Cehaleti Kutsamak
“Işık ver, karanlık kendiliğinden dağılır.” Desiderius Erasmus
En kötü dalkavukluk, halk dalkavukluğudur ve bu bir ülke gerçeğidir…
Her türlü kepazelik sonrası: “Bir dakika sorumlu biziz, onların seviyesine inmedik” diye kendine baygın baygın bakıştır. “Ama doğru, yaptılar ama neden yaptılar 300 yıl öncesine dönelim…” diyerek kendine yüzyıllarca eziyet etmek ve cehaleti aydınlatmayı seçmeyip onu her daim haklı görüp adeta kutsamaktır. Yığının yığın olarak kalmasından ekmek kazananın da en büyük çakallığıdır.
Hayat cehalete göre kurgulanamaz. Kurgulanırsa rezillik içinde debelenilip durulur. Popülistin vücudunda var olduğunu bilip kullanmadığı organları: Dalağı, böbreği hatta tüm organları ruhu ile birlikte satıştadır ve cehaleti kutsamak hiçbir durumda normal olarak kabul edilemez.
Nasıl ki kör cehaleti basitçe hor görmek aşağılamak hiçbir işe yaramayan kolay bir çözümse diğer uçta ondan bin beteri olan halk goygoycusu yer alır. İnsan gibi insan, toplum şakşakçılığı veya dalkavukluğu yapanlardan uzak durur. Geniş kitleyi her daim kutsayıcı şakşakcının ne yapmak istediği herkesçe bilinir. “Onu anlayalım” bahanesi ile ondan geçinenlerin hikâyesidir bu…
“Küçümsemek küçülmektir” mottosu aklından çıkmaz hiçbir zaman amaç kitleye sövüp saymak değildir. Eylem insanı olup, bir diğeri denilene ulaşıp konuşup tartışmaktır. Üstten bir bildiri tavır ile değil tesviyede bir fikir değiş tokuşudur bu. “Yığının fikri bol bilgisi kıttır” denilebilir lakin o zaman tüm çabalar beyhudedir zaten. Oysaki insana dair ümit asla kesilmez, bu yönde çabadır esas kutsal olan.
Bilginin iktidarına ve iktidarın bilgisine sahip olanlar, ‘Cahil’i içten içe hep çok sevmişlerdir. Kendi menfaatleri için kullanılan düşünmeden uygulayan, sorgulamadan biat eden geniş kitleler hep ekilecek tarlalar olarak görülmüştür. Siyaset de bu tarladan çokça hasat yapmıştır. Seçim meydanlarında cehalet kutsanmıştır. Din ve siyasetin bir arada kullanılması ise bu cehalet tarlasını çok tehlikeli kullanımına fırsat sunmuştur. İki cümle üst üste konuşunca beynin işlemcisi tıkanan yapıların “öl de ölelim”e bağlaması çok kolaydır.
Prof. Dr. Kerem Doksat şöyle diyor: “Popülistin rasyonalizasyonu hazırdır: “Halka iniyoruz efendim.” İnmeyin Kardeşim! Hele bizimki gibi cehaletin kol gezdiği, feodal, ataerkillikten ve yaşlı-erkillikten kopamamış ülkede halka inilmez, halk yukarıya çıkarılır.” Cahil, cesurdur öteden beri ama bir yandan da bilirdi cehaletini, er ya da geç değişmesi gerektiğini… Günümüzde ise vurdumduymazlıkla bekliyor tüm değerlerin yıkılıp siyasilerin ayağına gelmesini cehaletin kutsanmış karanlığında.
“Cahillik, bilginin tersine insanın kendine olan güvenini artırır. Bilgi, içinde kuşkuyu da taşıdığından, cahillik kadar güvenli değildir”. Üstün insan halk yardakçısı değildir. “–mış gibi” yaparak seviye düşürmez… “Onlar gibi davran, araya duvar örme, -mış gibi yap başka türlü onları kandıramazsın” demez.
Cehaletin kara bulutlarını dağıtacak olan ışık akılcıdır, nakilci değil. Dolayısıyla hurafe ve boş inancın yolu ile bir fikri savaş söz konusudur. Taassup ve dogma ile mücadele devam eder. Zira taassup mütalaa etmez, “bu budur” ile keser atar. Cehaleti kutsayan ama kendisi cahil olmayan insancıklar bu dogmatik zihinleri kullanmayı bırakmak istemez.
Niteliksizlik toplumun geneline sirayet edince, cahil güce de kavuşunca önce onu kutsayan ama ondan olmayanı harcayacaktır. Cehaletin haddini bilmez bir hale gelmesi, ceberutlaşması toplumlar için büyük bir tehlikedir! Yığın zaten farklılıktan hoşlanmamaktadır. Kutsanan cehaleti ile ciddi bir güce kavuşmuş aklı rafa kaldırmış kitleler mağdurluk edebiyatında buluşup farklı olana taarruz edeceklerdir. Vasat ego farklılıktan nefret eder. Yığın, yığın gibi olmayandan haz etmez. Bu noktada kabileden olmayan bireyin görev bilinci ortaya çıkacaktır. Kitleden, rahatsız edici yığından kaçarak özgürleşilmez. Fikren savaşarak yani Sokrates’in dediği gibi: “kaçarak değil, kalarak özgürlük” kavramı önemlidir. Özgür bir yaşam gökyüzünden zembille gelmez; her gün mücadele ederek, savaşarak kazanılır.
Konuya ait araştırmalar bize şu tespitleri sunmaktadırlar: “Niteliksiz insanlar, durumlarının farkında olmazlar ve özeleştiri nedir bilmezler. Kendilerini ve niteliklerini abartma eğilimi gösterirler. Nitelikli insanların değerini anlamaktan acizdirler. Niteliksiz insanlar, kendilerinden öylesine emindirler ki, ikna edilemezler”. “Günümüzde dünyadaki temel sorun, cahillerin kendilerinden son derece emin, akıllıların ise şüphe içinde olmalarıdır” der Bertrand Russel.
Cehaletin, karanlığın, kaybedilen erdemlerin tek sebebi olarak halkın genel niteliğini beğenmeyen aydınları ve hatta cumhuriyeti görmek ucuz bir üçkâğıtçılıktır. Bu çakallığın sonu Atatürk ve silah arkadaşlarına da alttan alttan saydırmayı getirir. Uygulamalarda zaman içerisinde birçok hata yapıldığı doğrudur lakin yozlaşmaya tek sebep olarak “halkı ötekileştirme” gibi eziğe, mağdura bağlamış söylemler art niyetli bir yaklaşıma işarettir. Medeni insan içinde bulunulan durum nasıl olursa olsun ağlaşmayıp çözüm üreten çaba sarf eden insandır.
Modern görünümlü cehalet yardakçılarını fırsat buldukça; Mustafa Kemal Atatürk’e karnından konuşarak laf sokmaları, “Anıtkabir’e gitme ile ilgili mırın kırın etmeleri”, ortaya karışık iki din-iman serpiştirmeleri, mutlaka ama mutlaka halk dalkavukluğu yapıp, “ezberinizi bozacağız” diye aynı zevzek laflar etmelerinden tanıyabiliriz.
Albert Camus “İnsan, ne ise o olmayı reddeden tek mahlûktur.” diyor. Kitleye yağ çekerek, onu pohpohlayarak, sırtını sıvazlayarak, hatasını görmezden gelerek topyekûn ilerleme sağlanamaz. Denildiği gibi: “Fırıncıya yağ çekerek ekmeği pişiremezsin”, ham ise fırına geri göndermek gereklidir, ekmek yağ çekme ile olmaz, millet de ona yağ çekerek olgunlaşmaz. “Size yeni bir halk bulamayız” klişesine gülüp geçerek çağdaş, laik, yüksek standartlarda eğitim ve hayat boyu iyi, doğru ve güzele yönelik gelişim desteklenmelidir.
“Sokratik diyaloglarda, ütopik tasarımlarda ya da erken dönem Türk romanlarında karşımıza çıkan ‘Cahil’ önemli bir şey yapmaya teşvik ediliyordu: öğrenmeye. Öğrendikçe değişip dönüşebilecekti ve en nihayetinde, cahil olmaktan kurtulabilecekti. Zira cehalet, giderilmesi gereken bir maraz, düzeltilmesi gereken bir kusur olarak görülüyordu. Bu düşünce geleneği ile gerek Telsim reklamlarında, gerekse seçim meydanı nutuklarında karşılaştığımız yaklaşım arasında fersah fersah fark var. Bugün artık cehalet, giderilmesi gereken bir maraz, kurtulunması gereken bir karanlık veya aşılması gereken bir kara kuyu olmaktan çıktı. Artık cehalet utanılacak bir şey değil. Artık ‘Cahil’ kendini değiştirmek zorunda değil. Aksine, aman zahmet buyurmasın; o olduğu gibi kalmalı, mümkün olduğunca sabit. Bilginin iktidarına ve iktidarın bilgisine haiz olanlar, ‘Cahil’i tam da bu hâliyle tanıyıp benimseyerek bağrına basmalı. Ne yapıp ne edip muhakkak ‘Cahil’e yaranmalı. Ne yapıp ne edip ‘Cahil’in oyunu almalı.” diyor Elif Şafak.
Cehaleti kutsarız, çünkü bu toprakların âdetindendir; belki safça bir reflekstir güçsüz, niteliksiz gördüğünü korumak… Bu açılan kapıdan girecek olan ise saf karanlık olacaktır. Siyaset alanında cehalettir o kutsanan, işlenen toprak, omuzlarından yükselen basamak; iktidarlar cahili içten içe hep çok severler bu yüzden. Az çekmemiştir insan toplulukları bu alışkanlıktan. Evrensel ve laik eğitimin lanetlendiği, cahilliğin kutsandığı ülkelerin düştüğü çukurdur bu. Düşmüşlüğü, niteliksizliği, bitmişliği özümseten, normalleştiren ve cehaleti göklere çıkaran, oy kaynağı yapan yapılar; yerin dibine batasıcalar…
Cehaletin gittiği kör kuyu bilginin reddine doğru gidince kâbusun boyutu da giderek katmerlenir. Aklını mensubu oldukları tarikatlara ve bu tarikatlardaki “kifayetsiz muhterislere” teslim eden, sorgulamayan bir nesil her alana egemen olursa cehalet avukatı “duvar örmeyin araya”cılar da kaçacak delik arayacaklardır. Bilginin lanetlendiği, cehaletin kutsandığı dönemlerde antin kuntin tiplere sıkça rastlanır olur. “Tüm suç bizde, sen ne yaptın ki, tek sorumlu biziz”ci bu mazoşist tipler, Şener Şen filmlerindeki repliklerin saf kahramanlarını hatırlatır ve cahil kitle adına kepazelikleri örtmek için ötmeye devam ederler: “Yaptılar ama sor bir neden yaptılar…”
Dostoyevski, “Bilgisizlik, soytarılık demektir; pislikten farkı yoktur yani” diyor. Çağın vebası cehaletten beter, cehaletin kutsanmasıdır. Bunu da en iyi cahil olmayan menfaatçiler yapmaktadır. Son dönemlerde cehalet yüceltiliyor, cahil kitle kendini bilenlerden yüksek hissediyor, haddini bizzat kendisi bilmiyor, her şeyi kendine hak görüp bilgi peşinde koşmanın da fayda getirmeyeceğine inanıyor. Devir “demokrasi sandıktan ibarettir” diyenlere tapan kitle hakkında cehalet ile ilgili yorum yapınca bunu diyenlerin halk dalkavuklarınca kınandığı dönemdir. Okumuş insanlara “kitap yüklü eşekler” diyenlerin egemen olduğu dönemlerdir bunlar… “Ben bu ülkede cahil, okumamış, tahsilsiz kesimin ferasetine güveniyorum, ülkeyi ayakta tutacak olan cahil halktır, profesörden başlayarak en tehlikeli olanlar üniversite mensuplarıdır, en güvenilir olanlar ilkokul bile okumamış olanlardır, okuma oranı arttıkça beni hafakanlar basıyor.” diyen öğretim görevlilerinin yüksek öğretim kurumuna yönetici yapıldığı dönemler…
Sanki “Matrix” filmini yaşıyoruz. Gerçeği görmek istemeyip hegemon yapının yarattığı simülasyona körü körüne inanmayı seçenler, gerçeği görmemek için üç maymunu oynuyorlar ve bu da sistemin devamını sağlıyor. Bilginin reddi temel özenti, kör cehaletin verdiği mutluluk ise çekim noktası. Cehalet ise onu kullananlarca yüceltilmekte…
Siyasiler artık cehaleti açık açık övmekteler. “Eğitim seviyesi arttıkça hitap ettiğimiz alanın daraldığını görüyoruz. Anketler de bunu gösteriyor” diye konuşmaktan utanmıyorlar. Cehaletten beslenen güçlerin cehaletin daha örgütlü ve yaygın olduğu bir toplum inşa etmeye çalışması elbette doğaldır. Bu noktada bireyin yapması gereken nedir diye kendimize sormalıyız? Ya halk yardakçısı gibi: “Ay ayrıştırıyorsun ama hani halay çekip insanlar elele tutuşsa diye şarkı söyleyecektik… Duvar örmeyelim canım, cehaletin kucağına oturalım; suç zaten bizde milattan önce bu yapıyı bu yola biz ittik…” ezber konuşacağız ya da elimizden ne geliyorsa tüm gücümüzle toplumun seviyesine inmeden ancak onun seviyesini yukarı çıkarmak için çaba sarf edeceğiz. Çağdaş eğitim temel hedeftir.
“Bilgisi olmayanın, fikri de olamaz” der Victor Hugo. Eşzamanlı “Cehalet mutluluktur” diye yaşamak ise yaşayamamaktır. Cehaletle cesaret arasında da iki harf farkı vardır, dikkat etmek lâzımdır. Cahil cesareti, bilmeyenin, bilmediğini de bilmeyenin kendine her şeyi hak görmesidir. Ayrıca hep ezileni, kurbanı oynamak da kitleye çok sevimli gelmiştir. Cehalet kutbunun özendirdiği insan tipi ezeli ebedi kurbandır. Gelişmiş ülkelerde her alanda bir evrim sonucu oluşan devrimler ile her mekanizma yerli yerine oturmuştur. Evrimi yaşamayan toplumlarda yapılan devrimler ise maalesef tam anlamı ile hayata geçememiştir. Cehaletin egemen olduğu kitlelerde emek harcayıp ağır ağır sınıf değiştirmek makbul değildir. Avamca makbul olan ne yapıp edip en tepeye hızla ulaşmaktır.
Bilmek ve öğrenmek istemek yığınca hep tepkiyle karşılanır. Arabesklik alt kültürü hep kutsanır. “Urfa’da Oxford vardı da biz mi okumadık” ceberut cehaletin güzel bir örneğidir. Bilmemek ile geride kalmak ile övünmek. Geçmişte yerel de kalıp geleceği ıskalamak, örften uygarlığa çıkmamak ve bunlarla övünmek özenilendir. Cehalet hep vardır, geçmişten günümüze hep yaşar lakin son dönemde sistematik bir cehalet söz konusudur. Hep çirkin olan toplumdaki taassup ve cehalet, kendini ezik hisseden aşağılık komplekslerinin de hegemonlarca kullanılması ile zirve yapmıştır. Cehalet hegemon yapıları getirir, hegemon da içinden çıktığı yığını kutsayarak büyütür. Bu sarmala giren toplumları ileride daha beterlerinin habercisi olan dönemler bekler. Kutuplaşma artar, toplum paralize olur ve can çekişerek çözülür…
Bir toplumda liyakat kavramı yok olmuşsa, görevler görevlerin ehillerine verilmiyorsa; tabuta son çiviler de çakılmakta demektir. Cehaletin egemen olduğu ve kutsandığı yapılarda liyakat yerine torpil ve kayırmacılığın hüküm sürmesi çok doğaldır. Yalnız cehalet değil, cehalet ve kötü niyet karması, bu yükselişte olan karanlık. Bir yandan da sekülerizm ayaklar altına alınmış dini, ruhani meseleler kişisel alandan çıkıp toplumda her şeyin merkezi haline gelmiştir. Düşünen, sorgulayan, araştıran bir kitleyi ikna etmek zor olacağından kendi dili dışına çıkıp ezber biat özendirilmiş ve trajik son hazırlanmıştır. Bu konuda da her devrin adamı benzer söylemdedir: “İki ayet oku, onların inançlarından bahset bak o zaman nasıl dinliyorlar” diyerek kişilik bozukluğuna, her kaba uyum sağlayarak devam eder.
Halk dalkavuğu meselenin merkezinde yer alır. Cehaleti kutsadığı ve kendini herkesten daha akıllı bir çakal zannettiği için nerede melanet varsa adres onu gösterecektir. “Kendini filozof görüp bıkmadan usanmadan sayısal yığıntıyı aptallıkla ve cahillikle suçlama” deyip bir örnekle devam eder: “Yerde yemek yiyorsa kitle yere yapış; ortak kaptan yiyorlarsa tahta kaşığını salla tencereye, ağzınla kopar ekmeğini bandır hoyratça ortak çorbaya, onlar gibi ol ne var bir şeyin mi eksilir?” derken çakallığın kitabını yazmaktadır. Tribünler onun ismi ile inlerken insan gibi insanların için adi bir yüz karasıdır.
Lümpen yapı ise sırf cahil değildir; cehaleti silah olarak kullanan seviyesiz yapıdır. Cahil olmak noksanlıktır ama bir kusur değildir, çabalayarak öğrenerek gelişilebilir. Lümpen(seviyesiz sonradan görme) cahilden başka bir şeydir; bilgiyi küfür, bileni de düşman sayar. Kendi cehaletini kutsar ve onu zırh olarak kuşanıp herkesi kendisi gibi yapmak için çabalar. Sanatın içine tükürmek, heykel yıktırmak, kitap yasaklatmak, küfür, hakaret eşlikli otoriter hareketler, sonradan görmelik, paraya ve güce tapınma temel özellikleridir. Duruşu olmayan rüzgâr nereye eserse oraya paçoz karakterlerdir. Köylü olmayı beceremediği gibi şehirli olmak konusunda da uyumsuzdur. Hayatı boyunca arafta yaşayıp, duruş edinememiş tutunamayanlar güruhudur. Kuru bir yaprak gibi bir oraya bir buraya sürüklenip duranlardır. Kitap tozu yutmayan, bir şekilde bilgi çağında bilgiye ulaşmaya heves etmeyen ve kendini inatla geliştirmeyen kaskatı insan tipidir.
Cehaletin onu bir silah gibi kullananlarca erdemleşmesi geçmişe dayanır. Örneğin “Gazali; İslam toplumları için bir kırılmanın mimarıdır. Gazali’yle birlikte düşüncenin önü kesilmiş, biat kültürü kök salmıştır. O güne dek daha bir gözü açık gelen inançlı kitle, elinden tüm düşünce olanakları alınınca, iyiden körleşmiş ve dünya bambaşka bir yola giderken, olduğu yerde, bile isteye tutsak olmuştur. Cehaletin kutsanması, kutsallar üzerinden saltanat kurulması dönemi başlar böylece.”
Cehaletin kutsandığı geri kalmış ülkelerde bayağılığa tutsak yeni kuşaklar yetişir. Cehalet artık eleştirilmekten çok bir olumlu özelliğe dönüşmüş durumda. Bu davranış biçimini kutsayanlar da “avam” kadar eğitimli lümpenler. Fırıncıya sürekli yağ çekerek ekmeğin aslında pişmiş olduğu algısını yayıyorlar, fırıncıyı kutsarken ekmeğin halen pişmemiş olduğunu görüp yine de geniş kitlelere hamur halinde ekmeği yediriyorlar. Kitle yediğini sorgulamadan midesine oturanın ağırlığı ile beyni de hamurlaşarak halk dalkavuğunun oyuncağı olmaya devam etmektedir.
Halk goygoycuları demagoji yaparak asıl niyetlerini hep gizlemişlerdir. Halktan kişisel çıkar için faydalanmak asıl amaç onlara yağ çekip kendi tarafına katmak görünen amaç olmuştur. Demagoglar yani lafazanlar yani lafebeliği yapan üçkağıtçılar halkın cehaletinden ve çaresizliğinden beslenmişlerdir. Bir gün din kullanılır diğer gün milliyetçilik… Tüm halk yağdanlıklarının ve duvar örmeyelim araya sözde söylemi ile cehalet kutsayıcılarının bir gün maskeleri düşer ve kendi yüzlerine bakamayacak durumda, tarihin çöplüğünde yer alırlar. Eşzamanlı bu büyük pisliğin altında onların peşinden giden geniş yığınlar da kalmışlardır.
Toplumlar ve şahıslar onlara ayna olanı değil onları aklayıp paklayıp yıkayıp yağlayanı severler. Gerçekleri usulünce söylemek bile rahatsız eder hatta düşman eder insanları oysa görmezden gelmek aptala yatmak tehlikesiz sulardır. Onayladığınız sürece bir de pohpohlarsanız geliverirler peşinizden. Siz kendi cebinizi doldururken kitlenin değerlerini kutsarken onların seviyesine inmeyi kutsarken başınızdaki taç zannedersiniz lakin boynunuza geçmekte olan ilmek olduğunu bilmeden…
Halk yardakçısı cehalet kutsayıcı hep adım atmak ister menfaati için ancak halkın bir çaba göstermesini yüreklendirmez. Tesviyede buluşmak özendirilmez, istenen kitlenin kitle gibi kalmasıdır. Cehaletin altın çağında sürüsel yığın sevicinin rasyonalizasyonu her daim emre amadedir. Şöyle der ezber tavrı ile: “Ama bu dil birleştirici değil ki ama bu dil ayrıştırıcı; elitistsiniz siz.” Cahilin değil cehaletin lime lime edilmesi amaçlanırken bu tip art niyetli çakallar anlatılanı çok iyi anlarlar ancak tribüne oynadıklarından altyazı bile yazsanız aynı sersem tepkileri aynı sersem söylemleri kullanacaklardır.
Cehaletin hırsla kutsandığını gördüğümüz gibi; az buçuk kendini geliştirenin aydın, entel diye suçlanıp aşağılandığı topraklarda yaşamaktayız. “Felsefe yapma, merak etme, sakın öğrenmeye çalışma, düşünme!” şeklinde şiarı olan bir toplumdan bahsetmekteyiz. Sıkıya gelince “hikmetinden sual olunmaz” diye bir özdeyiş patlatarak nedenleri sorgulamamanın özendirildiği Ortadoğu kokulu topraklar…
Bireyler cahil olabilirler zira imkânlar, şartlar, zorluklar bu yöne itebilir. Bu da çok normaldir ve aşağılanacak bir şey değildir ancak içinde bulunulan durum bireysellikten çıkar bir halkın genel yönelimi haline gelirse sorun bu noktadır. Çamurun içerisinde bataklıkta yaşamak gibidir cehalet; kişi bilir ve bunu düzeltmek için çaba sarf eder normal şartlarda çünkü içinde bulunduğu çamurdan tiksinmesidir zaten normal olan. Sorun bir kutupta uygarlık, çağdaşlık gibi aydınlık değerler varken diğer kutuptaki karanlık ve dogmanın çekim alanı olarak kabul edilmesi kepazeliğidir. Anormal olan da bu bataklığı sahiplenip bunu benliğinin bir parçası haline getirmesidir toplumların. Hatta durum böyle olunca herkes bataklığa gelinsin istenir, aydınlanma yolunda olan birey bile “tehlike” olarak kabul edilebilinir.
Kibar, beyefendi olan erkeğe amiyane tabir ile “karı kılıklı”; kitap okuyana “entel-dantel” dendiği toplumlardan bir cacık olması çok güçtür. “Ben daha çok cahil ve okumamış tahsilsiz kesimin ferasetine güveniyorum bu ülkede. Yani ülkeyi ayakta tutacak olanlar, okumamış, hatta ilkokul bile okumamış, üniversite okumamış cahil halktır. Onlar bu yanlışların hiçbirini yapmazlar, o beyannamenin ben neresinden tutayım. Daha önce Jön Türklerin yaptığı gibi ateşe sürüklüyorlar Türkiye’yi. Türkiye’nin okumuş kesimi, profesörlerden başlayarak geriye doğru en tehlikeli olanlar üniversite mezunları. Olayları en rahat okuyanlar ilkokul mezunları. Çünkü zihinleri berrak. Üniversite ve sonrası durum çok vahim çünkü gidişatı okuyamıyorlar, zihinleri bulanık…” bu sözlerin sahibi rektör yardımcısı bir profesördür. İbret alınacak bir açıklamadır bu. Yığınların cahil kalmasını sağlamak matrak bir şeymiş gibi önerilir bu şekilde. “Halkı küçümseyenler iktidara gelemezler” mottosu altında böyle cehalet sürekli kutsanır ve cahilin küstahlığı, giderek artar, eğitimli insanlardan adeta nefret edilmeye başlanır. Demagojinin neferi “milleti hakir görmeyin” edebiyatıyla cehalete övgü Nirvana’ya ulaşır… Bu noktada en önemli figür ise her konuda, her koşulda cahili ve cehaleti; onun pervasızlığını ve dayatmasını savunup onu eleştirene saldıran meczuptur. “Peki, sen ne yaptın” der topu taça atmak için… Hiçbirimiz elit insanlar olmayabiliriz ama cehaleti ve karanlığı kutsamak, kitleye yancılık yapıp cebini doldurmak bambaşka bir tavır ve en aşağılık davranış biçimidir.
Atatürk’ün: “Biz cahil dediğimiz zaman, mektepte okumamış olanları kastetmiyoruz. Kastettiğimiz ilim, hakikati bilmektir. Yoksa okumuş olanlardan en büyük cahiller çıktığı gibi, hiç okumak bilmeyenlerden de hakikati gören gerçek âlimler çıkabilir.” sözünü dahi işine gelmediği için duymazlıktan gelendir yancı yapı. “Sözün tamamı aptala söylenir” denir bu yüzden evirip çevirip her açıdan anlatma çabası üçkâğıtçı halk goygoycusunun huyunun bilindiğindendir. Açık kapı bıraksanız bir delikten sızacak ve yine demagoji yaparak “eksik bulayım, hata arayayım ve lafı gediğine sokup işi şirazesinden çıkarıp konuyu da dağıtıp suyu bulandırayım.” misyonunu yerine getirecektir.
Kitlesel özendirilmiş cehaletin cahil olmayan komisyoncu azınlıkça kutsandığı topraklarda liyakat de yoktur. Liyakatin olmadığı bir yerde hiçbir şey yoktur. Cehaletin görmezden gelindiği ona yol açıldığı toplumlarda laiklik de yoktur. “Laiklik, toplumun tüm katmanlarının birlikte kalkınmasının ön koşuludur; aklı tüm halka mal etmektir.” diyor Henri Pena-Ruiz.
Toplumu kendi yolunu bulmaya çağırmak, onu başı önde ezber yaşamından ayırmak isteği sözde aydınımsı halk goygoycuları tarafından daima şu sözlerle kesilir: “Halk düşmanları, küçük burjuvalar sizi, üstten üstten bakanlar, yoksul halk kitlelerini aşağılamak için böyle konuşuyorsunuz, ötekileştiriyorsunuz.” “Kendisi gibi olmayanlara, kendisi gibi düşünmeyenlere saldıranlar, hakaret edenler sizi. Halkı sevmeyenden, kendi insanlarına düşman olandan, insan olmaz.” Bu klinik vakalar için Prof. Dr. Mehmet Kerem Doksat şöyle diyor: “Bütün mesele sürünün bir parçası olmak değil, benzerler arasında “kendi” kalabilmek, olabilmektir.” Pişmemişse ekmek ona yağ çekerek pişmez tekrar fırına girmelidir. Toplum içerisinde fırıncıya yağ çeken menfaatçiden uzak durmak gereklidir.
Nietzsche halk dalkavukluğuna, cehaletin aymazlığına, geniş kitlelerin menfaat odaklı davranış biçimlerine eserlerinde hep değinmiştir. Bir üst insan olabilme idealini savunur. İyi-doğru ve güzele doğru bir yöneliş… Nietzsche şöyle der: “Yeryüzünün anlamı olacak İnsanötesi! Yalvarırım size, kardeşlerim, yeryüzüne bağlı kalın, inanmayın size dünya ötesi umutlardan söz edenlere!” Nietzsche’ye göre insan mertebesi, hayvan mertebesiyle İnsanötesi mertebesi arasında kalmış bir varlıktır ve bu nedenle insan mertebesi alt edilmelidir. İnsan hep kendini aşmaya çalışarak, alt ederek üst-insan olmak yolunda ilerleyecektir. “Maymuna oranla insan neyse, insana oranla üst-insan da odur.” der ve devam eder: “İnsan, bir an önce kargaşasını, kendine anlam veren bir düzene çevirmezse, yıldız doğurtmazsa, karanlığında yok olacaktır.”
“Herakleitos sabahları gülerek çıkarmış evinden… Demokritos ise ağlayarak. “Bu filozoflardan hangisi umutlu, hangisi umutsuz?” diye soruyor Melih Cevdet. Umut gülene, umutsuzluk ağlayana yakışır değil mi? Meğer tersiymiş. Umutlu olan “İnsanlık niçin hâlâ düzelmiyor?” diye ağlarmış. Umutsuz olan ise insana umut bağlayana her sabah gülermiş…”
Topyekûn bir eğitim ve öğretim seferberliği ile en zor gözüken problemler bile hallolabilir. Cehaletin karanlığı, hegemonyası, taassubun deli gömleği bir kader değildir. İnsan gibi insanın omzuna yüklenen sorumluluk kaos dünyasında denge için çalışmak, çalışmak ve çalışmaktır. Bugünün ulaşılmaz gibi gözüken idealleri bir bakarsınız, yarının gerçeklikleri olabileceklerdir!
“Gerçeği söylüyorsam amacım onu bilmeyenleri ikna etmek değil, bilenleri savunmaktır.” William Blake