Atatürk’ün dahice fikirlerinden bir tanesi daha…
Bir kitabı yarım asır fark ile ikinci kez okuyorum: o zamanlar hangi konulara önem vermişim, şimdi neye dikkat ediyorum; onu tartıyorum..
Kitabın ismi: Jacques Benoit-Méchin’in “Mustafa Kemal veya Bir İmparatorluğun Ölümü”
Nutuk’tan sonra (veya önce) mutlaka okunması gereken bir kitap; yabancı gözüyle Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünü ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu anlatıyor. Anlatımı o kadar güzel ki, “keşke okullarımızda da yakın tarih bu şekilde anlatılsa” diye düşünmeden edemiyor..
Ayrıca, Atatürk’ ü bir insan gibi anlatılıyor; ne çok tanrılaştırılıyor, ne de çok basite indirgeniyor; yani sevabıyla, günahıyla… Bu şekilde de okur Ata’mızı daha çok benimsiyor, fikirlerini daha çok seviyor…
1. Dünya savaşı ve Kurtuluş Savaşımız bitmiş, Yunanlıları İzmir’den denize yeni dökmüşüz… Ama olay daha tam küllenmemiş ve hınçlanan Yunanlılar Dumlupınar Yenilgisinin rövanşını almak için Trakya’da bir ordu oluşturmaya başlamışlar. Bu konudan nedense tarih kitaplarımızda hiç bahsedilmez; halbuki Trakya’da oluşan bir Yunan Ordusu kısa zamanda İstanbul’u ele geçirebilirdi ve Gazi’nin tüm hesapları alt-üst olabilirdi… Demek ki bu orduyu durdurmak lazımdı; lakin bizim hiç deniz kuvvetimiz yoktu ki… Demek ki ordumuz karadan Çanakkale boğazına kadar gelecek ve oradan bulanabilen her türlü deniz teknesiyle kestirme bir şekilde Trakya’ ya geçecekti… Tıpkı seneler önce Süleyman Paşa’nın nin yaptığı gibi… Lakin İsmet İnönü komutasındaki ordumuz tam Çanakkale’ye varacakları sırada büyük bir engelle karşılaştılar: İngiliz ordusu tam geçit yollarının üzerindeydi!
Yunanlıları yenmek kolaydı; lakin İngilizlerle savaşmak, yeni bitmiş 1. Dünya Savaşını alevlendirmeye, belki de 2. Bir Dünya Savaşı’ na neden olabilirdi!
Türk Ordusu sayıca üstündü, Kurtuluş Savaşından galip geldiğimiz için askerlerimizin moralleri yüksekti; ama silahları eskiydi, üniformaları lime lime olmuştu, modern savaş için ağır silah ve makineleri yoktu. Uçağımızın olmadığından bahsetmiyorum bile…
İngilizlere gelince, belki sayıları azdı; lakin ağır silahları, uçakları, mühimmatları vardı ve en önemlisi de gerekirse Büyük Britanya İmparatorluğu’nun desteğine sahiptiler. Kısacası İsmet İnönü komutasındaki askerlerimizin yenilmesi kaçınılmazdı. Ama acaba İngilizler Mustafa Kemal’in ordusuyla savaşmak isterler miydi? Bütün sorun burada düğümleniyordu: eğer Türkler saldırırsa doğal olarak kendilerini koruyacaklardı. Peki ya Türkler saldırmaz ise İngilizler yine de saldırılar mıydı?
İşte Atatürk’ün büyüklüğü burada devreye girmektedir:
İngilizlerin Başkumandanı Sir Charles Herrington nasıl bir karaktere sahipti?
Hırçın ve atılgan bir komutan mı?
Yoksa daha çok anlaşmacı bir diplomat mı?
Atatürk bunu öğrenmek için İstanbul’daki Müttefiklerarası Komisyonda çalışan bir dostunu arar ve ondan Sir Charles Harrington’un Londra’ya gönderdiği telgraflara ulaşıp, ulaşamayacağını sorar. Gelen cevap olumludur ve telgrafların çözümünden aşağıdaki sonuçları çıkarır:
Sir Charles Harrington şöyle düşünmektedir:
Eğer ben Türklere karşı koyarsam, Fransa ve İtalya bizi destekler mi? Hayır
Londra Hükümeti tarafsızlığını ilan ettiğine göre İzmir’ den kaçan Yunanlıları savunmama gerek var mı? Hayır
Zaten saldıracak olsalardı, İzmir’e girdikleri zaman saldırırlardı.
O zaman Atatürk Sir Charles Harrington’ un yumuşak bir diplomat gibi düşüneceğini varsayar ve askerlerine dahice bir emir verir:
Subaylar ve askerler İngilizlere yaklaşınca, silahlarının dipçiğini havada tutarak İngiliz mevzilerine doğru yürüyecekler, İngilizlerin tahriklerine kapılmayarak devam ederek sessizce düşman siperlerini aşacaklardı.
Bundan sonrasını sanki bir gerilim filminde seyreder gibi hayal edebilirsiniz:
29 Eylül sabahı ordumuz subaylarımızın öğrettiği şekilde silahlarının dipçikleri yukarıda, sessizce İngiliz mevzilerine doğru yola çıktı. İngilizler durmaları için ordumuza uyarı ateşi açtılar. Bizimkiler uyarı ateşine hiç cevap vermediler ve yürümeye devam ettiler. Bu arada bir İngiliz subayı:
– Nişan al! Emrini verdi.
İngiliz askerleri nişan pozisyonuna geçip, mermileri namluya sürdüler. Lakin Türk askeri durmuyor, ilerlemeye devam ediyordu. Belki de bir er silahını ateşleyecek ve ortalık kan gölüne dönecekti… Tam o sırada İngiliz Komutanına bir motosikletli asker Sir Charles Harrington’ dan bir emir getirdi: Atatürk her zaman ki gibi haklı çıkmış, Harrington pes etmişti.
Bu kadarcık bir olay bile Fransızların, yeni bir dünya savaşı çıkması ve Rusların Türklerin tarafını tutacağını düşünmesine ve korkmalarına yetmişti. Çanakkale’deki Mustafa Kemal’den ders alan ve bu savaşın kıvılcımının Avrupa’ya sıçrayacağını düşünen Fransızlar, hemen bir temsilci gönderdiler: bu kişi 10 Ekim 1921 Antlaşmasını imzalayan Franklin Bouillon idi. Bouillon, Mustafa Kemal’e Yunanlıların Trakya’yı boşaltacağı ve Türklere geri verileceği garantisini verdi!
Gerçekte Mustafa Kemal tek bir kurşun atmadan tüm istediklerini elde etmişti! İşte, Ata’mızın askerliğinin yanında diplomatik zekası bize belki de 50,000 asker ve aylarca sürecek bir savaştan daha kurtulmamızı sağlamıştır.
Nihayetinde 6 Ekimde Mudanya’da toplanan İngiliz, Fransız ve İtalyan komutanların karşısına İsmet Paşa çıktı ve 11 Ekimde imzalanan Mudanya Antlaşmasıyla Yunanlıların Doğu Trakya’dan çıkması kabul edildi.
Böylece, Mondros Mütarekesinden beri dört yıldır devam eden Türkiye’nin Bağımsızlık Savaşı Ata’mızın bir başka dahice fikri ile son bulmuştu.
Türk Kaynaklarında bu olaya dikkat çekilmediği halde, konuyu yabancı iki yazardan (Harold C. Armstrong ve Jacques Benoit-Méchin) okumam beni ziyadesiyle üzdüğü için derledim ve sizlerle paylaşmak istedim.