Zihnin Özgürlüğü
İnsan doğduğu andan itibaren çevresi göreve başlıyor: Önce ailesi, yakın akrabalar… dünyaya geldiği ülkenin egemen zihniyeti; kültürü, gelenek ve görenekleri, politikası… toplumu, okulları, elbirliği ile bebeği önceden modellenmiş bir şablona oturtmaya çalışıyor. Davranış bilimcisi John Broadus Watson’un (1878-1958) şu önermesi bu fiili durumun adetâ tescili gibidir: “Bana rastgele bir bebek verin, soyu-sopu, yetenekleri, eğilimleri, becerileri, vs. ne olursa olsun, ondan istediğim şeyi yaratayım: bir doktor, avukat, tüccar, hatta bir hırsız, bir katil.”
Bu ağır bombardıman (format) karşısında bebeğin, “özgür birey olma” yolculuğunda şansı nedir? Çok zor. Fiiliyatta bu zorluğu gözlemliyoruz. Tek çıkış yolu; şüpheci, sorgulayıcı, eleştirel (kritik düşünme) akıl yürütme ve analizlerden oluşan mantıksal bir düşünme disiplini (formasyonu) …
Peki bu nasıl olacak?
40 yaş için “olgunluk -erginlenme- dönemi” derler. Lâkin istisnalar hariç çoğu kişi, 40 yaşında “geçmişin muhasebesi” hesabına girişir. (Bkz: 42 Yaş Sendromu) Çoğu kez muhasebe tutmaz ve eksi bakiye verir… çünkü birey, öncesinde yediği formatlardan başını kaldıramadığı için yaşam algılarını doğru biçimde realize, organize edemez. O güne kadar yediği formatlar ve bu formatlara uygun olmayan yaşadıklarının çelişkisiyle; doğruluğu şüpheli paradigmalar oluşturmuştur. Bu formatların -paradigmaların- en günceli ilişkiler üzerinedir; kadının erkeğe… erkeğin kadına… Her iki taraf da ilişkiler anlamında “ben oldum, bittim” şeklinde karşı tarafa ilişkin kesin hükümlere sahiptir artık… Ve bu hükümler O kişi için “tartışılmaz, tolerasyondan uzak” olunca… sonuç hüsran…
Beklenen “olgunluk çağı”; 40 + yaş bireyi: yaşamdan ne anlıyor? Yeteri kadar olgunlaşmış mıdır? O yaşa kadar yaşadığı travmaları, korkuları, şüpheleri, üzüntü ve hayalkırıklıklarını çözmüş müdür? Yoksa yeni duvarlar mı örmüştür?: O güne kadar yediği formatlardan yakasını sıyıramadan… kendine has yeni şablonlar mı yaratmıştır? Örneğin, idealize edilen (kadın-erkek ilişkisi) hakkındaki düşünceleri nedir?:
“Her şeyi mükkemmel ama çok içki içiyor”… “Her şeyi bana çok uygun ama ‘ev kadını’ değil”… “Her şeyi çok iyi ama dili sivri, kırıcı”… Alıp başını gider… İnsana mahsus meseleler…
Yedi seneden beri evimde iki kedi ile yaşıyorum. (Kızım getirdi benim tercihim değil)… “Yaşam alanı” anlamında sevdikleri 8-10 yer var; koltuk, kanape, koridor vs… Her ne kadar kısırlaştırılmış olsalar da, “dişil ve eril” özelliklerini gözlemliyorum bu ayrı mesele… Misal, biri, ben koltukta otururken yanıma gelip başını bacağıma dayıyor ve öyle uyuyor… Diğerinin “canı çekiyor” (sanırım) o da gelmek istiyor… Çoğunlukla sorun çıkmıyor. Bazen “ilk gelen” diğerine pati atıyor; ama “tırnaklar içeride” … Zarar verme düşüncesi yok… Ve diğeri bunu mesele yapmadan geri çekiliyor… çünkü “gurur, hırs, mülkiyet” vs duygulardan azadeler… Ve kin tutma da yok… Birkaç dakika sonra birlikte oynuyorlar…
İş insana gelince öyle olmuyor: Özellikle bu coğrafyada; ne yaparsan yap birikmiyor? Misal, “aşkım ölürüm yoluna”dan; “dostum, arkadaşım, harika insan” vs bilimum methiyeler düzülürken… birden dünyanın en yabancı insanı olabiliyorsunuz… Neymiş efendim; şablonuna uygun düşmeyen kelâm etmişsin… Şablon kutsaldır; sorgulama hak getire… inanmış bir kere “inandığı doğrulara”; anında idam sehpasını kuruyor…
Özgür düşünce; tüm formatlardan ve şablonlardan azadedir. Zordur, zahmetlidir, cesaret gerektirir, devrimcidir; her ne varsa yıkıp yeniden yapmaya programlıdır… “Şüpheciliğe” geri dönecek olursak: İnsan düşüncesi sistemleri kırarak gelişir, çünkü hiçbir sistem hayatı ve insanı bütün zenginliğiyle kucaklayamaz. Meselenin özü; her seyi yeni baştan düşünebilmektir. Örneğin Montaigne’ni, her şeyin doğruluğundan kuşku duyduğu için kendi bulduğu doğrular karşısında bile dudak büküp QCIE SAIS JE (Ne bileyim?) demiştir.
Hamiş: QCIE SAIS JE (Ne bileyim?)