Yeldeğirmeni’ndeki “Nezih” İki Balkon
Benim iki yıldır yaşadığım ama bir ay sonra ayrılacağım Yeldeğirmeni’ndeki sevgili evimin bir balkonu şarka, diğeri garba bakar. Şarka bakanla uyanır, garba bakanla uyunur bu evde.
Garp köşesinden Kadıköy rıhtımının seslerini duyarsınız. Bunlar bazen martı seslerine karışır. Benim gibi şehrin seslerine meraklıysanız, her gelen sesin izini sürmeye çalışırsınız. Örneğin uzaktan gelen, eskiden çok iyi tanıdığınız o güzel sesin nereden geldiğini anlamak için balkondan sarkıp, düşmenize ramak bile kalabilir. Sonra dışarı çıkıp, bir de sokaktan dinlemeye karar verirsiniz. Sokağa indiğinizde ses uzaklaşır, eve gittiğinizde yakınlaşır. Çocukluğunuzda oynadığınız don-ateş oyunu gibidir, menşei bir türlü belli olmaz ya bazı seslerin. Tesadüf eseri onun komşularınızdan birinin sesi olduğunu öğrendiğinizde de şaşa kalırsınız. Her zaman bakmak, görmek değildir, bunu anımsarsınız. Yeldeğirmeni’nin sürprizleri bitmez, bunu da bilirsiniz. O sırada uyumakta gecikmiş bir martı öter ya da bir vapur düdüğü çalar, iskeleye inerseniz görürsünüz, Haydarpaşa’nın ışıkları da yanmıştır. Yeldeğirmeni şimdilerde atıl bekletilen Haydarpaşa’nın bekçiliğini de yapar yüzyılı aşkın bir süredir. Bunu bilmek başka alemlere daldırır sizi. Haydarpaşa, trenleri gar olarak ağırlarken, şimdi de otelleri olmuş durumda. Yangınlara rağmen yapıldığından beri bu yana yine de çok az değişmiştir, Kadıköy’ün bekçiliğini de o yapar. Ardından da Aya Sofya ile Sultan Ahmet’e geçmiş zamanlara baktırır sizi. Seslerdir belki sadece değişenler, şarkılardır diye düşünürsünüz. Yatma vaktidir. Gece yarısı eskiden naralar atan eski kabadayıların son kalan temsilcileri, artık neredeyse yoklardır. Tekerlekli bir valiz illâ ki sokaktan geçer ve size zamanı anımsatır. Uykuya dalmaya çalışırken, bu sefer sokaktan geçen insanların konuşması odanıza dalar. Gece sokaklarında halâ yürünür, konuşulur bu mahallenin. Pencerelerinden sesler geçer buradaki evlerin, artık buna alışmışsınızdır. Lodos varsa şanslısınızdır, deniz kokusu ile uykuya dalabilirsiniz.
Kadıköy bölgesinin ki bu Bağdat Caddesinden ta Maltepe’ye kadar uzanır, bütün simitleri bu sokaklardaki fırınlarda pişer. En büyük ayrıcalığınız birden, el değmemiş, fırından yeni çıkmış simit yemek oluverir. Sokaklarında halâ çocukların oynayabildiği ender yerlerdendir burası. Şark kapısından kentin en eski mahallelerinden birine girersiniz, sinagogdan, yetimhaneye, kiliselere, üstlerinden onlarca insan katmanı geçmiş… Tren yolunun kestiği yerlerde çok eski değil altmışlarda kerhaneler de varmış, ben sadece sonradan rengarenk boyanmış binalarını görmüştüm. Sonra çingeneler oturmaya başladı diye anımsıyorum. Eskiden, yani sadece yirmi yıl kadar önce, ben burada başka bir evde, iki yıl otururken, oradan da giriş vardı, Ayrılık Çeşmesi istikametindeki mezarlıktan. Ayrılık Çeşmesi’nde ne kocaman bir alışveriş merkezi, ne de metro vardı o zaman. Sonra o giriş kapandı. İşte o şark kapısı mezarlık ve kerhanelerin oradan açılırdı bir zamanlar. Tek, tük kalan on dokuzuncu yüzyıl sonu, yirminci yüzyıl başı binalar harap durumdaydılar doksanların ortasında. Yeni yeni buralarda yaşamaya başlayan yazarlar, sanatçılar, gezginler, akademisyenler, Yeldeğirmeni’nin güney doğudan, ağırlıklı Diyarbakır ve Adıyaman’dan göçmüş oldukça fakir ahalisiyle oldukça büyük bir tezat oluştururdu. Ta ki 2010’lu yılların İstanbul’unun nezihleştirme/soylulaştırma (Gentrification, İng.) denen modası buraya (da) çarpmadan önce.
Geçen ay kaybettiğimiz, ben dahil bir çok kişiyi çok etkileyen ünlü sosyolog John Urry için bir yazı yazmayı çok istiyordum. Yeldeğirmeni’ne veda ederken, ona da veda etmenin zamanı geldi anlaşılan. Başucu kitaplarımı yazan birine nasıl veda ederim, o başka… Mekânları Tüketmek adlı kitabında Urry, tüketimin sadece nesnelerle değil, zaman ve mekâna yönelik de olduğunu bize anımsatır ve açıklar. Yirminci yüzyılın tarihi kimi açılardan zamanın ve mekânın yokluğunun tarihi olmuştur. Bunu kentlerin büyümesinden, büyürken de toprağın farklı şekillerde değer kazanmasından takip edebiliriz. Sonra da tüm bunların toprak ya da gayrimenkul spekülasyonlarının günümüzün bütün finansal yapısına damgasını vurduğunu hatırlayabiliriz. Mekânlar düşündüğümüzden de önemlidir. Biz dönüşürken, onlar da dönüşürler, hattâ bizleri dönüştüren güç haline gelebilirler.
İstanbul sadece son on-yirmi yılda dönüşmüş bir kent değil tabii ki. Ancak küresel yapıların internetin ortaya çıkması ile birbirlerine bağlanmaları ile son beş yılda özellikle hız kazanan dönüşümlere sahne oluyor. İlk önce yine tam benim yaşadığım sıralarda Cihangir’i çarpan nezihleştirme hareketlerinin Yeldeğirmeni’ne gelebilmesi için, İstanbul’daki özel okulların daha fazlalaşmaya başlayıp, yabancı dil bilen hocaların istihdamına daha çok ihtiyaç duyulması gerekiyordu. Yeldeğirmeni tabii ki o zamanki ucuz kiraları, iskeleye ve eğlence mekânlarına yakınlığı ile tercih sebebi olacaktı. Sonra maceraperest Erasmus öğrencilerinin de İstanbul’u keşfetmeleri ile birden bire cazibe merkezi oluverdi, eski püskülüğü ile bir zamanlar kimsenin girmek istemediği semt. Tabii ki önceki parlak günlerine dönmek istiyordu Yeldeğirmeni de. Vaktiyle nezih bir semtken, kerhanelere kadar düşmüştü. Şimdi yükselmenin zamanıydı. Mekânların da kendilerine has bir ruhu olduğunu unutmamalıydık.
Şimdilerde neredeyse her hafta bir tane “café”nin açıldığı daracık Yeldeğirmeni sokaklarında tam bir piyasa kakafonisi yaşanıyor. Duatepe Sokak’ta, ki taş çatlasa iki yüz metrelik bir uzunluktan söz ediyorum, bir yıl içinde altı café açıldı. Paraleli Uzun Hafız Sokakta dört-beş tane café’nin çoğu “kahve”lere bakar. Bunun bir anlamı da, oturan saçları kırmızı-mor boyalı asi ve marjinal gençliğin, tavla oynayan emekli amcalarla burun buruna olmasıdır. Bir tarafta eski giysilerinizin tadilatını yapan ucuz terziler, diğer tarafta sanat atölyeleri, hattâ galerileri ya da bir-iki tanesi yeni ortaya çıkmış konseptli butiklerinin de aralarında gezerken, “Ayy, ben buranın bu havasını çoook seviyorum, işte gerçek İstanbuuul” temalı nidalara çok rastlarsınız. Sempatik bile bulabilirsiniz, eğer nezihleştirme denilen sürecin nasıl ilerlediğini bilmezseniz.
Nezihleştirme, aynı şu anda olduğu gibi sosyo-kültürel yapıların birbirleri ile flört etmesinden oluşur. Kadıköy Belediyesinin dört yıl önce düzenlediği Graffiti/Duvar Resmi Festivali ile dünyadaki ünlü sokak sanatçılarını Yeldeğirmeni’ne davet etmesi ne sürpriz ne de tesadüf değildir. Üst yapılar illâ ki müdahale ederler kentin gelişimine. Yeldeğirmeni’ndeki sokak sanatı örnekleri, tabii ki de çürümüş, seçilmemiş, artık sebzeleri daha ucuza satın alabilmek için, manavların kapanma saatini bekleyen yirmi-otuz yıllık ahalisi için olamazdı. Aynı şekilde açılan kafelerde Starbucks’la aynı fiyattan satılan seksi kahve isimlerinin o ahali için olmadığı gibi.
Fantezi dünyalarını yıkmak pahasına, gerçi emlakçılar benden önce haber veriyor bu tür tüyoları, birkaç yıla buradaki emlak fiyatlarının oldukça yükseleceğini, güya özgün aslında eskiyle ilgisiz alakasız şimdiki Yeldeğirmeni ahalisinin burada yaşamaya gücünün yetmeyeceğini, yeni sanatkar, ecnebi, onlarla uyum sağlayan entelektüel güruhun burayı mesken tutacağını öngörmek çok zor değil. Bir süre sonra aynı Cihangir’de ya da dünyanın diğer içine doğru büyüyen kentlerinde, örneğin Berlin’in Mercedes-Benz tarafından “düzenlenen” semtlerinde ya da New York’ta olduğu gibi sadece fakir ahalisinin değil şimdiki “entelektüel” topluluğun da Yeldeğirmeni’nde yaşamaya güçlerinin yetmeyeceği bilmek için kahin olmaya gerek yok. Tabii ki bu tarihsel zenginliği daha iyi “takdir edecek”, daha zengin bir topluluk daha şık binalara yerleşecektir. O zaman Yeldeğirmeni “gerçekten” aslına kırk-ellilerdeki “nezih” haline dönüşecek diye sevinebilirsiniz ya da özgün dokusuna veda edecek diye üzülebilir…
Oysa yüzlerce yıllık bir mahallenin üstünde yaşarken, neyin ya da kimin “esas” olduğunu anlamak ne mümkündür! Yeldeğirmeni ansiklopedilere girecek kadar tüketilmiş, daha da tüketilecektir. Varlığı ile bize yokluğu anımsatır, yokluğu ile özlemi… Nostaljinin tehlikesi de budur işte, her zaman daha eskisi vardır, özgünlük yarışını bir türlü kazandırmaz size.
Yeldeğirmen’inin şarka bakan kapısından sadece güneş değil, dolunay da doğar aynı gün, bazen daha büyük ve parlak, şaşarsınız. Buradan ayrılacağınız için içinizi bir keder kaplar. Yine de bir süre daha burasının keyfini çıkartacağınızı düşünür, kimseye çaktırmadan yeni açılan ‘patisserie’nin ‘cheesecake’ini, Evin Teyzenin güllü baklavalarına tercih eder, bundan da azıcık suçluluk duyarsınız. İçten içe kendi evinizi özlediğinizi farkedersiniz. Bir mekândan diğerine göç eden günümüz göçebelerinden biri olduğunuzu da…