Müfettişin Ziyareti
Bir kitap, bir makale okuduktan ya da bir film, tiyatro eseri izledikten sonra uyguladığım bir düşünsel sağlamam vardır…
Kendimce kullandığım bir filtredir bu…
Yazının son noktasının, kitabın son sayfasının; filmin, oyunun son sahnesinin ardından sorarım kendi kendime: “aklında kalan bir cümleyi söyle bakalım!”
Eğer bir cümle geziniyorsa beynimin kıvrımları arasında…
Ya da örneğin bir soru takıldıysa kafama beni düşündüren…
Bir şimşek çaktırmayı başarabilmişse okuduğum ya da izlediğim.
“Tamam” derim, zamanımı “değerlendirmişimdir”, “kazanmışımdır” kendime bir katkıda bulunmuşumdur…
Yok, finalin ardından beni düşündüren en ufak bir detay ya da kafamda kalan en ufak bir cümle dahi yoksa zamanımı “israf” ettiğim gerçeğiyle yüzleşirim…
***
Geçenlerde izlediğim bir film bu bağlamda beynimi ve düşüncelerimi oldukça sert biçimde tokatladı…
Filmin ardından uzun bir süre düşünmekten alamadım kendimi…
Filmin ismi “An İnspector Calls”…
Türkiye’de “Müfettişin Ziyareti” ismiyle vizyona girdi.
Hayranı olduğum İngiliz sinemasından bir film…
İngiliz dramaturg J. B. Priestley’in kaleme aldığı ve ilk defa 1912 Nisanında sahnelenmiş bir tiyatro eserinden esinlenerek çekilmiş bir film.
2015 yapımı…
Filmin yönetmeni Aisling Walsh
Oyuncuları “ Lucy Chappell, Miranda Richardson, Sophie Rundle”
Daha filmin ilk cümlesindeki diyalogla başlıyor düşünce girdabı…
-Tanrıya inanıyor musun?
-Evet
-Nasıl oluyor da inanabiliyorsun?
-İnsanlara inanmıyorum çünkü…
***
Filmde, orta sınıfın üzerinde bir hayat süren Birling Ailesi’nin akşam yemeğine beklenmedik bir ziyaretçi dahil oluyor: “Polis müfettişi Goole”
Eva Smith isimli bir kadının intiharını soruşturuyor müfettiş Goole…
Filmin kurgusu öyle başarıyla hazırlanmış ki…
Müfettiş tüm aile bireylerinin bu intiharda dolaylı da olsa paylarının olduğunu öyle rasyonel bir biçimde ispatlıyor ki, insan hayrete düşüyor izlerken…
Bay Birling kızı fabrikasından kovarak açıyor intihara giden yolu…
İşsiz kalan Eva Smith aylarca sefalet içinde yaşadıktan sonra bir butikte iş buluyor ama Bay Birling’nin şımarık kızının kaprisiyle işten atılıyor ve yine sefaletin pençesine düşüyor.
Bay Birling’in damadı dahil oluyor sonradan kızın hayatına.
Kısa süren bir gönül ilişkisinin ardından kıza bir darbeyi de damat adayı indiriyor.
Sonra evin küçük oğlu çıkıyor sahneye.
Bay Birling’in oğluyla yaşadığı ilişkiden hamile kalıyor Eva Smith…
Ve zor durumdaki kadınlara yardım amaçlı bir derneğin başındaki eşi de alıyor bu sorumsuzluklar silsilesinden payını…
Hamile kalmasına rağmen Bay Birling’in oğlundan bir şey talep etmeyecek kadar gururlu olan Eva Smith Bayan Birling’in başında olduğu dernekten maddi yardım talep ediyor.
Ve geri çevriliyor.
Çaresizlik içinde kalan genç kadın intihar ediyor.
Bu intihardaki paylarından ve sorumluluklarından o ana kadar haberleri bile olmayan aile üyeleri büyük bir şok yaşıyor sorgu boyunca.
Sorgulamanın ardından müfettişin replikleri ise gerçekten bir hayat dersi gibi…
Şöyle diyor müfettiş Goole “…Hala bizimle birlikte geride kalan milyonlarca Eva Smith var. Hayatları, umutları, acıları korkuları ve mutlu olma şansları bizim hayatlarımızla, düşündüklerimizle, söylediklerimizle ve yaptıklarımızla iç içe olan insanlar. Dünya üzerinde yalnız yaşamıyoruz. Bütün insanlığın sorumluluğu hepimizde. İnsanoğlu bu dersten sınıfta kalırsa çok yakında gün gelecek, dersini etrafı ateşle, kanla, ızdırapla çevrili şekilde öğrenmek zorunda kalacak…”
Filmin çarpıcı ve şaşırtıcı finali ise müfettiş Goole’ın evden ayrılmasından sonra yaşanıyor ki bu kısmı merak edip “Müfettişin Ziyareti”ni izlemek isteyenlere bırakıyorum heyecanı koruma adına…
***
Hepimiz, başkalarının hayatlarında bir dönüm ya da kırılma noktası olabiliyoruz.
Bazen bilinçli bir biçimde…
Bazen hiç farkında bile olmadan.
Bazen bir hayata “ışık” oluyoruz; bazen de ışıkları söndüyoruz.
Bazen asla unutulmayacak bir dokunuş oluyoruz başkalarının hayatlarında.
Bazen de hiçbir zaman unutulmayacak bir pişmanlık olarak alıyoruz yerimizi.
Ve en acısı, diğerlerinin hayatlarında yaptığımız bu etkilerden haberdar bile değiliz aslında.
Küçük bir dokunuşla çökmüş bir binayı ayağa kaldırabiliyoruz bazen…
Bazen de sorumsuzca sarf edilmiş tek bir sözcükle sayfalar dolusu bir romanın kurgusunu sil baştan yapabiliyoruz.
Ya da küçücük bir virgülle, okunması zor ve yorucu olan bir cümleyi keyifli hale getirebiliyoruz bazen …
***
“İnsan insanın kurdudur”
İnsanlığın yaşadığı en büyük acıların sorumlusu doğal felaketler değil bizzat insanların sebep olduğu yıkımlar.
İnsanlığı kemiren insanın ta kendisi…
Vicdanının sesine sağırlaşan…
Olayları başkasının gözünden göremeyen, körleşen…
Ya da özetle “bencilleşen” insan; kendi hayatını kurtarmaya çalışırken kaç hayatı karartıyor aslında?
***
Zor iş “insan” olabilmek…
Ağır bir sıfat “insan”
Hak etmek gerekiyor.
İçini doldurmak gerekiyor.
“İnsan” olarak doğmak yetmiyor.
İnsan doğmak bir detay sadece…
Asıl olan insan “olabilmek” ve insan “kalabilmek” önemli…
Hiç başkalarının hayatlarına verdiğimiz zararları sorguluyor muyuz?
Gerek duyuyor muyuz buna?
Ama tıpkı müfettiş Goole’in sorgusundaki gibi kendimizle bu yüzleşmemiz bizi insan kılıyor aslında…
“Nasılsa ödemez” deyip verilmeyen bir borç paranın…
Sadece yaşamış olmak için yaşanmış ucuz bir ilişkinin…
İyice bilmeden araştırmadan yapılmış bir suçlamanın, iftiranın.
Hak edilmesine rağmen teslim edilmemiş bir ödülün…
Unutulmuş bir teşekkürün, özrün, takdirin…
“Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” diyerek görmezden gelinmiş bir haksızlığın…
Bir yalanın…
Bir başkasının hayatında nelere yol açabileceğini düşünüyor muyuz?
Defterdeki bir yanlışı silgiyle siler gibi başkasının hayatlarına verdiğimiz zararları telafi etmek mümkün müdür?
Basit bir “pardon” yeter mi kartopu gibi yuvarlana yuvarlana çığa dönüşmüş bir hayal kırıklığını gidermeye?
***
Kendi mahkememizde öfkeli bir savcı ve adil bir yargıç olmayı öğrenmekle başlarız “insan” olma yolcuğuna…
Müfettişin ziyaretini beklersek çok geç kalmış olabiliriz belki…
Biraz vicdan…
Biraz empati…
Hepsi bu…
Çok basit görünebilir ama aynı oranda zor…
Çok doğal gelebilir ama aynı oranda ender…
Bay Goole öyle güzel özetliyor ki…
“…Hayatları, umutları, acıları korkuları ve mutlu olma şansları bizim hayatlarımızla, düşündüklerimizle, söylediklerimizle ve yaptıklarımızla iç içe olan insanlar var… Bütün insanlığın sorumluluğu hepimizde…”
Bu sorumluluğun bilincinde miyiz peki?
Kendi kendimize verdiğimiz zararların faturasını kendimiz öderiz.
Peki ya başkalarının hayatlarına verdiğimiz zararlar?
Başkalarına ödettiğimiz bedeller?
“Bilmiyordum” demek geçerli bir özür mü?
“Farkında değildim” demek değiştirir mi sonucu?