felsefe taşı

Olgunluk – Yaşlanma Sanatı

Olgunluk – Yaşlanma Sanatı
Kasım 04
23:04 2013

“Yaşlılık, korkaklara göre değildir” Bette Davis

Bedenli bir varlık olarak doğar, olgunlaşır ve ölürüz. Yaşam süremiz boyunca da ruhumuz, bedenimiz, içinde bulunduğumuz toplum ve çevre sürekli olarak birbirleriyle karmaşık bir etkileşim içerisindeyken, farkında olmadan ruhumuz olgunlaşır ve bedenimiz de yaşlanır. Ama bu yaşlanma hiçbirimizde aynı şekilde olmaz. Bedenlerimiz, ruhlarımızın olgunlaşmasına kıyasla, çok daha bilindik kalıplar içerisinde yaşlanır. Yaşlandıkça nasıl bir görünüm alacağımız ise, yaşlılığın çeşitli dönemlerinde, nasıl olacağımız hakkındaki alışılagelmiş kalıplaşmış düşünceler, benliğimizden çok görünüşümüzle ilgilidir.

Yaşlanmak garip bir duygudur; o kadar gariptir ki, bir gün gelip başkaları gibi bizim de yaşlanacağımıza bile inanmakta zorluk çekeriz. Kendi yüzümüz ve kalbimizde gerçekleşmiş olan değişiklikleri, yaşıtlarımız üzerinde zamanın bıraktığı izleri ve tesirleri gözlemlemek suretiyle algılayabiliyoruz, sanki bir aynadan akseder gibi. Her zaman beraber olduğumuz gözlerimiz için biz, hep bir delikanlı/ genç kız olarak kalırız.

Gençlerin, kuşaklar arasında bize verdikleri sırayı gerçekçi olarak irdeleyemeyiz. Bazen duyduğumuz “amca”, “teyze”, “dede”, “nine” gibi bir sözcük bizi şaşırtabilir. Acaba, bu unvanları kabul edecek yaş ve düşünce yapısında mıyız? Bunu kendimize sormakta geç mi kaldık dersiniz? Artık, ak bir saçımız, fakat yaşlanmayı istemeyen bir kalbimiz olduğu gerçeğini kabul etme olgunluğunu göstersek mi? Ne dersiniz?
Ancak, yaşarken ölmüş öyle çok insan var ki, yıllardır, rutin yaşamları dışında yaptıkları hiçbir şey yok, geleceğe yönelik herhangi bir hedef, amaç ve planları da yok. Tercih ettikleri yaşam koşulları gereği kendi tabutlarını zaten hazırlamışlar… Bu gibilerin tek bekledikleri, tabutlarının kapaklarını kapatılabilmeleri için birkaç çivi ve çekiç…

Yaşamımızda,esneklik ve değişime hangi yaşta olursak olalım uyum sağlamamız gerektiğine ilişkinJames Arthur Ray’in vurgusu anlamlıdır:“Güçlü bir fırtına koptuğu zaman, ayakta kalabilen ağaç, en çok esneyip yatabilen ağaçtır. Eğer bir ağaç, esnek değilse, kuvvetli bir rüzgâr ve fırtınada tam toprağın göbeğinden çıkar ve yıkılır. Bu açıdan bakıldığında, ‘katılık’, bir bakıma egonun hastalığıdır. Egonun öncelikli hedefi de, hayatta kalmaktır: en büyük korkusu ise ölümdür. Bu ilke, bitkiler için de, insanlar için de geçerlidir. Yaşayan her şey, esneklik ve uyumla açar, yeşerir ve çiçek verir.”

Olgunluk
“İnsan yalnız yaşadıkları ile değil, yaşadıklarından aldığı derslerle, edindiği deneyimlerle olgunlaşır. Olgunluk, hoşgörüyü tutkunun önüne koymak, öfkeyi hoşgörüye dönüştürmektir.” HanriBenazus
Olgunluk, TDK sözlüğünde, “İnsanların bilgi, görgü ve hoşgörü bakımından gereği kadar gelişmiş olma durumu, yetkinlik, Kemâl” şeklinde betimlenmektedir.
Bu bağlamda Can Dündar da olgunluğu şöyle anlatır:“Önemli değil kaç kez yenildiğin; önemli olan yenilgiden sonra yeniden doğrulabildiğin. Bu paramparça ruhlardan, çelişkili ruhlardan, çatışmanın açtığı yaralardan mucizevi bir ahenk çıkıyor ortaya… kiolgunluk diyorlar adına.”

Olgun insan bir bakıma çocuk gibidir, basit ve masumdur. Fiziksel olarak yaşlı olabilir ama içsel olarak masum bir çocuktur o. Bir insan ne kadar kendi içinde derine giderse, o kadar olgunlaşır. Kendi varlığının tam özüne ulaştığında ise, mükemmellik düzeyine erişmiş demektir.Herkes bir yılda bir yaş yaşlanır. Bunun için özel bir yetenek ya da bilgiye ihtiyaç yoktur. Oysa bir yaş daha büyümek ve olgunlaşmak için, mutlak bir şeyler yapmak, üretmek, kendini geliştirecek fırsatları bulmak ve kullanmak gerekir.

Kültürümüzde de olgunluk, bir insanın nasıl yaşadığına değil, ne söylediğine göre değerlendirilir. Duygusal tepkiler vermeyen, az konuşan ve konuştuğunda önemli görünen şeyler söyleyen kişiler olgun sayılır. Bu görüntünün gerisindeki korku ve gerçek benliğinden farklı bir kişilik imgesini sürdürme çabası çoğu kez fark edilmez. Çevresindekilerin aşırı beklentileri sonucu yaşından büyük davranan çocuk da, çocukluğunu yaşamaktan vazgeçmek zorunda bırakılmış olmasının onda yarattığı olumsuzluklar görmezlikten gelinerek “yaşına göre çabuk olgunlaşmış” olarak beğeniyle karşılanır.

Olgun insanın diğer insanlarla yakın ve sıcak ilişkiler kurabilmesinin kökeninde, kendisini de sevebilmiş olması gerçeği bulunur. Kendini sevmeyen insan diğerlerini, başkalarını sevmeyen insan kendini sevemez. İnsanın kendisine saygı duyması, ilgisinin sınırlarını kendisinden öte, diğer insanları da içerecek bir biçimde genişletebilmesiyle gerçekleşir.

Sürekli başkalarının düşünce ve fikirlerini hesaba katan insanlar hiç bir zaman olgunlaşamazlar. Onlar hep başkalarının ne düşündüğüne bağımlı kalacaklardır. Onlar, hiçbir şeyi özgün şekilde yapamazlar, söylemek istediklerini dürüstçe söyleyemezler, çünkü hep başkalarının duymak istediklerini söylerler. Bu yolla da, bir insanın olgunlaşabileceğini düşünemeyiz.“Olgunlaşmak, sürekli devam eden bir süreçtir.” diyen, Hint Mistik düşünür Osho, “Olgunluk” adlı yapıtında, konuyu bakın nasıl irdeliyor:
“Sadece biçimler değişir ve biçimlerin bir önemi yoktur. Önemli olan içindekidir. O yüzden bunu hatırla, özellikle de kabın, içindekinden önemli olduğu zamanımızda… İçindeki kimin umurunda? Kabı güzel olmalı. Unutma, sen kap değilsin. Sen içeriksin. Biçimler değişir, varlığın aynı kalır. Ve o büyümeye, olgunlaşmaya devam eder, daha da zenginleşmeye devam eder. Ve sen, ‘Olgunlaşmakla farkındalık arasındaki ilişki nedir?’ diye soruyorsun.Farkındalık, yöntemdir; olgunlaşmaksa sonuç. Daha çok farkında ol ve daha çok olgunluğun olacak. Şayet farkında isen olgunluk gerçekleşecektir.”

Yaşlanma ve Yaşlanma Sanatı Üzerine
“Yaşlanmak, bir dağa tırmanmaya benzer. Çıktıkça yorgunluğunuz artar, nefesiniz daralır. Ama görüş açınız genişler…” İngmarBergman
Dale Carnegie, 19.yy Amerikan filozoflarından SamuelUllman’ın şu şiirinden o kadar etkilenmişti ki masasının üzerindeki bir çerçeve içinde şu alıntı dururdu:
İnandığın kadar gençsindir,
Şüphelerin kadar yaşlı;
Özgüvenin kadar genç,
Korkuların kadar yaşlı;
Ümitlerin kadar genç,
Çaresizliklerin kadar yaşlı.
Yıllar cildi buruşturabilir,
Ama hevesten vazgeçmek
Ruhu buruşturur.

Yaşlanma, hücrelerden organlara kadar tüm yapılarda fonksiyonların giderek azaldığı oldukça karışık bir süreç olup, canlı organizmanın büyüme ve gelişmesinde zamanla meydana gelen gerilemelerin bir alt yekûnu ve fonksiyonel açıdan yeteneklerin giderek azalmasıdır.

Yaşlanma, bir süreçtir, doğumla başlar ve bir daha hiç durmaz. Meydana gelen fiziksel, psikolojik veya sosyal yetersizliklerin hepsi, daha önceki değişim ve gelişimlerin birer sonucudur.

Yaşlanma, asla tek boyutlu bir süreç olarak algılanmamalıdır. Toplumdaki gözlemlerimize dayanarak, 65 yaşında olup, 45 yaşında gösteren ya da 65 yaşında olup 85 yaşında gösteren insanların olduğunu söyleyebiliriz. Atatürk boşuna dememiş; “Yirmi yaşındaki yobaz ihtiyar, yetmiş yaşındaki idealist ise zinde bir gençtir.” Çünkü her insan farklıdır ve tekdir.

İsmet İnönü 1954’te 70 yaşındadır. Evde viyolonsel dersi almaya başlar. Annesi söylenir: “Oğlum, bu yaştan sonra öğrenip de ne yapacaksın?” İsmet Paşa öyle düşünmüyor. “Anne benim geleceğim var, geleceğim!” yanıtını verir. İnsanın yapacağı bir şeyler varsa, yaşlılığı göze çarpmazmış.

Yaşlı insan, bir yandan, çevresinden eksilerek gidenlerin yerine koyacak kimse bulamamanın yarattığı yalnızlığın ve giderek toplumsal statüyü yitirmekte olmanın getirdiği rol yoksunluğunun acısını yaşarken, diğer bir yandan da, kendini ölümsüzleştirmenin yollarını araştırır. Bu nedenle yaşlı insanın, zamanla olan ilişkisi, giderek ölümünden sonrasını da içerir. Yaşlıların klâsik uğraşıları arasında yer alan, miras düzenlemelerinin, gençlere daha çok destek olma çabalarının ve hayır yapma girişimlerinin temelinde, böyle bir geride bir iz bırakma isteği yatar.

Yaşlanma olayı, doğumla, hatta doğumdan önce başlar ve belirli bir zaman sonunda da hızlanır. Örneğin, 75 yaşındaki bir erkek, 30 yaşında sahip olduğu tat alma tomurcuklarının % 64’ünü, böbrek glomeruslarının % 44’ünü, omurilikteki aksonların % 37’sini yitirir. Bu yaşta ortalama bir erkekte sinir algılamaları % 10 yavaşlamış, beyine giden kan % 20, böbreklerin süzme kapasitesi % 31, akciğerlerinin canlılık kapasitesi ise % 35 civarında azalmıştır.

Fakat ölümü hazırlayan en önemli etken, metabolik eskime sonucu meydana gelen artık maddelerin (yağ ve boşaltım maddeleri, oksidanlar gibi) hücrelerin içinde dönüşşüz bir şekilde yığılmasıdır.

Yaşlılığın asıl büyük derdi, bedenin kuvvetten düşmesi değil, fakat ruhun lakaytlığa / ilgisizliğe kapılmasıdır. Burada herkesçe bildiği bir sözü tekrarlamak gerekirse, “Her yaşlının içinde, dışarıya çıkmak için deliler gibi çırpınan, hapsedilmiş bir genç vardır”.

Toplumdan topluma ve zamandan zamana değişmekle beraber, her toplumda ve devirde kabul edilmiş bir ortalama yaşam süresi vardır. Bilimsel bir alan olan “Average Life Expectancy” yani, “ortalama yaşam beklentisi” kavramının ortaya koyduğu gerçek, ortalama insan ömrünün çağlar ilerledikçe arttığıdır.
Dönem Yaşam Beklentisi
Neolitik Çağ 20 yıl
Bronz Çağı 18 yıl
Antik Yunan 28 yıl
Antik Roma 28 yıl
Ortaçağ İngiltere’si 33 yıl

Son 100 yıl içinde yaşam beklentisi nerdeyse iki katına çıkmıştır. 1905 yılında dünyaya gelen kız çocukları ortalama 49 yaşına kadar yaşıyordu.
Bugün doğan bebekleri ise Federal Alman İstatistik Kurumu’nun verilerine göre 97 yılı aşkın bir ömür beklemektedir. (Kız bebeklerde 101 yaş olarak belirlenmiştir)

Hem artık bugünkü anlayışımıza göre 65 yaş, çok önemli bir kilometre taşı olmayıp, 80 veya 85 yaş ölçeği, artık “yaşlı” sıfatını daha hak eden yaşlar olarak değerlendirilmektedir. Zaten bu yaşlara sağlıklı olarak ulaşabilen bu bireylerin anlamlı bir kısmı da artık 100 yaşına doğru yelken açmaktadır. Günümüzde, 65-70’inde insanlar, niyetleri ve kültürleri varsa, dağlara da tırmanıyorlar, sörf veya kayak da yapıyorlar. Niyetleri yoksa zaten 40 yaşında da yaşlılık sendromuna girmekteler…

Geleneksel toplumlar masanın üzerinde yıllarca aynı aile resimleri, hatıra eşyalar ya da aile yadigârlarının durmasıyla ayırt edilir. Bunu tersine modern toplumun bireyi geniş ve hızla büyüyen bir irtibat listesi, avuçiçi bilgisayarında zengin bir veritabanı ve favori sosyal iletişim ağında onlarca hatta yüzlerce mesajla nitelenir. Sıcak toplumlarda doğup büyümüş olanlarımız değişime daha alışıktır ve büyük değişikliklerle başa çıkabilme, bunları bekleyerek hazırlıklı olma hatta bunlardan hoşlanma olasılığı daha fazladır.

Bir zamanlar çocukluk sonrası sadece üç evre olduğunu varsayıyor ve bununla yetiniyorduk: ergenlik, erişkinlik ve ileri yaş/ihtiyarlık. Günümüzde ise yeni gelişen erişkinlik (ya da uzatılmış ergenlik) olarak adlandırılan bir evre yaygın kabul görmektedir. (Büyümüş çocuklarınız hâlâ evinizde mi yaşıyor? Sizi hâlâ haftada birkaç kez arayıp tavsiye ya da yardım istiyorlar mı?)
Bunun yanı sıra bir erken yaşlılık evresi (aktif emeklilik) tanımlanmıştır. Ayrıca erişkinliğin üçüncü evresi-elli ile yetmiş beş yaşlar arası-sınıflandırması birçokları tarafından kabul edilmektedir. Bu, yaşamın ilk amaçlarına erişildiği, sınırlılıkların kabul edildiği ve olgun erişkinin artık yeni ve çoğu zaman azimli bir toplum yanlısı yaklaşımla dünyayla aktif ilişki kurmaya çalıştığı bir dönemdir. Kişi belki de yaşamının hiçbir döneminde olmadığı kadar birkaç alanda çeşitli hakikatleri anlama, güzellik kavramını geliştirme ve işyerinde, seçim sandığında ya da şehir merkezinde ortaya çıkan etik sorunlarla duyarlı ve mantıklı bir şekilde başa çıkma potansiyeline ve zamanına sahiptir.

Yaşlanmanın Toplumsal Etkileri
Yaşlanırken korkunç olan genç kalmaktır”Oscar Wilde
Hayatın kendine özgü, içsel bir döngüsü vardır. Fizyologların dediğine göre her yedi yılda bir beden ve zihin, bir krize ve değişime maruz kalır. Her yedi yılda bir bedenin tüm hücreleri değişir, tamamıyla yenilenir. Aslında yetmiş yılda, bu ortalama ömürdür (Osho), beden on kez ölür. Her yedinci yılda her şey değişir; bu tıpkı mevsimlerin değişmesi gibidir.Aslına bakılırsa, insan ömrü çocukluk, gençlik, yaşlılık diye bölünmemelidir. Bu pek de bilimsel değildir. Çünkü her yedi yılda yeni bir dönem başlar, yeni bir adım atılır.

Çoğu düşün insanları ve bazı ünlü mistikler, yaşamı bu şekilde, yedi yıllık safhalara ayırarak incelemektedirler. Bu safhaları Osho, biraz da mizahi bir üslûpla şöyle betimler:
1. İlk yedi yılda, çocuk ben–merkezlidir. Tüm aile onun çevresinde dört döner. Ne ihtiyacı olursa anında giderilmelidir; yoksa öfkelenir. Anne, baba hepsi onun hizmetkârlarıdır. Yedi yıllık ilk dönemin ardından çocuk artık ben-merkezci değildir, kelimenin tam anlamıyla eksantrik olur. Eksantrik sözcüğünün anlamı “merkezinin dışına gitmek”tir. Başkalarına doğru yönelir. Artık o, çok da kendisiyle ilgili değildir, diğeriyle, daha büyük dünyayla ilgilenir. Bu noktadan sonra çocuk, muazzam bir sorgucuya dönüşür. Her şeyi sorgular. Milyonlarca soru sorar. Neden ağaçlar yeşil? Tanrı niçin dünyayı yarattı? Bu neden böyle?
2. On dördüncü yıldan sonra üçüncü bir kapı açılır. Bu evrede oğlanlar artık oğlanlarla ilgilenmiyor, kızlar da artık kızlarla ilgilenmiyor. Bu yüzden yedinci yaşla on dördüncü yaş arasında gerçekleşen arkadaşlıklar en derin olanlarıdır çünkü zihin homoseksüeldir ve hayatta hiçbir zaman, bir daha böylesi bir arkadaşlık oluşmayacaktır.
Bu dönemin arkadaşları sonsuza kadar arkadaş olarak kalacaktır. On dördüncü yıl büyük, devrimci bir yıldır. Seks olgunlaşır, kişi seks ile ilgili olarak düşünmeye başlar, cinsel fanteziler rüyalarda belirgin bir hal alır.
3. Yirmi birinci yıla gelindiğinde, bir çocuk sevgiden daha çok ihtirasla ilgilenir hale gelir. Tüm varlığı piyasaya doğru gider; para, güç, saygınlık. Yirmi birden yirmi sekize kadar kişi macera içerisinde yaşar.
4. Yirmi sekizinci yıla gelindiğinde bir insan hiçbir şekilde maceracı bir hayata girmeye çalışmaz çünkü tüm arzuların tatmin edilemeyeceğinin daha çok farkına varır.Yirmi sekizinci yıl bir bakıma hippiliğin sonudur. Hippiler, yirmi sekizde, burjuvalara dönüşürler. Devrimciler artık devrimci değildirler, konforlu bir hayatın, banka hesaplarında birazcık olsun parasının bulunmasının peşine düşerler. Şimdi artık düzen kurmak ve biraz dinlenmek zamanıdır.
5. Otuz beşinci yıla doğru, yaşam enerjisi en yüksek noktasına ulaşır. Çemberin yarısı tamamlanmıştır ve enerji azalmaya başlar. Bundan sonra kişi yalnızca güvenlik ve konforla ilgilenmekle kalmaz, bir muhafazakâr haline gelir. Artık her türlü değişime karşıdır, o kurallara uyan bir kişidir. Bu evrede insan tüm devrimlere karşıdır, statükocudur çünkü artık bir düzen kurmuştur ve herhangi bir şey değişecek olursa tüm düzeni bozulacaktır. Bundan sonra artık insan değişime kesinlikle karşıdır çünkü her değişiklik hayatının rahatsız edileceği anlamına gelir çünkü artık kaybedecek çok şey vardır.
6. Kırk ikinci yıl civarlarında, her türden fiziksel ve zihinsel hastalıklar patlak vermeye başlar. Fakat alışkanlıkların aynen devam ediyor. Otuz beş yaşına kadar yeterince yiyordun; şimdi aynı alışkanlığına devam edersen şişmanlamaya başlayacaksın. Artık bu kadar yiyeceğe ihtiyaç yok. Saçlar dökülmeye, beyazlaşmaya başlar. Ve kırk ikinci yaşa doğru ilk kez din önem kazanmaya başlar. Artık ölüm yaklaşıyor ve ilk din arzusu yükselir.
7. Kırk dokuzuncu yılda arayış netleşir; Artık bir kararlılık ortaya çıkar. Kişiden kişiye değişmekle birlikte, bu dönemde, karşı cinse duyulan ilginin giderek azaldığı yadsınamaz. Bu yüzden Hindistan’da elli yaşında bir adamın bir “Vanprasth” olmaya başladığı, gözlerinin ormana doğru, sırtının da çarşıya doğru bakması gerektiği düşünülür. Artık o hayata ve ihtiraslarına ve arzularına sırtını dönmüştür. O artık tek başınalığa, içine dönük hale gelir. (Eğer böyle tecelli ederse…Vah ülkemin insanlarına! H.Y)
8. Elli altı yaşında yeniden bir değişim, bir devrim gündeme gelir. Şimdi artık Himalayalara doğru bakmak yeterli değildir, kişi hakikaten seyahat etmeli, gitmelidir.
9. Altmış üç yaşına doğru yeniden bir çocuk gibi olursun, yalnızca kendinle ilgilenirsin. Elbette yaşam tarafından olgunlukla, anlayışla, muazzam bir zekâyla zenginleştirilmiş olarak. Ölüm için hazırlanmalısın. Bu yaş, kişinin tamamıyla kendi içine kapandığı bir yaştır. Tüm enerji içeri doğru hareket eder ve giderek dinginleşir.
10. Yetmişe geldiğinde hazırsın. Ve şayet bu doğal döngüyü takip ettiysen, ölümünden hemen önce ölümün gelmekte olduğunun farkına varacaksın.

Yaşlılığın Biyolojik Etkileri
Yaşlılıktagerçekleşen fizyolojik değişiklikleri ana başlıklar halinde özetlersek:
•Dokunma ve acı duygusu giderek hassasiyetini yitirir. Ayrıca ışığa ve şiddetli basınca karşı gösterilen tepki de, gençlik yıllarına kıyasla, zayıflar.
•Vücut ısısı gençliğe nazaran daha düşüktür. Eskisi gibi artık kolay kolay terlenmez.
•70 yaş civarında, hafıza azalması ve zihinsel tepki verme zamanı uzar.
•Mide ve bağırsaklarda bozukluklar ön plana çıkar. (ilk planda takma dişler yüzünden yiyeceklerin iyice çiğnenmemesinden kaynaklı.)

•Gözlerin, yakındaki nesnelere odaklanma güçlüğü 40’lı yaşlarda başlar, 50 yaşından itibaren, loş ışıkta görme ve hareket eden nesneleri fark edebilme becerisi, 70’li yaşlarda ise ayrıntıları görme becerisi azalır.
•Kulakların, 20’li yaşlarda yüksek frekanslı sesleri, 60’larda düşük frekanslı sesleri duyma becerisi azalır. 30–80 yaşları arasında, erkekler, duyma yetilerini kadınlardan iki kat daha hızla yitirirler.

•İleri yaşlarda, içki bırakılmak zorunda kalınmaktadır, çünkü karaciğer ve böbrekler daha az çalışır. 80’inden sonra böbrekler, 20 yaşında yaptıkları süzme işinin ancak yarısını yapabilirler. 55 yaşını geçmiş erkeklerin dörtte üçünde görülen prostat büyümesi yüzünden idrar sorunları gittikçe artar.
•Kalp, gerekli kanı yeterince pompalayamamaktadır ve atardamarlardaki sertleşme kanın akışını güçleştirmektedir. Akciğerlerin lifleri yumuşaklığını kaybettiğinden, nefes darlığı başlamakta, akciğerlerin çalışma gücü gençliğe kıyasla % 40 varan oranlarda azalmaktadır.

•Deri, daha az esnek, kuru ve buruşuktur. Elde ve yüzde çiller, siyah lekeler oluşmuş, başta kalan saçlar da beyazlaşmıştır.
•Kaslar, daha gevşek ve zayıftır. İnsanın boyu da, giderek daha kısalır. Küçülme, özellikle gövdede, hayatın yedinci veya sekizinci on yılına rastlar. Ayrıca doku kayıplarından dolayı, kişi her zaman kilosundan daha hafiftir.
•Her on yılda bir oksijen tüketimi % 5–10 oranında azalır, 75 yaşa gelindiğinde ellerin kavrama gücü % 45 azalmıştır.

•Yaşlıların vücudunda görülen aşırı şişmanlık, karın kısmının dıştan içe doğru % 13,3, karın çevresinde % 6,5 ve göğüste % 8 oranında gerçekleşir. Öteden beri, bu duruma “ihtiyarlık göğsü” denilmektedir. Yaşlı bir kimse, eğer burun ve kulak uzunluğunun ve genişliğinin arttığından şüphe ediyorsa, bu şüphesinde bir oranda haklıdır. Bu artış burun ucu için % 6’ya, kulak uzunluğu için % 10,5’e kadar gerçekleşebilir. Araştırma sonuçlarına göre, baş, yüz, el ve ayak ölçüleri genelde her yaşta aynı kalmaktadır.

Yaşla Birlikte Hafıza Değişiklikleri: Hepimiz yaşlandıkça biraz unutkanlık yaşasak da hafıza değişimi derecemiz, onunla ilgili endişemiz ve baş etmek için attığımız adımlar farklıdır. Otuzlarımıza ve kırklarımıza gelmeden “normal” hafıza şikâyetleri daha yaygın hale gelir.
Orta yaşlı ve daha yaşlı insanların çoğunun sık sık güçlük yaşadığını fark ettiği konular şöyledir:
* İnsanların isimleri,
* Önemli tarihler,
* Evdeki nesnelerin yerleri,
* Yakın ve geçmiş olaylar,
* Toplantı ve buluşmalar,
* Bilgi hatırlamak.

Yaşla ilişkili hafıza kaybı daha sıklıkla uzak, geçmiş anılardan ziyade yakın anıları içerir. Geçen hafta sonu izlediğimiz filmi unutabiliriz, ama yine de dokuzuncu sınıftaki öğretmenimizin adını hatırlayabiliriz.

Hareketlilik, zihindeki gerilemeyi bir ölçüye kadar telafi edebilir. Yine de en iyisi gerilemenin başlamasına hiç izin vermemektir. Çünkü zorlanmayan bir beyin daha 40 yaşında gerilemeye başlar, bunun sonuçları daha sonra görülür.
Buna karşılık zihnini yaşamı boyunca kullananların, sağlam bir bellekle yaşlanma şansları vardır. Bu kişiler yaşlılıkta zamanın hızlanmasından da, başkalarına göre daha az şikâyetçi olacaklardır. Yaşlılık yılları, zihinsel açıdan aktif olanlar için daha yavaş akar.

Batı ülkelerinde yaşımızı, doğumumuzdan bu yana dünyanın güneş etrafında kaç kez döndüğüne göre hesaplarız. Buna karşılık yaşlılığı bilgelikle eşit tutan kültürler, bir iç zaman anlayışına göre hareket ederler. Kadınları ve erkekleri bilge kılan, geride bıraktıkları yıllar değil, deneyimleridir yalnızca.

Yaşlanmanın Yasaları ve Yaşlılık Psikolojisi
“Yaşlanarak değil, yaşayarak tecrübe kazanılır, zaman insanları değil, armutları olgunlaştırır.” PeyamiSafa
Yaşlılığa, Asya ve Doğu kültürü insanının bakış açısı, Batı kültürlerinden farklıdır. Bir Doğu’lu bilgenin bu konudaki değerlendirmesi önemli bir saptama içerir:
“Herkes yaşlanıyor. Doğduğun günden beri her an, her gün yaşlanmaktasın. Çocukluk bir akıştır, gençlik de öyle; sadece yaşlılık hiç bitmez çünkü o hayatı sona erdirir!

Ben her zaman yaşlanmak ve büyümek arasında bir ayrım yaparım. Pek az insan, büyüme şansına sahip olmuştur. İnsanlığın geri kalanı ise sadece yaşlanmaktadır ve doğal olarak da ölüme doğru yol alırlar.
Yaşlı insan, fırtınadan sonraki sessizliğin hüküm sürmeye başladığı durumdadır. Aslında bu sessizlik son derece güzel, derin, zengin olabilir. Şayet yaşlı insan hakikaten olgunsa ki bu çok ender olarak vakidir, insan, o zaman çok güzel olacaktır.

Yaşlı insanların tatsızlaşması, rastlantısal değildir. Kendi anne-babanız bile olsa yaşlı insanlarla yaşamak çok zordur. Olumsuzluklarını kusmak için herhangi bir bahanenin üzerine atlarlar, herhangi bir şey üzerine çıldırırlar ve bağırıp çağırırlar. Çocukların mutlu olmasına, dans etmesine, şarkı söylemesine, zevkten bağırmasına müsamaha göstermezler, buna katlanamazlar.”

Son yıllarda gerek sağlık alanındaki yeni buluşlar ve gerek beslenme koşullarının düzelmesi gibi nedenlerle, insan ömrü uzamış ve tüm dünyada yaşlı nüfus artmaya başlamıştır. Bu nedenle de, yaşlılıkla oluşan hastalıkları ve durumları değerlendiren “geriatri” olarak tanımlanan yeni bir bilim dalı kurulmuştur.
Yaşlandıkça sosyal ilişkilerde, gençliğe göreceli bir azalma gözlenir. Yeniliklere, yeni şeyler yapmaya ve öğrenmeye karşı yaşlılar tutucu olur. Çevreye ilgileri azalır, sosyal ilişkileri gittikçe zayıflar. Bu durum genellikle gerçekleşmeye başlayan fiziki sınırlamalardan kaynaklanır. Ölümler nedeniyle de, sosyal çevre azalır, yeni ilişkiler kurmak zorlaşır. Yaşlılıkta kişiler aşırı tutumlulaşır, mal ve para düşkünlüğü artar.

Yaşlılar genellikle bakımlarını sağlayamadıkları zaman, gençlerle birlikte yaşamaya başlarlar. Ya da en azından onlara yakın yerlerde otururlar ve sorunlarını onlarla paylaşırlar. Günümüzde hızla değişmeye başlayan toplumsal yapılardan biri de, gençler ve yaşlılar arasındaki ilişkinin giderek artan, fizikî ve buna paralel duygusal mesafeler ile yalnızlaşma ve ayrışmadır. Bu durum yaşlıların son dönemlerini yalnız geçirmelerine neden olmaktadır. Modern toplumlarda, huzur evlerinin, kimseleri olmayan insanların toplandığı bir yer olarak değil, yaşlı insanların sosyal çevre kurabilecekleri, bakımlarının yapılabileceği, sağlık kontrollerinin olacağı gerekli mekânlar olarak değerlendirilmesi gerekir.

Yaşlandıkça Hayat Neden Çabuk Geçer?
GerritKrol, (Frizonlar Ağlamaz)adlı kitabında “Zaman parmağınızda salladığınız küçük bir zincirdir” diye yazar. Peki, ama bu zincir neden gittikçe daha hızlı sallanır? Bu soruya salt sayılar üzerinden verilen cevaplar da tatmin edici değildir. Fransız felsefeci Paul Janet 1877 de, bir kişinin hayatındaki bir dönemin görünür uzunluğunun o kişinin hayat süresinin uzunluğuna bağlı olduğunu ileri sürmüştür. Buna göre, on yaşındaki bir çocuk bir yılı hayatının onda biri, elli yaşındaki bir adam ise ellide biri uzunluğunda yaşayacaktır.

Nasıl ki dikkat çekici nesneler başlangıç noktasıyla bitiş noktası arasına yerleştirildiğinde aradaki mesafe bize olduğundan daha fazlaymış gibi geliyorsa, dikkat çekici ve çeşitli olaylarla dolu geçen bir yıl da boş ve monoton geçen bir yıldan daha uzunmuş gibi gelir. Guyau, bir dönemin görünür uzunluğunun maziye bakıp da hatırladığımız olaylarda dikkatimizi çeken açık ve yoğun farklılıkların sayısıyla tanımlandığı görüşündedir. Gençlik yılları bu nedenle uzun, yaşlılık yılları da bu nedenle kısaymış gibi gelir bize.

Guyau’nun yorumları daha uzun bir alıntıyla aktarılmayı hak ediyor:
“Gençlik, arzuları konusunda sabırsızdır; zamanı yiyip bitirmek ister, ama zaman geçmek bilmez. Gençlik izlenimleri canlı, taze ve sayısızdır ayrıca, böylece yıllar binlerce farklı şekillerde birbirinden ayrılır ve genç insan bir önceki yılı mekan içinde birbirini izleyen uzun bir sahne silsilesi olarak görür.

Yaşlılık ise, klasik tiyatronun değişmez sahnesi gibidir, basit bir yerdir, bazen her şeyi tek bir hâkim faaliyetin etrafında toplayan, gerisini bertaraf eden tam bir zaman, yer ve hareket birliği, bazen de zaman, yer ve hareket yokluğudur. Haftalar, aylar birbirine benzer, hayatın monotonluğu sürer gider. Bütün bu imgeler tek bir imgede bütünleşir. Muhayyilede zaman kısalır. Keza arzu da kısalır. Hayatımızın sonuna yaklaştıkça her yıl ‘Bir yıl daha geçti! Ne oldu bu zaman içinde? Neler hissettin, gördüm, neler geçti elime? Geride kalan üç yüz altmış beş gün nasıl oluyor da birkaç aydan uzun değilmiş gibi geliyor bana?’ der dururuz.
Zamanın perspektifini uzatmak istiyorsanız, imkânınız varsa içini binlerce yeni şeyle doldurun. Heyecan verici bir seyahate çıkın, çevrenizdeki dünyaya yeni hayat nefesi vererek kendinizi yenileyin. Geriye dönüp baktığınızda yol boyunca sıralanan olayların ve kat ettiğiniz mesafelerin muhayyilenizde üst üste yığıldığını, görünür dünyanın bütün bu parçalarının uzun bir sıra oluşturduğunu ve yerinde bir ifadeyle söylendiği gibi, ömrünüze ömür kattığını fark edeceksiniz.”

Guyau’nun bu “imkânınız varsa” sözünü onun erken bir yaşta, otuz dört yaşında öldüğünü bilerek okumak insanın içini burkar. Hayatının son birkaç yılında heyecanlanmasına neden olacak seyahatler için geçerliydi bu yasak.
Guyau’ya göre, zaman kavramı geliştirmek için hem deneyimler hem de onları depolamak için bir bellek gerekir, zira “zaman tıpkı kum saatindeki gibi bilincimizde daha en başından beri mevcuttur.

İlk kez zamanla ilgili deneysel araştırmalarda ortaya çıkan başka bir zorluk daha var. Willium James, yaşlandıkça zamanın bariz biçimde kısalışı hakkında yazarken “içi boşalmış” yıllardan söz eder.
Büyükleriniz size hep büyük gelir, ta ki kendi çocuğunuz olana ve çocuğunuzun yaşındayken anne ve babanızınkaç yaşında olduğu üzerinde kafa yorana kadar. Öğretmenler de hep yaşlıdır, ta ki yirmi yıl sonra bir okul eğlencesinde onlarla tekrar karşılaşana kadar; o zaman gözünüze gençleşmiş gibi görünürler. Birinci sınıftakiler de her yıl gözünüze daha genç görünür (tıpkı annenizle babanız gibi.) Nesnel yavaşlama öznel hızlanmaya neden olur ve biyolojik saatlerimizin hızı bu süreçte rol oynar. Bu saatlerin çoğu genç bir vücutta yaşlı bir vücuttakinden daha hızlı çalışır.

Yaşlanma Sanatı
Eğer bu kadar yaşayacağımı bilseydim kendime daha iyi bakardım. AdolphZukor
Batının tıbba yaklaşımı; geleneksel olarak iyi olma durumunu korumaktan ziyade, hastalığı iyileştirme odaklıdır. Ancak bu akım yavaşça değişmektedir. Bilim insanları araştırmalarını doğru yaşlanma ve ileri yaş sağlığına odaklamaya başlamışlardır.

Doğru yaşlanma, sadece uzun değil daha iyi yaşamak-hastalıklardan kaçınmak, faaliyetleri sürdürmek, en yüksek fiziksel ve zihinsel sağlığı korumak anlamına gelir. Doğru yaşlanmayı belirleyen şeyin, sadece yaklaşık üçte biri, hâlihazırda bireysel genetik kodlarımızda programlanmıştır. Diğer üçte ikisi, çevremizden ve büyük ölçüde yaşam tarzımızı oluşturan, yaptığımız tercihlerden kaynaklanır.
Yaşlanma sanatı, kendinden sonraki kuşaklara, bir engel olarak değil, bir destek olarak, bir rakip değil, bir fikir ortağı olarak görünebilmek sanatıdır. İhtiyarlık, kapısına “Buraya girenler, bütün ümitlerinizi kapının dışında bırakınız…” diye yazılması gereken bir cehennem hiç değildir.

Cicero, bir yıl sonra kafasının kılıçla kesileceğini bilmezken, 62 yaşında yazdığı, “Yaşlılık – De Senectute” adlı eserinde: “Yaşlıların yapacağı işler yok mudur?” diye sorar önce. Ve yanıtını sıralar: “Yaşlılar gençlerin yaptıkları işleri yapamazlar, bedensel güçleri yetmez, doğru. Ama çok daha büyük, çok daha değerli işler yapabilirler. Büyük işler, çeviklikle değil, bilgi ve düşünce gücüyle yapılır.Bir ömür, kısa da olsa, gereği gibi yaşamaya yetecek kadar uzundur. Elmalar hamken çekilip kopartılır, olgunlaşınca kendiliklerinden düşerler. Böylece gençlerin canını da bir güç koparıp alır, yaşlılarsa olgunluktan sönerler. Önemli olan, hayata doymuş olmaktır. Her çağın, ayrı ayrı giderilmesi gereken hevesleri vardır.”

Yaş ve Başarı
Sanat eserleri yaratmış, bilim alanında büyük keşiflerde bulunmuş, şu ya da bu şekilde dünyaya şekil vermiş ve dünyayı harekete geçirmiş yaşlı olağanüstü insanlarımızın varlığı bizleri teselli etmektedir.
Bu enerji dolu ihtiyarlardan birkaçını sıralarsak:
•KristofKolomb, Amerika’yı keşfe çıktığı ilk yolculuğunda, 50 yaşını çoktan aşmış durumdaydı.
•Pasteur, kuduz aşısını bulduğunda 60 yaşındaydı.
•Mimar Sinan, Süleymaniye camisinin yapımını bitirdiğinde 70 yaşını geçmişti. Selimiye camisini tamamladığında ise yaşı 86 olmuştu.
•Galileo, ayın günlük ve aylık çizimlerini yaparken 73 yaşındaydı
•Sofokles, “OedipusRex”i 75 yaşındayken yazmıştı.
•Gandhi, 78 yaşında öldürülünceye kadar, halkının hürriyet ve reform için yapmış olduğu mücadelede destekleyici ve harekete geçirici bir güç olarak hizmet verdi
•Goethe, 83 yaşında, ölümünden kısa bir zaman önce Faust’un son kısmını tamamladı.
•Freud, 83 yaşında “Musa ve Tektanrıcılık” adlı eserini yazdı.
•Nobel ödüllü Alman Doktor Albert Schweitzer, 88 yaşına rağmen Afrika hastanelerinde durmaksızın çalışarak ameliyat yapıyordu.

•Pablo Picasso, 91 yaşında ölünceye kadar verimli olarak resim yapmaya devam etti.
•97 yaşında ölen ve nükleer silahların saçtığı dehşetten insanlığı kurtarma arayışını dramatize etmek için 89 yaşında hapishaneye girmeyi seçen BertrandRussel, 80 yaşında Nobel Edebiyat Ödülünü alırken yaptığı konuşmada:
“Fert olarak insan hayatı bir nehire benzemelidir. Başlangıçta küçük, kendi yatağını güç bela dolduran, eski kayaların ve çağlayanların arasından heyecanla geçen bir nehir gibi olmalıdır. Yavaş yavaş nehir daha geniş bir hal alır, kıyıları birbirinden uzaklaşır, sular çok daha sakin akmaya başlar ve sonunda, gözle görülebilir bir kopma olmaksızın denize karışır ve kendi benliklerini kaybederler” demektedir.

•Cicero’ya yaşlılığında sorulan, “Üstad, yeniden gençliğe dönmek ister miydiniz?” sorusuna verdiği yanıt anlamlıdır: “Yarışı birinci bitiren bir at, neden bir daha başlangıç çizgisine dönmek istesin ki…”
•John Hopkins Üniversitesi mezunları arasında yapılan bir ankette, “Yaşlanmak nasıl bir şeydir ?” sorusuna verilen, “Gittikçe küçülen bir adada yaşamak gibi bir şey…” yanıtı, ankete katılanlar arasında, en anlamlı yanıt olarak kabul görmüştür.
•100 yaşına geldiğinde, ünlü ABD’ li komedyen George Burns’ e sormuşlar:
“Böyle fosur fosur puro içtiğini doktorun biliyor mu? Burns yanıt vermiş:Hayır… O öldü !”
•Bilgelik ve deneyim sahibi olmak gibi yaşlılığa özgü niteliklere daha fazla ihtiyaç gösteren, dolayısıyla daha fazla değer veren kültürler vardır. Aşağıda görüleceği üzere, Japon ressamı Hokusai tarafından son derece güzel bir şekilde dile getirilmiş olan böyle bir tavra rastlayabiliyoruz bu gibi kültürlerde:
“Altı yaşından beri nesnelerin şeklini çizme konusunda çılgınca bir tutkum vardı. Elli yaşına geldiğimde, sayısız denecek kadar çok resim yapmıştım; ama yetmiş yaşımdan önce yapmış olduklarımın hiçbirini resimden saymıyorum. Yetmiş üç yaşımdayken tabiatın, hayvanların, bitkilerin, kuşların, balıkların ve böceklerin gerçek yapısı hakkında biraz bir şeyler öğrendim. Bunun sonucu olarak da, seksenime geldiğim zaman daha fazla ilerlemiş olacağım; doksanımda nesnelerin sırrına ulaşabileceğim; yüz yaşına geldiğim zaman, şüphesiz olağanüstü bir aşamaya ulaşmış olacağım; yüz on yaşına geldiğim zaman ise, yaptığım her şey, ister bir nokta, isterse çizgi olsun, canlı olacak”.

(Yetmiş beş yaşında, benim tarafımdan yazılmıştır; bir zamanların Hokusai’si bugün GwakioRojin, resim yapmayı deli gibi seven yaşlı adam)
•Porto Riko’nun Ceiba Kasabası, büyük çellocu Pablo Casals’ın 1973’teki ölümünden önce son yirmi yılını geçirdiği yerdir. Çocukken annesinin verdiği yıpranmış bir kopyadan Bach’ın çello süitlerini çalışmak dışında çok az şey yapan Casals, adını duyan ünlü bir besteci tarafından İspanyol kraliyet ailesi için çalmak üzere davet edildikten sonra kariyerinde hızla yükseldi. 23 yaşındayken Kraliçe Victoria için, 85 yaşındayken Başkan Kennedy için Beyaz Saray’da çaldı.Aradaki altmış yıl, müzik dünyasında uzun bir kreşendo oldu. İspanya’da öyle çok sevildi ki, kralın karşısında çalarken dinleyiciler kraliyet locasını işaret edip, “Bu bizim kralımız, ama Pablo bizim imparatorumuz!” diye bağırdılar.

93 yaşındayken bir gün, bir komşusu neden her gün üç saat çello çalışmaya devam ettiğini sordu. Casals, “Belli bir ilerleme görmeye başladım… Bu konuda daha iyi olduğumu fark ediyorum,” diye yanıtladı.Pablo Casals, 97 yaşında yayını elinden son kez bırakana kadar müziğe hiçbir zaman ara vermedi. Uzun yaşamının sonlarına doğru, insanlar ona neden yavaşlamadığını sorduğunda, “Emekli olmak ölmektir,” derdi.
Olgunluk ve Yaşlanma İlişkisi
Olgunluk ve yaşlanma arasında çok önemli ve büyük bir fark vardır ve insanların kafası, bu konuda hep karışık kalmıştır. İnsanlar, yaşlanmanın olgunlaşmak olduğunu zannederler, ancak yaşlanma bedene ait bir olgudur. Herkes yaşlanır, herkes ihtiyarlar ama olgunluk her zamanda yaşla paralel ilerlemez. Olgunluk, içsel bir gelişimdir.

Yaşlanmak bireyin isteyerek ve bilerek yaptığı bir şey değildir. Yaşlılık, fiziksel olarak kendi kendine gerçekleşen bir şeydir. Doğan her çocuk, zamanla yaşlanır. Olgunluk ise, bireyin salt kendi yaşamına getirdiği bir şeydir; o bir farkındalıktan çıkar.
Bir kimse tam bir farkındalıkla yaşlanırsa, olgunlaşır. Yaşlılık, farkındalıkla birlikte, yaşantı farkındalıkla birlikte, olgunluğu oluştururlar.
Olgun bir kişi, aynı hatayı asla iki defa yapmaz. Ama bir kimse sadece yaşlıysa aynı hatayı defalarca ve defalarca tekrar eder durur. O bir çemberin içinde yaşar, çünkü hiçbir zaman bir şey öğrenmemiştir.

Ünlü bir düşünür. “Yaşlanmak bilge olmak demek değildir. Eğer gençken bir aptalsan ve artık yaşlandıysan, sadece yaşlı bir aptal olursun, hepsi bu…” Bu tümcede bir yanlışlık var mı? Biraz düşünelim.
Yeni doğan bir bebeği izleyelim. Her doğumda aynı mucize tekrarlanıyor. Hayat tekrar tekrar nasıl “olunacağını” doğrultusunda bizlere yol göstermeye devam ediyor. Hayat bizlere, tekrar tekrar, hayatın her gün yenilendiğini söylüyor. Yaşlı insanlar ölüyor, yeni küçük bebekler doğuyor. Bunun anlamı ne? Çok açık ki, hayat yaşlılığa inanmıyor. Aslında, hayat ekonomistler tarafından yönetilseydi, bu durum ekonomiye aykırı görünürdü, savurganlık gibi görünürdü. Yaşlı bir adam – eğitimli, hayat ve dünya konusunda deneyimli – tam hazır olduğu zaman, tam bilge olduğuna karar verdiği zaman ölüm o insanı alıyor ve o insanı bilgisiz, birikimsiz, tümüyle taze küçük bir bebekle değiştiriyor. Bir nevi “TabulaRasa”, her şey sürekli baştan yazılmalı…

Çoğumuz yaşlılığın ne olduğunu biliriz, çünkü hoşlansak da hoşlanmasak da yaşlanıyoruz. Yaşlılık olgunluk değildir. Olgunluğun bilgiyle hiçbir ilgisi yoktur. Yaşlılık bilgiyi içerebilir, ama olgunluğu içeremez ama öte yandan yaşlılık, edindiği bütün deneyimle, bütün geleneklerle sürüp gidebilir.
“Yaşamak ve Ölmek Üzerine” adlı yapıtında J. Krishnamurti, olgunluğun, şu ana kadar bildiğimizin aksine, uzun bir sürecin sonunda değil de, anlık olduğunu iddia etmektedir.

“Öyleyse olgunluk birdenbire gerçekleşir, zamanla değil. Aşamalı bir biçimde olgunlaşamazsınız; olgunluk ağaçtaki meyvede olduğu gibi değildir. Ağaçtaki meyvenin zamana, karanlığa, taze havaya, gün ışığına, yağmura gereksinimi vardır ve bu süreçte olgunlaşır, düşmeye hazır hâle gelir. Ama insanda olgunluk, meyvenin olgunluğu gibi değildir, çünkü insan birdenbire olgunlaşır yani, ya olgunsunuzdur ya da değilsinizdir.

İnsanlar, doğaya yaklaştıkları ölçüde yaşlılara karşı zalimce davranışlarda bulunurlar. İhtiyar kurt, avına yetişip onu öldürebildiği sürece sürüden saygı görür. İlkel insanlar da bu konuda, tıpkı hayvanlar gibidir.
Güney denizlerinde yakın geçmişte yaşayan bazı kavimlerde, her aile, kendi yaşlılarını bir Hindistan cevizi ağacı üstüne çıkarır, sonra da ağacı kuvvetlice sarsarlardı. Eğer babaları henüz ağaca tutunabiliyorsa, yaşamaya devam etmeye hakkı vardı. Eğer düşerse, hüküm verilmiş ve karar böylece uygulanmış olurdu.
Esasen, ruhun kusurları da, bedensel kusurlar gibi, çoğu kez ihtiyarlıkla birlikte artmaya başlar. Yeni fikirleri hazmedecek gücün yokluğunda, yenilikleri özümseyemeyen ihtiyarlar, olgunluk yaşlarının eskimiş fikirlerine, hırçın bir inatla yapışırlar. Koltuk değneği gibi, kendilerine eşlik eden tecrübelerinin üstünde yükseldikleri zaman, sorunlara hâkim olduklarını sanırlar. Kendilerine karşı çıkıldığında ise, bunu bir saygısızlık olarak algılayarak, kızar ve köpürürler.

İhtiyar, fiziksel yaşıyla orantılı olarak, hayattaki dostlarını birer, ikişer kaybeder ve onların yerine yeni dostlar koymakta da gençliğindeki kadar başarılı olamaz. İhtiyarın çevresindeki vaha kurumaya ve çöl yavaş yavaş genişlemeye başlar. Eğer kendisine hem çok yakın, hem de çok korkunç görünmezse ölümü, yalnızlığa tercih edeceği günler yaklaşmıştır.”

Nasrettin Hoca’ya sormuşlar:
•Gençliği neye benzetirsin Hoca?
•Peş peşe gelen hapşırığa
•Neden?
•Elde olmadan gürültüyle çıkar ortaya, bitmeyecek gibi görünse de, pek kısa sürer ve her kese aynı şeyi söyletir “Çok yaşa”…
Belli yaşlarda kendimizi sevmemiz çok kolay ama neden yaşlandıkça kendimizi önceki kadar sevemiyoruz? Zaman içinde hayatın her aşamasından geçecek değil miyiz? Yaşlılara karşı davranışlarımıza dikkat edelim, çünkü yaşlandığınızda, bizlere de öyle davranılacak!

Çalışmayı, konuyu anlamlı bir şekilde vurgulayanCahit Sıtkı Tarancı’nınABBASşiiriyle sonlandırmak istiyorum:
HaydiCANBABA vakit tamam;
Akşam diyordun işte oldu akşam.
Kur bakalım çilingir soframızı;
Dinsin artık bu kalb ağrısı.
Şu ağacın gölgesinde olsun;
Tam kenarında havuzun.
Aya haber sal çıksın bu gece;
Görünsün şöyle gönlümce.
Bas kırbacı sihirli seccadeye,
Göster hükmettiğini mesafeye,.
Ve zamana.
Katıp tozu dumana,
Var git,
Böyle ferman etti Cahit,
Al getir ilk sevgiliyi Çamlıca’dan;
Yaşamak istiyorum gençliğimi yeni baştan.
Cahit Sıtkı Tarancı -Küçük Çamlıca

KAYNAKÇA
•Gardner,Howard Hakikat, Güzellik ve Iyilik“Truth, BeautyandGoodness”
•Klein, Stefan (Dr.)Zaman (Yaşamın Hammaddesi)
•Krishnamurti, Jiddu Yaşamak ve Ölmek Üzerine
•Osho Olgunluk (Kendin Olma Sorumluluğu)
•R. Covey, Stephen 3’üncü Alternatif-“The 3rd Alternative”
•Ray,James Arthur Spiritüellik Nedir? Nasıl Kullanılır?-(PracticalSpirituality)
•Rose, Steven 21. Yüzyılda Beyin
•Small, Gary (Dr.) Hafızanın Kutsal Kitabı / The Memory Bible
•Tolon, Mahmut K Ön yargılar güzeldir/ortak akıl için kuğu şarkısı
•Yıldırım, Halit Yaşlanma Sanatı (2008) Konferansı

21.617 kez okundu
Paylaş

İlginizi Çekebilir

  • İnsan Hakları Günüİnsan Hakları Günü Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 10 Aralık 1948 de 30 maddeden oluşan İNSAN HAKLARI EVRENSEL BEYANNAMESİNİ kabul eder ve 10 Aralık gününü İnsan Hakları Günü olarak ilan eder. Her insan […]
  • İnsan Neyle Beslenir?İnsan Neyle Beslenir? İnsan neyle beslenir? "İnsan var biçim biçim, ölürem insan için. Alem bana düşmandır, insan sevdiğim için. Hele goooy gooy goy ..." İnsan sevgisinin goy goyluğuna dair, İzzet Altınmeşe […]
  • Ofsayta Düşen Oyuncuyu Kovalamak!Ofsayta Düşen Oyuncuyu Kovalamak! Yalan yanlış dahi olsa fikrini ifade edebiliyor musun? Fikrini ifade ettin diye başına bir şey gelmeyebiliyor mu? Kendini ifade ederken nefret söylemine başvurmaktan kaçındın mı? Bunların […]
  • Son Okuduklarım – 13Son Okuduklarım – 13 *SELMA ÇOLAK " Türk Mitolojisi 101 " ( 207 sayfa )* Türk Mitolojisi için adı gibi tam bir başlangıç kitabı. Oldukça sade ve sistematik bir anlatımı var. Tavsiye ederim. Kitaptan […]

Sosyal Medyada Takip Edin

Üye Olun

Yazarlar

Kategoriler

Takvim

Kasım 2024
P S Ç P C C P
« Eyl    
 123
45678910
11121314151617
18192021222324
252627282930  

Arşivler