İyiler de kazanır … Ken Loach ve “ümit etmek” üzerine !
Metin ve Kemal Kahraman’ın gönlünden dökülen eserdeki gibi;
“Çılgın zamanlarda yaşamak bize düştü
Ölümün acımasızlığı her zamankinden beter
Gidenler
Gelenler
Düşenler
Ah zamanın sonsuzluğunu anlamayanlar.
Düştük yola
Güzel şeyler bulmak umuduyla
Işıklarıyla büyük şehirler, yol oldu bize
İz sürdük yalnızlığa”
Kimi zaman işkenceye uğrayan bir sokak köpeği ya da kedisinde buluyoruz ruhlarımızı, kimi zaman katledilen tecavüze uğrayan bir kadının; bir çocuğun bedeninde … Bazen tatillerde inşaatta çalışırken düşüp ölen bir tabip adayının kanayan gözlerinde, bazen çilesi nasırlarına ve kurumuş tenine yansımış emekçilerin kırışıklıklarında. Ama en acısı da bu astral seyahatlere rağmen sağlıklı kalmak ve “değiştiremeden” aklı yitir(e)memek olsa gerek.
Cannes 2016’daki ödül konuşmasında “Şu anda bir umutsuzluk döneminden geçiyoruz. Böyle umutsuzluk dönemlerinden kötülük yararlanmaya çalışır. Biz yaşlılar bunun ne gibi sonuçlar doğurabileceğini biliriz. Buradan bir umut mesajı göndermeliyiz. ‘Başka bir dünya mümkün ve gerekli’ demeliyiz.” diyordu Usta Ken Loach.
Onunla ilk tanışmam üniversitenin ilk yılında; yeni ve özgür(!) dünyanın başkentlerinden biri olan İstanbul’da bir cd’ci de oldu. Türkçe’ye “Özgürlük Rüzgarı” olarak çevrilen ve yine Altın Palmiye ödülünü kazanan The Wind That Shakes the Barley ile katıldım Usta’nın “emek ve özgürlük” kervanına. Bugün Türk ve Dünya sinemasındaki suretlere ya da olay müsveddelerine değil “insan”a; özellikle ezici çoğunluktaki servetsiz bireye ve hayatlarına; yani kendinize dokunuyorsunuz Usta’nın eserlerinde. Tarihi ve olayları yazanların değil, yapanların izlerini sürüyorsunuz.
“Eğer dünyanın bu haline öfke duymuyorsanız, ne biçim bir insansınız?” diye sormuştu bir röportajında. Ülke ve gezegendeki zehir bulutlarının mahpusluk vaad ettiği günlerde öfke duyuyor; içinde biraz bile olsa vicdan ve bilinç bulunduranlar ama öfke duydukları ile kalıyorlar. Kendi küçük dünyalarımızda insanın insanla mücadelesinin yükü bir yana düzen aygıtlarının hizaya çekişinin adaletsizliği de vuruyor bizleri.
Tüm bu dalgalı sulara ve yüzümüze inen şamarlara rağmen dik durma’ya rastlıyorsunuz Ken Loach Evreni’nde. En ince ayrıntısına kadar; piyasa ekonomisine az çok dahil olmuş “shopping mall” ülkelerde yaşayan yoksul ve orta kesimin hayatında kültür farkı gözetmeksizin görülebilecek tüm neşe ve hüzünleri önce yaşıyorsunuz adalet sorgulamalarıyla. Ve Loach Sinemasının güzel yanı geliyor; billhassa Angel’s Share (Meleklerin Payı) ve Looking for Eric (Hayata Çalım At) gibi eserlerinde görülebileceği üzere hınzırca en içinden çıkılmaz durumların üstesinden geliyorsunuz. Bu dik duruş ve üstesinden gelme’de bir süper kahramana ihtiyaç yok, daha doğrusu süper kahraman sizin gibi biri yani sizsiniz; sizin bizim gibiler !
Bu ahval ve şerait içerisinde yakın zaman önce futbol efsanesi olma özelliğini halen devam ettiren Eric Cantona’nın da başrolde olduğu Hayata Çalım At filmindeki mutfak sahnesi daha da bir dikkatimi çekti:
Sevdiği kadını istemeyerek; duygusal anlamda yitiren Cantona ve Manchester United hayranı “posta görevlisi” Eric, biraz kimyasal(!) nedenlerle Eric Cantona’nın bir silüetiyle dolaşır film boyu. Yitirdiği sevgiyi yine aynı kişide bulmak ümidiyle daha doğrusu ümitsizliği ile 2 iflah olmaz üvey oğluyla “kıt kanaat” yaşarken her şeye dur dediği ilk an bu mutfak sahnesindedir. Eric Cantona ile yani kendi zihnindeki bir başka “kendi” ile hayatı sorgulamaya başlayan Postacı Eric son olarak büyük oğlunun kirli işlere karışmasından sonra tamamen ümitsizlik içerisindedir. Bulaşık yıkarken arkasında Cantona belirir ve artık “hayır” demelisin der. Eric’in hiddetle başlayan “hayır”ları Cantona’nın “kemiklerinden gelerek söylemelisin”i ile göklere ulaşır !
Bu sahneden sonra Eric, hayatta büyük bir şansa sahip olduğunu hatırlar: Arkadaşları. Ve filmin sonuna hem o arkadaşları ile hem de hasret kaldığı sevgiye kavuşarak imza atacağı “dik duruş” ve sorunların üzerine gitme azmi başlar.
Usta Ken Loach, en trajik dünya gerçeklerini tespitteki maharetini “ümit etmek” hususunda insanın kendinden bir süper kahraman çıkarabileceği noktasında en güzel konuşturanlardan.
Ümit etmek demişken, insanlığa mesajı sorulduğunda bir söyleşi de:
“Yalanlara inanmayın, onurlu ve güzel bir hayat için mücadele edin.”
demişti.