İğneli Et!
Biraz şansın varsa, yaşamının ilk on yılında çizerek, çözerek, dinleyerek, seyrederek ve görerek bir şeyler oturtuyorsun karakterine…
İkinci on yılında bu öğrendiklerin, okulunda, arkadaşlıklarında, vedalarında, yeni başlangıçlarında sana yardımcı oluyor.
Otuzlarında, çevrende ve iş yaşamındaki öngörülerinin neredeyse hepsinin doğru çıktığını görüyorsun. Özgüvenin tepe noktasına ulaşıyor. İlişkilerin hakkında düşündüklerinde asla yanılmadığını fark ediyorsun.
Sonra, orta yaş krizine beklenilenden biraz daha önce de girdiysen…
… kırklarında çevrende sevdiğin varlıkları korumak amacıyla onları kırmak zorunda kaldığın dönemler oluyor.
Psikiyatrlara gidiyor ve soruyorsun;
“Köpeklere dışarıdan zehir yememesini öğretebilmek için, başkasının elinden herhangi bir gıda almamaya alıştırabilmek için, yabancıların elinden içine iğne ya da çivi konmuş et verilerek canı yakılır. Böyle mi olmalı ilişkiler?”
“Hayır.” diyor doktor. “Kendi tecrübelerinin ışığında, onu koruyabilmek adına da olsa hiç bir varlığın canını acıtamazsın. Acıtmamalısın.”
“Ama o zaman zehirli eti yer ve ölür.”
“Evet, ama onu yemek onun tercihi olur ve sonuçlarına katlanan o olur.” diye yanıt veriyor doktor.
Bir müddet sonra köpeğin zehirli et yiyerek ölüyor. Kırklı yaşlarının ortalarında, bu mesajı çözmeye çalışıyorsun ama tam anlamıyla anlaman beş onluğu buluyor.
Ellilerin başında, can yakmamaya özen göstererek, sevdiğin varlıkları kırmadan basit uyarılar yapmaya başlıyorsun. Bu defa da “çok bilen, ukala, komplocu hatta müsebbib – yol açan, sebep olan – ” olarak nitelendirilebiliyorsun.
Şimdilerde ise, 60’lı yıllara bir kaç sene kala, köpeğin o zehri yiyeceğinden ve öleceğinden eminsin, her şeyi görüyorsun, olacakları çok net hissediyorsun ama artık susuyorsun.
İçinden “yazık.” diyebiliyorsun sadece.
Yüreğini acıtıyor bu ama yapacak başka bir şey olmadığını da biliyorsun.
Olgunlaşmaksa bunun adı, çok da olgun olmayı kabullenemiyorsun fakat susuyorsun.
Sevdiğin bir varlığın, gözlerinin önünde zehir yediğini göre göre…
Susuyorsun.