Ölmeden Önce Yapılacaklar Listesi
“Ölmeden önce yapılacaklar” listeniz oldu mu hiç?
Hiç öz benliğinizle yüzleşip, içinizde kalanları kendinize itiraf edebildiniz mi peki?
O cesareti bulabildiniz mi hiç kendinizde?
Jorge Louis Borges’ın “Anlar” şiirini ne zaman okusam bu liste gelir aklıma…
Şair arka arkaya, içinde kalanları sıralar şiirinde…
Son derece basit, naif hayallerdir aslında yaşayamadıkları:
“…Seyahat ederdim daha fazla.
Daha çok güneş doğuşu izler,
Daha çok dağa tırmanır, daha çok nehirde yüzerdim.
Görmediğim birçok yere giderdim.
Dondurma yerdim doyasıya ve daha az bezelye…“
Ve son satır tokat gibi inen insanın yüzüne…
“Ama işte 85’indeyim ve biliyorum, “ölüyorum”!
Mezarlıklarda başlarız aslında o malum listemizi yazmaya…
Hepimiz sanırız ki mezarlıklar ölüler içindir…
Bilakis, diriler içindir aslında mezarlıklar.
Gidip de ibret almamız için…
Mezarlıkta gelir insanın aklına yaşayıp yaşamadığı…
İnsan ebedi eşitlikle yüzleşir belki de ilk kez …
Bakar ve görür ki zengini de, fakiri de yan yana…
Toprak aynı toprak…
Ve geriye kalan sadece bir torba kemik…
Bir tokat iner yüzüne.
Uçar gider at gözlüğü yüzünden.
Ta ki mezarlıktan çıkıp yeniden gündelik hayata karışana kadar…
Steve Jobs’ın ölümü beklerken yaşama dair yaptığı analizler adeta bir ders mahiyetinde…
Söyle diyor Jobs “Eninde sonunda öleceğimi düşünmek, yaşamda büyük seçimler yapmama yardımcı olan en önemli etkendir. Çünkü yaşadığımız dünyaya ait tüm beklentilerimiz, gurur, kibir, başarı, başarısızlık gibi bu dünyanın sözüm ona önemli işleri, ölüm söz konusu olduğunda bir anda tüm önemini yitiriyor, tam anlamıyla kocaman bir ‘hiç’ oluveriyor.”
Ve ekliyor: “Bir gün öleceğimizi unutmamak, kaybedecek bir şeylerin olduğunu düşünme tuzağından kurtulabilmek için en gerçekçi yöntemdir.”
Kişinin bir gün öleceğimizi unutmaması…
İşte kilit cümle bu bence…
Zira öleceğini anımsadığında insan başlıyor gerçek anlamda yaşamaya…
“Ne ölümden korkmak ayıp, ne de düşünmek ölümü” diyor ya Nazım…
Hiç ölmeyeceğini düşünenler mi yaşar gerçekten?
Ya da ölümü anımsadığımızda mı anlam kazanır yaşamak?
Hayat çok kısa…
Ama bu “kısa”lığı nasıl yorumlamak lazım?
İki türlü de düşünmek mümkün.
Çılgın bir ses şöyle yankılanabilir içinizde…
“Yahu hayat kısa, ne düşünüyorsun, git tadını çıkar gününü gün et”
Haksız mıdır?
Hiç de değil, çok haklıdır aslında…
Ama…
Bu sese muhalif bir ses de şöyle der ama aynı zamanda…
“Hayat kısa, ideallerine kavuşmak için zaman yitirme”
Bu da haksız değildir aslında…
Sanırım işin sırrı dengede…
Yani her iki sesin de ortasını işitebilmekte…
Birinci ses haklı…
Hayat çok kısa ve yaşayamadığımız her an “pişmanlıklar” hanemize eklenen yeni bir madde.
Ama ikinci ses de haklı…
Yaşamak gerçekten bir sanat ve her sanat gibi özen istiyor yaşamak da…
Bir üniversitede, profesör sormuş öğrencilerine: “Bugün dünyanın son günü olduğunu bilseniz ne yapmak isterdiniz?”
Öğrenciler tek tek yanıt vermeye başlamış.
“İbadet eder, Tanrı’dan günahlarımı affetmesini dilerdim.” diyenler olmuş…
“Sevdiklerimle vedalaşırdım.” diyenler de.
“Son saniyesine kadar sevgilimle zaman geçirirdim” diyenler de olmuş…
“Yatar uyurdum.” diyenler de.
Profesör öğrencilerin “son gün” senaryolarının hepsini alt alta tahtaya yazdıktan sonra sormuş:
“Bunları yapmak için dünyanın son günü olması şart mı?”
Hayat bir gökkuşağı…
Yedi renk var gökkuşağında…
Hepsini karıştırdığımızda “beyaz”ı buluyoruz.
Beyazın karşılığı “mutluluk”tur insan hayatında.
Sadece bir rengi ya da birkaç rengi dahil ederek ulaşmak mümkün değil beyaza.
Tüm renkleri katacağız içine.
Hayaller de olacak.
İdealler de…
Zaferler de olacak, yenilgiler de…
Çılgınlıklarımız da bir renk ekleyecek bu gökkuşağına…
Her rengi katacağız.
Ama dengeli…
Hepsinden biraz…
Ve mutluluk paradan da, unvanlardan da bağımsız aslında…
Havuzlu villalarda mutsuz olmak da var…
İnce belli bir çay bardağında huzuru yakalamak da…
Yaşamın aritmetiği çok basit…
Pişmanlıklarınızı mutluluklarınızdan çıkarın…
Ya da “keşke”lerinizi “iyi ki”lerinizden…
Bulduğunuz sayısı yaşınıza bölün…
Bulacağınız rakamdır yaşamdaki mutluluk yüzdeniz…
Gerçekten ne kadar yaşadığınızdır o yüzde
Yaşamaktan yorulduğunu iddia eder ya kimileri…
Oysa bilin ki aslında “yaşayamamak”tır insanı yoran…
Kimileri sorumlulukların altında boğulmaktan yaşayamamıştır.
Kimileri ise sorumsuzluktan.
Kimileri “insan” sıfatını hak edercesine yaşar…
Kimileri ot, böcek misali…
Bir grup avcı Afrika ormanlarının derinlerine avlanmaya gitmişler…
Yol çok karışıkmış, ancak rehber eşliğinde yolculuk edebilirlermiş…
Öne bir grup yerli, arkada avcılar düşmüşler yola…
Yürümüşler, yürümüşler…
Derken oldukları yere çöküp oturmuş yerliler.
Sormuş avcılar “Vardık mı gideceğimiz yere?”
“Hayır, daha bir bu kadar yolumuz var” yanıtını vermiş yerli rehberler.
“Peki, neden durduk?” demiş avcılar…
Bilgece gülümsemiş rehberler “Hayat çok gerimizde kaldı, biraz duralım ki yakalasın bizi hayat”
Hikâyede olduğu gibi bazen kendimizi ihtiraslarımıza, sorunlarımıza, sorumluluklarımıza öyle bir kaptırırız ki, robotlaşırız adeta…
Hayat öyle gerimizde kalır ki.
Öyle uzaklaşırız ki hayattan.
Farkına vardığımızda ise artık geçtir…
Tur bindirmişizdir hayatla, hayallerimizle, aramıza…
Yapmak zorunda olduklarımız yapmak istediklerimizi boğmuştur, öldürmüştür…
Diyeceğim o ki, elinizin altında bir listeniz olsun.
“Ölmeden önce yapılacaklar” listeniz…
Hayallerinizi yazın alt alta…
Listeniz çok uzarsa korkmayın…
Bu yaşamadığınızın tescili değil, hayata bağlılığınızın ispatıdır aslında.
Ve geç kalmadan başlayın bir yerden…
Çentik atmaya başlayın gerçekleştirebildiklerinizin yanına…
Evet, hiçbir zaman bitmez o liste…
Ve asla her maddesi eksiksiz hayata geçirilemez de…
Hicaz’a doğru yola çıkan karınca misali…
Tüm hayallerimize ulaşamasak da umutların peşinden gidebilmektir yaşamın erdemi…
Bazen kaybeder insan yolunu hayat labirentinde…
Bilin ki yaşam haritanızdır aslında o liste…
Neresinde olduğunu anlarsınız hayatın…
Ne kadar hakkını verdiğinizi test edersiniz yaşamın…
Yeni bir yıl başlıyor…
Yeni bir defter açılıyor önümüzde…
İlk sayfaya listemizle başlayalım hiç olmazsa…
Madem yeni bir yıl nasıl başlarsa öyle gidermiş…
Hayallerimizle başlayalım bu yeni yıla…