Ölüm
İlk yazımda hayat ölümden doğar demiştim şimdi bir de ölüme bakmak gerek diye düşündüm. Yaşam dediğimiz şey doğum ve ölüm arasındaki bir süreç. Ama doğmak aynı zamanda ölmeye başlamak demek değil mi? Çünkü doğduğunuz anda öleceğiniz kesinleşmiş oluyor. İster kısa ister uzun bir süreç olsun geçireceğiniz dönemin sonucunda varacağınız tek bir nokta var, o da ölüm. Ölüm sonrasında ne var diye bakmadan önce ölüme giden yolda ne var diye bakmak gerek sanırım. Hayata ölüme giden yol diye bakınca ortaya çıkan dinler ve inançlar her şeyi ölüm sonrasına göre kurgulamış. İnsanların yapacağı kötülüklerin ölüm sonrası cezalandırılacağını söylemiş hepsi. Bu bir adalet kurgusu. Dünyada iyi insan ol, iyilik yap, ya da kötülük yapma ki, tanrı da sana karşı adil olsun ve son yargılama gününde seni cennetine kabul etsin. Tabii burada da yine ölümden sonra başlayan bir yaşam inanışı var. Konuyu dağıtmak gibi olacak ama bu inanış gerçekse ve eğer ölüm bir yeniden doğum anlamına geliyorsa diğer ölüme gidinceye kadar yine bir yaşam mı var acaba? Varsa nerede, nasıl?
Konumuza dönelim, insanlar aslında tüm yaşamları boyunca ölümü düşünürler, dediğim gibi inançların onlara verdiği bir korkudur bu aslında. Hastalanıp öleceğim, vaktinden önce öleceğim, çocuğum eşim yalnız kalacak, ya da vaktim artık geçti bir türlü ölemiyorum düşüncesi sürekli olarak aklımızdadır. Ölüm insanı neden bu kadar korkutur? Acaba inanç diye bir kavram olmasaydı da her konuya bilimsel gözlüklerle bakabilseydik ölüm korkusu olmayacaktı da ölüm olgusu mu olacaktı dersiniz? O zaman “öleceğiz günün birinde öyleyse bu ana bakalım, öldükten sonra zaten öldüğümüzü bilmeyeceğiz ki ve acı çektiysek acıyı hatırlamayacağız ki” mi diyecektik acaba? İşte tam da bu cümlelerle bazı öğretiler bize ölümü aşmanın önce bu dünyada anı yaşamayla sonra da içsel olarak ölümü deneyimlemeyle olacağını söyler. Anı yaşamalıyız, tam da bu andan zevk almalıyız, o anda yaptığımız her şeyden. Kitap okumaktan, sevişmekten, yüzmekten belki de o anda ölüyor olmaktan bile. Önü ve arkası olmadan, gelecekte ne olacak diye kaygılar taşıyıp geleceğe olumsuz duygular aktarmadan ya da geçmişte şunu yaptım bunu yaptım, o bana bunu yaptı, şu da bana bak ne yaptı diye sürekli geçmişe bağlı kalmadan, anı yaşamak. Gerçek mutluluk anı yaşamak belki de.
Peki ölmeden içsel olarak ölümü deneyimlemek nasıl bir şeydir? Bunun için sanırım dünyasal değerlerden arınmak gerekiyor, kendini maddi koşulların üstüne çıkarmak, belki meditasyonla kendini arındırmak ve kendi içindeki kendini bulmak ve sonra onu gözlemlemek. Kendinin dışına ulaşmak. Dışına ulaştığın zaman önce maddi varlıktaki kendini sonra öte alemdeki kendini görebilmek. Böylece ölmeden ölünce nereye gideceğini, orada ne olduğunu bir anlamda yaşamak.
İki kitap var, biri Tibet’in Ölüler Kitabı. Çok ilginç ve size öldükten hemen sonraki yolculuğunuzu, ne yapıp ne yapmamanız gerektiğini söylüyor. Size ışığa olan yolculuğunuzda rehberlik ediyor. Söyledikleri doğru mudur bilmem ama bir okumakta yarar var.
Diğeri Misır’ın Ölüler Kitabı. Bu elbette daha ünlü bir kitap ve bize ölünün öte dünyaya giderken Thoth’un kayığında yapacağı yolculuğu ve sonra Maat’ın kalbi tüyle tartıp onu ölüler diyarına almasını ya da bunu hak etmiyorsa yani tüy kalpten ağır geliyorsa ruhunu tamamen yok etmesini anlatıyor.
Daha önce dediğim gibi bu tartı aslında adaletin tartısı. Ve insanı manevi yolculuğunda yapacağı yolculukta dünyadaki edimleri ile ölçüyor. Bu inanış bütün inançlarda ve sonra kurulan dinlerde çeşitli şekillerde var ama hepsi dünya yaşamı sonrası adalet duygusuyla kendini göstermiş ve insanları ölüm korkusuyla yüzleşmek, dolayısıyla bu hayattaki günlerini anlara bağlı olmadan sadece ölümü düşünerek geçirmeye zorlamış. Böyle bakınca ne kadar yanlış ve ne kadar başarısız bir yöntem öyle değil mi? Çünkü amaç kötülük yaptırmamaksa dünya üzerinde iyiliğin ne kadar az, kötülüğün ne kadar çok olduğunu hepimiz gözlerimizle görüyoruz. Demek ki ölüm ve sonrasında cezalandırılmak korkusu insanları kötülük yapmaktan alıkoymuyor tıpkı idam cezası gibi. Bu da insanların inançları olsa da aslında inançlarına inanmadıklarını sadece inanırmış gibi yaptıklarını göstermez mi? Daha önceki bir yazımda da değinmiştim, insanlar sadece başkalarının başına gelen kötü şeyler için Allah’ın sopası yok ki” gibi deyimleri kullanıyorlar. Kendi başlarına gelenler için bunu kabul etmiyorlar. Ben ne yaptım da bu başıma geldi, benim bir suçum yok ki yollu inkarlar çok görülüyor. Halbuki belki de bir anlamda bu dünyada yaptığımız hataların bedelini belki de bu dünyada ödüyoruz. Ama bu hataları kendimize itiraf etmiyoruz ve hep başkalarının suçlarını görüyoruz. İşte en büyük hatamız bu olabilir. Eğer bu dünyaya bir görev için, ya da tekamül yolunda ilerleme fırsatı için gelmişsek o zaman ölüm bizim için bir aşamadır sadece.
Burada elbette reerkarnasyondan söz etmiyorum ama ruhun ölümsüzlüğünden söz ediyorum. Ölmek, ölümü yaşamak ruhumuzun tekamülünde maddesel doğumla maddesel ölümü arasında yaşadıklarından alacağı dersler yoluyla bir aşama olabilir. Öyleyse bırakın ölüm gelsin, onu da hayatımızda yaşadığımız her an gibi mutluluk ve huzurla kucaklayalım ki, ölümden sonraki yaşamımız ve ruhumuzun yapacağı yolculuk bizi ışığın kaynağına doğru bir adım daha yaklaştırsın.
Ölüm sonrasında ne var, buraya tekrar gelecek miyiz derseniz, elbette öncelikle bilmiyorum diyeceğim ve sonra eğer diye başlayacağım. Bilimsel olarak ölümden sonra bir şey yok, öldünüz gömüldünüz size ait bir anı ya da yeni başlayan bir süreç yok sizin için. Öldünüz ve hiçlik.
Bunun tersini söyleyen araştırmaların tümü beyin ölümü gerçekleşmeyen kalbi bir süre duran hastalarla yapılan çalışmalar. Çünkü beyin ölümünün ne yazık ki geriye dönüşü yok. beyin faaliyetleri duran, yavaşlayan, komada ya da bitkisel hayatta olan hastaların beyin ölümleri gerçekleşmiş olmuyor. Dolayısıyla bu deneyimlerden sonra aradaki dönemi anlatanların tümü hayallerini, rüyalarını ya da halüsinasyonlarını anlatıyor olabilirler. Çünkü beyin ölümleri gerçekleşmedi, beyin ölümü gerçekleşenlerin geri dönüşü de imkansız olduğu için gerçek deneyimi onlardan öğrenemeyiz.
Peki bu olaya felsefik bakış açısı ne olabilir? Ruhun ölümsüzlüğü kavramına inanırsak (inanma demek zorundayım çünkü bilimsel kanıtı yok) o zaman bu dünyada yukarıda söylediğim gibi doğumdan ölüme kadar belli bir deneyimi edinmek için yaşadığımızı söyleyebiliriz ama bu yaşamın tek bir amacı var; ölmek. Sadece ölmeden önce kendisinin seçtiği ya da ona verilmiş olan deneyimi yaşamalı ki, ruhunda bir inceltme daha yapabilsin. Böylece yaşadığımız bütün ölümlerden sonra yeni bir ölüme kadar geçen dönemde yeni bir deneyim elde etme şansımız olabilir. Ama bu şansı belki de bu dünyada değil ama titreşimi farklı, farklı maddi kavrama sahip başka dünyalarda gerçekliyoruz. Örneğin Hitler’in de ne yazık ki bu dünyaya ruhunu yontmak için bir deneyim yaşamaya geldiğini söyleyebiliriz. Aynı şekilde onun katlettiği milyonların da.
Eğer durum böyleyse o zaman tarih boyunca var olan ve hâlâ varlığını sürdüren bütün ezoterik öğretim sistemleri (Mısır inisiyasyonu, Pisagor inisiyasyonu, Kabala, Tasavvuf, Bektaşilik, Gül Haç Cemiyeti, Masonluk vb) bize ölümlerimiz arasında ölüme doğru giden yolda yaşarken edinmemiz gereken deneyimin anahtarlarını veriyor olabilirler mi?
Yani bütün bu kurumlar ölmeden ölmenin yolunu bize öğretiyor ve tarihin çok derinliklerinden gelen bir ana bilgiyi zihnimize nakşediyor olabilir mi acaba? Ruhumuzu ışığa giden yolda eğitmemiz için gereken sabrı, basireti, itidali, aklın kuvvetini bize sembollerle mi veriyorlar dersiniz?
Ki, biz o sembolleri hayatımız boyunca yavaş yavaş çözüp sıradaki ölümümüzü sembolik olarak yaşayıp, gerçeği için gereken zamanı bulunduğumuz ana saygı duyarak ve o andan çıkmaya çalışmayarak mı geçirmeliyiz dersiniz? Ya da bu “an” dediğimiz şey zamanın bir döngü içinde bütün olasılıklarıyla var olduğu ve bizi dışına asla çıkarmayan bir kader çarkı mı? Ne dersiniz?