki casus filmlerinde fırlamış bir sahne gibiydi. Fotoğrafın altında da şuna benzer birşeyler yazıyordu.
“TRT yetkilileri şu anda uçaktan inmekteler. Ellerindeki kutularda ise J.R. öldü mü hayatta mı sorusunun cevabı var…”

Bizim evde henüz renkli yayına geçilmemiş olmasına rağmen renkli televizyon vardı. Avrupa’dan naklen maç yayını olduğu gecelerde bazen ekran kısa bir süreliğine renklenir sonra kaybolurdu. O zaman hepimiz çığlık çığlığa bağırırdık
“yaşasın!! Renk çıktı..renk çıktı!!”

1984 Yılında tamamen renkli yayına geçildiğinde hepimiz mest olmuştuk. Her şey kısa bir süreliğine de olsa başa dönmüş, telesafirlik tekrar başlamıştı. Tek farkı bu kez komşular renkli televizyon izlemek için birbirlerine gitmeye başlamıştı.
Televizyon izlemek genel olarak çok eğlenceliydi ama bazen de son derece keyifsiz olabiliyordu.. Benim için Televizyon ile ilgili en keyifsiz hatıralar 8-0 lık İngiltere maçları ve istisnasız 80’lerdekibütün Eurovision şarkı yarışmalarıydı. Türkiye için onurlu mağlubiyetler ya da gurur verici beraberliklerin yıllarıydı 80’ler..Yenildik ama ezilmedik hikayesine inanarak büyüyen bir çocuk olan benim için üst üste 2 tane 8-0 lık mağlubiyet tam anlamıyla “ yenildik ama bu sefer ezildik” olmuştu. Eurovision şarkı yarışması ise başlı başına bir felaketti. Esas itibarıyla amatör bir müzik yarışmasıydı ve EBU ( Avrupa Yayıncılar Birliği) üyesi ülkelerin katılımıyla her yıl bir önceki sene yarışmayı kazanan ülkede düzenlenirdi. Performans bölümü sonrası tek tek ülkelere bağlanıp, o ülkenin jürilerinin verdiği puanlar neticesinde o senenin kazananı belli olurdu. Diğer ülkeleri çoğunlukla amatör müzisyenler temsil ederken bizi hep yıldız sanatçılarımız temsil etti. Seçilen sanatçıların kalitesi tartışılmazdı ama hazırlanan parçalar genellikle faciaydı. Sonuç yıllar boyunca hüsran oldu. Bize göre hüsranın sebebi her zaman politikti. Kimse bizi sevmiyordu o yüzden de oy vermiyordu. Asla bizi temsil eden şarkıların aslında kötü olduğu gerçeğini kabul etmedik. O kadar ciddiye aldık ki, bazı yarışmacıların müzik kariyerleri tehlikeye girdi. Eurovision’da hüsranının sembolü haline gelen “Opera” adlı parçayı seslendiren Çetin Alp bir söyleşisinde “ bir şarkıyla kariyerim mahvoldu” demişti.

Yıllar sonra bir birincilik aldıkve benim Eurovision ile hesabım o gün kapandı. Artık izlemiyorum bile. Geriye bir tek İngiltere ile olan hesabım kaldı. 2015 yılı itibarıyla hala İngiltere’yi yenebilmiş olmasak da, bir gün İngiltere’yi deyenersek o zaman o defter de kapanacak benim için ve çocukluk hatıralarım huzura kavuşacak.

5.131 kez okundu
Paylaş

İlginizi Çekebilir

  • Hastane…Hastane… Bu gün Ankara Bilkent Şehir Hastanesi'ne gitmem gerekti. "Büyüktür gitme, başına bir iş gelir" dediler, dinlemedim. Arabayla bir yerden girdim, baktım levhada 'mal kabul' yazıyor, dedim […]
  • Kedersizliğin Derinlerinde!Kedersizliğin Derinlerinde! Istanbul'a gideceğim, Ankara Esenboğa Havaalanında uçuş tarifelerini gösteren ekranda biniş kapıma bakıyorum. İki temiz yüzlü (sakalsız yani) ve kedersiz delikanlı yaklaştı, Antep uçağına […]
  • 23 Nisan23 Nisan “Türk İnkılâp Tarihi’nin en büyük meselesi *çocuk mesele*sidir. Çocuk meselesini hallettiğimiz gün Türk tarihine ebediyet verdiğimiz gün olacaktır " Yunus Nadi 'nin bu sözlerine katılmamak […]
  • Yalandan Ölmek!Yalandan Ölmek! "Milli ve Yerli" ruhunu gönlümde duya, duya. Gidiyorum Esenboğa'dan, Doğu Anadolu'ya. Baktım Altınpark (Ankara) girişinde bir koca tabela: "Wedding & kır düğünü". Burası Ankara […]

Sosyal Medyada Takip Edin

Üye Olun

Yazarlar

Kategoriler

Takvim

Kasım 2024
P S Ç P C C P
« Eyl    
 123
45678910
11121314151617
18192021222324
252627282930  

Arşivler