Krizleri ve Fırsatları Yönetmek veya Aynı Dersleri Tekrar Etmek
Kriz kavramını en etkileyici şekilde açıklayan bakış açılarından biri bence, Çin alfabesinde krizi ifade etmek için tehlike ve fırsat sembollerinin birlikte kullanılmasıdır. Krizin içinde hem tehlike hem de fırsat vardır.
Her kriz sistemdeki bozukluğu ve tehlikeyi işaret ederken bir yandan da bütün bunları düzeltme fırsatı verir bize. Buna göre kriz, gereği gibi mücadele edilemez ve çözülemezse bir tehlikeye dönüşüyor ama eğer uygun şekilde çözülebilir ve atlatılırsa, sistem içerisinde iyileştirme ve geliştirmelere de yol açacağı için beraberinde yeni fırsatlar da getiriyor. Ayrıca unutulmamalıdır ki, kriz süreçlerinin zor yönetilebilir doğası gereği en iyi liderler de kriz anında ortaya çıkarlar.
Büyük ve ciddi bir krizden yara almadan çıkmak elbette ki pek mümkün değildir. Krizle başa çıkmaya çalışırken kendimize, sürece, krizin etkilerine ve çevremizde olan bitene daha dikkatli ve özenli odaklanmak, daha önceden fark etmediğimiz bir takım fırsatları görmemizi sağlayacaktır. Bir yandan da gelecekteki benzer durumlar için dersler çıkarmak ve ona göre hazırlıklarımızı yapmak ve gereğini yerine getirmek bizi geleceğe daha iyi hazırlayacaktır. Krizler bu şekilde kazanca da dönüştürülebilir. Ancak unutulmamalıdır ki iyi bir kriz yönetimi yapabilmek için önce iyi bir risk yönetimi yapmış olmak gerekir. Aksi halde kriz anında neyi nereye koyacağınızı, neyi nereden alacağınızı, kimlerin nerede görev yapacağını bulmaya çalışmak bize zaman ve enerji kaybettirecektir. Risk yönetiminin en önemli avantajı krizlerde ortaya çıkar ve bize zaman kazandırarak kayıplarımızı ve maliyetlerimizi düşürür, sonuçlarımızı geliştirir.
Beklenmedik ciddi bir krizi yönetebilmedeki en önemli güçlerden biri, krize cevap vermedeki hızımız ve sonrasındaki süreci yönetirkenki esnekliğimizdir. Bir krizle karşılaşıldığında donup kalmadan kendimizi hemen toparlamak ve krizle birlikte yeni gelişen durumu iyi anladıktan sonra da eyleme geçmek bize süreç üzerinde belirli oranda bir kontrol gücü verir. Krizle birlikte elimizden çıkan kontrolün en azından bir kısmını bu şekilde yeniden yakalamaya çalışırız. Kriz içerisinde sürekli olarak değişen durumlara göre güncellenen kararlarımızla ve hızlı, esnek ve eyleme dönük uygulamalarımızla süreç üzerindeki kontrol kapasitemizi artırmaya çalışmalıyız. Burada asıl hedef, krizi algıladığımız andan sonra geçen zamanla birlikte bu kontrolü giderek artırmak, süreci yönetilebilir hale dönüştürmek ve sonunda da süreci artık kriz olmaktan çıkarmaktır.
Krizler bizi değişime zorlar. Krizleri yönetebilmek için gerekli olan değişik seviyelerdeki bu değişimleri mümkün olduğunca hızlı ve etkili yapmamız gerekir. Krizlerin şok edici ilk etkisi atlatıldıktan ve kendi eylem planlarımızı uygulamaya başladıktan sonra, kriz artık yerini daha kontrol edilebilir bir sürece bırakmaya başlayacaktır. Burada önemli olan en az zararla bu krizleri atlatabilmektir. Bunun da en etkili yolu şok etkisini en kısa sürede atlatabilmek ve süratle, önceden yapılmış planlarımızdan faydalanarak karşı hamlelere başlayabilmektir.
17 Ağustos 1999 Marmara (Gölcük) Depremi Türkiye’nin son on yıllarda en hazırlıksız yakalandığı en büyük kriz süreçlerinden biriydi. Depremlere hazırlık konularında plansız ve büyük eksikleri bulunan ülkemizde, Kuzey Anadolu Fayı üzerinde meydana gelen deprem kitlesel bir afete dönüştü ve 45 saniye içerisinde, 18.000 kadar cana mal olarak on milyarlarca dolarlık maddi zarara yol açtı. Bu krizde Türkiye’nin mevcut hazırlıklarının cevap verebilme süresi ve yeterliliği, pek çok sebebin bileşkesi olarak afetler ve depremler konularında etkili bir risk yönetimi sistemine sahip olamadığımız için, hem uzun sürmüş hem de çok yetersiz kalmıştı.
17 Ağustos Depremi’nde yetkililerin bu ilk şoku atlatması, yaşanan afetin boyutlarının ulaşım, iletişim, elektrik gibi sistemin ana omurgaları üzerinde de ağır hasara ve bölgede bu sistemlerin neredeyse tamamen durmasına yol açtığı için, oldukça uzun sürmüştü. Aradaki bu boşluğu da, kriz anında kendi doğal enerjisiyle oluşarak kendini gösteren, Türk insanının eşsiz toplumsal dayanışma ve yardımlaşma duygusu çözmüştü. O şartlarda ne kadar yapılabilirse. 100 kadar AKUT gönüllüsü, Türkiye’nin dört bir yanından gelen, her yaş ve meslek grubundan 1000’in üzerinde gönüllüyle birlikte, en önemli ve kritik süreç olan ilk günlerdeki arama ve kurtarma çalışmalarını organize etmiş, arkasından da yardım dağıtımı çalışmalarını yönetmişti.
Bu büyük krizde bizim en büyük farkımız, deprem haberini alır almaz, ilk saatlerdeki son derece yetersiz bilgilere rağmen, bu depremin bir kitlesel afete dönüşme olasılığını çok yüksek olarak öngörmemiz ve son derece süratli bir şekilde enkazlara müdahale etmek için, AKUT içindeki bütün imkan ve kabiliyetlerimizi bölgeye sevk etme kararını vermemiz olmuştu. Yurdun çeşitli yerlerinden kalkıp bölgeye gelen gönüllüler de, bir kurum kültürü ve hiyerarşisi ile hareket eden, kırmızı tulumları, enkaz arama ve kurtarma ekipmanları ile ne yaptığını bilen, disiplinli ve örgütlü bir yapısı bulunan AKUT’un çatısı altında çalışmaya başlamıştı.
Bu krizin en tehlikeli ilk günlerini elbirliğiyle atlatabilmiştik. İlk günlerin birinci önceliği olan can kurtarma çalışmaları, Türk Silahlı Kuvvetleri, Sivil Savunmacılar, İtfaiye Erleri, AKUT’lular, ülkenin dört bir yanından gelen gönüllüler, yurt dışından gelen çok sayıda arama kurtarma ekibi ile birlikte yapılmıştı. Herkes acılıydı, herkesin içi kan ağlıyordu, herkes korkuyordu ama ancak birlikte hareket edilirse bu acı daha kolay atlatılırdı. Bu gerçeği aklı başında herkes fark etti ve o günlerde Türk Milleti tıpkı eskiden olduğu gibi tek bir yürek, tek bir ses, tek bir yumruk oldu. Birlikte çalıştı, birlikte ağladı, birlikte yaralarını sardı…
Her kriz büyük bir tehlikeye işaret ettiği gibi önemli fırsatları da beraberinde getirir demiştik. Krizler, gözardı edemeyeceğimiz şekilde, zihinlerimizdeki doğru olduğunu zannettiğimiz algılarımızın ve yol haritalarımızın da değişmesi gerektiğini gösterir bize. Çünkü eski zihin haritası artık işe yaramıyordur veya ona göre alınan kararlar artık kabul edilemeyecek derecede yüksek maliyetlidir. Depremle ve hepimize yaşattığı acılarıyla birlikte, bu gerçeği o günlerde aklı başında herkes fark etmişti. Pek çok aydın ve düşünen insan o günlerde hep aynı özlemi dile getirmişti; Depremin küllerinden yeni ve çağdaş bir Türkiye yaratmak. Sadece bir örnek vererek bu konuya dikkatinizi çekmek istiyorum.
“2 Eylül 1999 tarihinde, farklı görüşlerde 100 kadar meslek örgütü, vakıf ve derneğin imzasıyla, neredeyse o günkü bütün gazetelerde, içinde de AKUT’a özellikle teşekkür edilen “Kamuoyuna” başlığıyla yayınlanan bildiride şu saptamalar yapılmıştı;
Deprem felaketi sorunlar kadar çözümlerini de ortaya koydu. Bireyleri ve kurumlarıyla eksiklerimizi yüzümüze vurdu; ama bunları düzelterek gelecekte Türkiye için neler yapmamız gerektiğini de gösterdi.
Şimdi önümüzde keskin çizgilerle ayrılmış iki yol var: Biri, yaptıklarımızın bütünüyle doğru olduğunu, felaket nedenlerinin ‘başkaları’ olduğunu savunarak, akıldışı bir didişme-tevekkül karışımı içinde yürümektir. Bu yolu çok iyi biliyoruz.
Diğer yol, herşeye yeni gözlerle bakarak, toplumun sivil ve resmi birey ve kurumlarıyla birlikte hereket etmesi gerektiğini ve bireylerin devlet için değil, devletin bireyler için var olduğunu kabul eden bir zihniyetle çağdaş bir toplum olmaya doğru yürümektir.”
VATAN LAFLA DEĞİL EYLEMLE SEVİLİR…
17 Ağustos Depremi, bütün acıları ve kayıpları bir yana, bilerek veya bilmeyerek yaptığımız ve yapmaya devam ettiğimiz yanlışlıkları, herşeye yeni gözlerle bakarak depremin acılarından çıkartacağımız derslerle düzeltebileceğimiz, Türkiye’miz için tarihi ve çok önemli bir paradigma değişimi, bir zihin devrimi fırsatıydı da aynı zamanda. Ancak ne yazık ki bu tarihi fırsatı gereği gibi kullanamadık. Çin alfabesinde krizi ifade eden tehlikenin sonuçlarını sonuna kadar yaşadık ancak ne yazık ki beraberinde getirdiği, geçmiş hatalarımızı düzeltme fırsatını değerlendiremedik, değerlendirmemize izin vermediler…