Bir Daha mı ? Tövbe!
Memlekette (Samsun) olduğum ender günlerden birindeyim, kızım Defne taa Arjantin’den gelmiş, bir de arkadaşı var, misafirimiz.
“Yar bana bir eğlence medet” modunda, Hayali’nin eline düşmüş, gölge oyunu oynuyoruz.
Bir dostumuz aradı, “akşam konser var, gelin”.
Ne konseri?
Samsun’un nezih bir otelinde bir “club” varmış afedersin, İstanbul’dan bir hanımefendi şarkı söylüyormuş.
“Gidelim” dedim, eşim şaşkın şaşkın baktı yüzüme.
“Sen ölürsün böyle yerlerde, hayırdır?”
Kim bilir, belki o mübarek an geldi? Baksana hanımefendi bir sanatçı gelmiş.
“Senin aklındaki hanımefendi sanatçı Safiye Ayla ile Müzeyyen Senar …”
Bana yaşlı ve cahil muamelesi yapıyor afedersin, ona kalsa ben madam tussauds deposuna …
“Gidiyoruz…!” dedim, kararlı bir şekilde, “yürü”.
Atladık gittik.
Bir küçük sorun var yalnız, hanımefendi sahneye gece 22.30’da çıkıyormuş (iniş saatini soramadım korkudan).
Bizim uyku saatimiz 21.30
Nasıl olacak şimdi?
O sırada yemek de yiyince afedersin, uyku bir kara bulut gibi çöktü üstümüze.
“Haydi gidip, başımızı buz kovasına daldıralım” dedim. Defne bu teklifi reddetti.
İlkelmiş.
Arjantin’de bu gibi durumlarda insanlar kahve içerlermiş.
Kahve kovası lazım bize.
Rabbim de yardım etti, becerdik bir şekilde.
Gecenin 22’sine, kovaya muhtaç olmadan, diri bir şekilde ulaştık.
Girdik içeri.
Genç çocuklar sahnede şarkı söylüyorlar.
Hepsi de siyahlar giymiş.
Arkadaşım eş, arkadaşım eşşek afedersin…
Hanımefendi gelmeden önce kitle böyle ısıtılıyormuş.
Garson yan masadaki genç çifte bir koca kova getirdi. Baktım ötedeki masada da kova var, arkadaki masada iki kova …
“Çağırdık geldi işte” dedim.
“Ne geldi?” dedi Defne, bilmiyor tabii bu “çağırdım-geldi” muhabbetini.
“Kova” dedim.
Garson geldi, “bir maden suyu” istedim.
Utandım soramadım, “kovada ne var?”
“Arpa” dese afedersin, ne diyeceksin?
Sonra garson yan masaya geldi, kovadan şişe çıkarttı.
Aaaa viski… hem de Jack Daniels.
Danyal peygamberin adını viskiye koymuşlar affedersin, şifa niyetine içecekler şimdi.
Belki de yüzlerine sürerler…?
Şişenin ardından kovadan bardak çıktı, sonra kutu kutu enerji içeceği … “tavşan da çıkacak” diye kendi kendime temaşa içine girip, masa masa kovaları izlemeye başlayınca, uyku kaçtıııı…
Bir maden sütü, pardon suyu daha söyledim, hanım ikaz etti “çok içmeee..!”.
Garsonu izliyorum, tam illüzyonist kerata.
Siyahları da giymiş mi?
O kovadan şişe çıkarmadaki asalet …
Sanki, şampanya açacak gibi sallıyor şişeyi … Sonra sağ el sallamaya devam ederken, sol el kapağı cıvata söker gibi hızla çevirmeye başlıyor, ama kapak sökülmüyor.
Bu oğlan bahşiş mi isteyecek yoksa kapak afedersin yalama mı oldu? diye içimden geçerken, Danyal insafa geliyor, şişe açılıyor.
O şişeden o bardağa boşalma olayını anlatmamı istemeyin, yok böyle bir şey.
Şişe-bardak değil, dişil erilin kutsana kutsana birleşmesi; Merhum Eliade olsa, bir kitap çıkartırdı bu meseleden.
Sonra, kovadan bir şişe daha çıkıyor.
Bildiğin pet şişe bu, su.
Suyu da başlıyor sallamaya, la havle … orgy mizanseni içinde bekliyoruz ki su şişesi kendini şampanya sanıp pattadanak patlasın, erikli suyu köpürsün foşur foşur…
Ben epey eğleniyorum, belli ki müşterilerin de hoşuna gidiyor bu ritüel, hiç “abi şunu da ben açıp, bardağıma koyayım afedersin” diyen yok, alemin keyfi yerinde.
Neyse, biraz sonra beklenen hanımefendi geliyor.
Evet, Safiye Ayla’dan biraz farklı.
Belki biraz Tina Turner.
Az daha açık tenli, düz saçlı Tina.
Maşallah, cıvıl cıvıl…
Türkçe bir şarkı başlıyor, orkestra coşuyor, sesi de sonuna kadar açmışlar mı?
Ben de sahnenin dibindeyim…. amaniiin.
Chaplin’in New York’ta bir kral filmindeki havyar siparişi aklıma geliyor
(Merak edene https://youtu.be/GKYH77wLoN4)
Durum tam da böyle.
Daniel, nedir bu gürültü?
Şarkılar ardı ardına geliyor, ama hapsini yeni duyuyorum.
“Aaaa… o mu, o Sezen’in … Aaaa … o mu, o yeni hit parça …. Aaa, sahi bunu da duymadın mı?”
…
Cehaletim dip yapmış durumda, utanç duvarını aşıyorum.
Bir soda daha lütfen.
Şarkılar ne ilginç.
Mesela parça rumba ritmi ile başlıyor, “aaa latin söyleyecek” dediğin anda bu ritmi klarinet alıp, nihavent ile devam ediyor, derken şarkıcı hayatın çekilmezliği, terkedişler ve çaresizlikler üzerine bir ağıtı oyun havası eşliğinde, dümtek düm-tek bir tempo ile fışkırıyor affedersin.
O kadar kederli sözlere millet neşeyle tempo tutuyor.
Yeni Türkiye gibi, her şeyden koy biraz biraz afedersin.
“Devr-i Saadet restourant, cappucino mon amour; köy işi patatesli gözleme”.
Daniel’ler dolup dolup, boşalıyor…
Hanımefendi her şarkının sonunda eline tutuşturulmuş bir notu okuyor “büşracığım doğum günün kutlu olsun, bu şarkı sana canııımmm” …”gamzeciğim doğum günün…al bu da sanaaaa”
…
Derken sahneye bir kova geliyor.
Yine mi kova?
Evet, kova.
İçinde de bir şişe şampanya… bir beyfendi hanımefendiye yollamış… (afedersin) don perignon gibi duruyor şişe.
Garson yine başlıyor klasik şişe numarasına.
Foşşş…
Beyefendinin adı anılarak, bu nezaketine karşı şükran hislerini belirtiyor şarkıcı.
Bir yudum alıp, kenara koyuyor şişeyi.
O kadar işte…
Misafirimiz ingiliz (yok Charles değil), bu olayı uzman gözüyle yorumluyor, “diğer müşterileri şampanya açtırmaya kışkırtmak için müessese yapıyor bunu”.
Bu zıpırlıkların Anadolu’nun afedersin pavyon kültüründe olduğunu duymuştum ama, demek maya aynı olunca, o kova her yerden çıkıyor.
“Bir maden suyu daha alayım” dedim.
Gazla çıkar belki, o çıkacak neyse artık?
“Ara vermez, boşuna umutlanma” dediler.
Abbboooovvv….!
Kadının (hanımefendi o anda ‘kadın’ oldu) önünde bir koca nota kitabı var ki meydan larus yanında ‘cin ali’ kalır.
Çevir çevir bitmez bu mübarek…
“Çişi de gelmez mi bunun?”
Gelmezmiş, konser günü su içmezmiş, 4 saat, dum dum da dum dum… haydi eller havaya…
Tina Turner da çise gitmiyordu, ama o terle atardı, bunda ter de yok, maşallah..!
Ama seyirciye çiş serbest.
Korkarım arka masadakiler o işi altlarına yaparak çözdüler.
Saat gece yarısı oldu, “tamam şimdi kabak – at arabası olacak” dedim, bekliyorum bir mucize, o kadar soda içtikten sonra, o kabak tren bile olur artık.
Olacak olan oldu netekim, orkestra birden mastika mastika boyutuna geçti, damarlara islemiş Daniel yerinden kalktı…
Hopppaaaa…
Nasıl oldu anlamadım, içeride sigara içmek de serbest oldu ve masalara kül tablaları dağıtıldı.
Ocak başında kebap oluyoruz.
Rabbimden bir umut, dışarı çıktım, belki kabak gerçekten araba olmuştu ve beni bekliyordu; lakin dışarıda sadece kavga eden kabak kafalı üç dört adam vardı.
Bir süre kavgalarını izledim, bir kadın da karıştı içlerine, yumruk, tekme … sonra aşağı indiler.
“Al işte, aşağıdan silahlarını alıp, kan çıkartacak bu kül kedileri” demiştim ki, baktım mübarek insanlar ellerini kaldırıp, afedersin “hamamcı teyzeeee hamamcı teyzeee …” diye bağır bağır tepiniyorlar.
Kim bu hamamcı teyze?
Bir metafor var burada ama, anlamaya çalışıyorum.
Hamamcı teyze ve kova ve daniel.
Anlaşılan kabak araba olmayacak ama ben kabak olacağım, yüzüme bakınca eşim durumu kavrıyor, “yürü” diyor, “yedi cüceler bir tabut getirmiş, seni soruyorlar dışarıda”.
Hemen fırlıyorum, elmaya müdahale etmeli, daha önce bir yemişliğimiz var gördük başımıza gelenleri.
Bir daha mı?
Tövbe.