Bütünü Gözden Kaçırmak
Günümüzde insanlığın, belki en büyük derdi, detaya odaklanmak. Detaylara o kadar düşkün olduk ki, bir şeyleri gözden kaçırdığımızı bazen hissetmiyor/görmüyoruz. Bu durum hayatın her alandaki pratiklerinde de yansımalarını gösteriyor. Örneğin doktorlar bir organa odaklanıp, tek bir bozulmanın tüm vücudu etkileyen bir sorun olduğunu düşünmeden, tek bir organı/sistemi düzeltmeye çaba gösteriyorlar. Bunu yaparken de vücudun başka sistemlerini bozabiliyorlar veya enerji ihtiyacımıza odaklanıp bunun için bulunan çözümlerin koca bir eko sistemi bozduğunu göremiyorlar.
Detayı tamamen es geçmeliyiz demiyorum tabi ki. Çünkü onun (Şikâyet etmeme rağmen öneminin de bilincinde olarak) sayesinde bilimde inanılmaz sıçramalar yaptık. Yaşamımızı her yönden hızlı, keyifli ve rahat bir hale getirdik belki ama aynı zamanda da ona teslim olmanın zararlarını, boşluğunu da yaşadık. Detaylar da boğulurken esas önemli olanı, “Bütün” ü gözden kaçırdık; kaçırmaya da devam ediyoruz. bir dostumun söylediği gibi “Felsefi olgunluk bilimin baş döndürücü yükselişini, karşılayamadığı sürece dünyada şiddet ve emperyal güçlerin hegemonya savaşı durmayacak”.
Peki, biz bu durumda ne yapacağız; bu güç savaşının işe karışmayan (hatta karışmak da istemeyen) ama işin içinde olmak zorunda kalan bir parçası olarak… Kişisel fikrim, bu çarkın ancak ne kadar çok insan bütünü görmeye çaba gösterirse bozulmaya başlayacağı… Eğer bir anlam çıkarmak ve bu anlamın hayatımıza renk ve heyecan vermesini istiyorsak ilk iş okumalıyız. Okumalı ve düşünmeliyiz. Bize düzenin sunduklarını da, düzene karşı duran bilgiyi de yani kadim bilgileri de okumalıyız. Peki, okumak ve düşünmek tek başına yetecek mi? Okumayı günlük yaşamının bir parçası haline getirmiş milyonlarca kişi var dünyada ancak bu insanlar bütünü görebiliyor mu? Yanıt: “Hayır”.Çünkü tek başına okumak da yeterli değil.
Her insanın ara sıra bir kenara çekilip içine dönmesi, okuyup düşündüklerini bir süzgeçten geçirip “tefekkür” etmesi şart. Peki, bu tefekkür size ne verecek? Vereceği şey şu: Aklın alamayacağı kadar büyük makro kozmosda, yine aklın alamayacağı kadar küçük kişisel mikro kozmosumuzun ne kadar çok bu boyutlardan izole olduğu, kendi içinde nasıl bir mükemmellikte olduğu. Ayrıca büyük bir bütünün içindeki küçücük bir parça olduğumuz kadar, o kocaman bütünün de ancak bizimle “tam bir bütün” olabildiğini…
İşte tam bu noktada iç ses devreye girecek. Bir kenara çekilip düşünmeye başladığımızda önce çevredeki sesleri, sonra yüksek sesle beynimizde konuşan muhteşem egomuzun sesini susturabildiğimizde, kafamızda ki sessizliği yakalamaya başlayacağız. O sessizliği yakalayabildiğimizde, içimizdeki sessizlikte, yeni bir şey duymaya başlayacağız. Yani iç sesimizin farkına varıyoruz. Hani o ara sıra sıkıştığımız bir anda ne yapacağımızı bize söyleyen, çıkış yolumuzu gösteren ses. Bazen dinlediğimiz, bazen de dinlemeye korktuğumuz sesimiz. O bize tüm kuvvetiyle “Bütün”ü anlatıyor esasında. Dinlemeyi, uygulamayı öğrendiğimizde içimizde ki çağlayan enerjiyi de hissediyoruz. Çevremizde olan dünyevi dertler, olaylar arka plana itiliyor (Ama tamamen kopamıyoruz, çünkü o bambaşka bir aşama). Olaylara, dünyaya başka bir pencereden bakabilme yolunu açıyor size iç sesiniz.
Orada, “yol”un ötesindeki bir kapının aralandığını; o muhteşem ışığın yüzünüzü aydınlattığını hissetmek; koca, karanlık bulutlarla kaplı gökyüzünde, aralanan bulutların arasından sızan gün ışığına kavuşmak gibi bir his. İşte o zaman insan bu muhteşem dünyada detaylarda boğulmaktan, gözden kaçırdığı şeylerin önemini ve kendisi için olan anlamını anlamanın kıyısına yaklaşıyor. İşte bu Bütün’ü görmek…