Aydınlık Karanlıktan Doğar
İlk yazımda hayat ölümden doğar demiştim, dün bir söz duydum ve bu sözü hepimiz aslında her gün duyuyoruz, aydınlığın karanlığı aydınlatacağı, karanlık olmazsa aydınlığın olamayacağı sözü. Ama bunu bir yazı konusu yapmak ani ilhamlarla olabiliyor ki, bu yazıda da sanırım öyle olacak, yazıya başlarken aklımda sadece bir ilham var, nasıl gelişecek bu yazı, hep birlikte bakalım mı?
Stephen Hawking Kara Delikleri ilk bulduğunda bütün maddeyi ve ışığı da yuttuklarını ve kara deliğin içinde zamanın olmadığını çünkü olay ufku içine giren bütün maddeyi yuttuğunu söylemişti. Sonra yine aynı Hawking yeni bulguları değerlendirdiğinde kara delik’in kara delik olmadığını bir olasılık bir solucan deliği olduğunu ve çıkışında evrenin bir başka noktasına gidilebileceğini ya da kara deliğin belli oranda madde ve ışık (ki o da madde) yuttuktan ve doyma noktasına eriştikten sonra artık içindeki bütün maddeyi ve ışığı dışına salmaya başladığını ve kendini bu şekilde tükettiği gösterdi. Artık bu duruma gelen bir kara delik ışık üretmeye başlamış demekti ve bugünkü Kara Delik hakkındaki bilgimiz bize durumun aynen böyle olduğunu göstermekte en azından bugünkü bilimsel verilere göre.
Bir benzetme olarak karanlık ya da bağnazlık ya da cehalet ya da kötülük ona her derseniz deyin, etrafına saldırıyor, bütün aydınlığı, bilgiyi, aklı, bilimi, insanlığı yok etmeye çalışıyor ve dünyanın her yerinde ışığa ya da ışık taşıyan elleriyok etmeye çalışıyor. Sonuç derin bir karanlık, engizisyon, kötülüğün, hırsızlığın, cinayetlerin, bağnazlığın her yeri ele geçirmesi olarak ortaya çıkıyor. Bunun sonucunda tarikatlar, din adamları, bağnaz insanlar, eğitimsizliğin o koyu karanlığında yuvarlanan ve her zaman çoğunluğu oluşturan kitle gücü ele geçiriyor ve kendinden olmayanı, özellikle de ışığı, aydınlığı önce dışlıyor sonra etrafını sarıp onu karanlıkla bir yapmaya çalışıyor. Bunda da birçok ülkede ve coğrafyada başarılı oluyor sadece karanlığı yırtmanın yolunu büyük acılarla öğrenmiş olan ülkelerin, eğitimi vatandaşlarını aydınlatmayı ve mütevazılığı ön plana almış ülkelerde istediği noktaya varamıyor. Ama özellikle o ülkelere doğru bir akına girişti karanlık, o ülkelere yerleştiriyor elemanlarını ve tıpkı İsa’dan Sonra 5. yüzyılda başlattığı gibi küçük insan hakları istekleriyle bu aydınlık ülkelere sirayet edip, sonra onları da kendi karanlığıyla sarmayı ve tüm dünyaya karanlığı hakim kılmaya çalışıyor. Ama engizisyon örneği çok açık, 1000 yıl bile sürse karanlığın hükmü, ya da onların dini anlayışına bakarsak, şeytanın hükmü denebilir buna belki de, sonunda kendini tüketen bir hiçliğe dönüşüyor. Ve karanlık, cehalet, bağnazlığın aslında tek düşmanı yine kendisi, ama onlar düşman diye aydınlığı, eğitimi, bilimi belliyor ve ona saldırıyorlar. Aslında karanlık kendi içinde kendini tüketen bir et kıyma makinesi gibi. Ne kadar azarsa, ne kadar aydınlığı boğmaya çalışırsa tıpkı çöken bir yıldız gibi sonunda kendi içinde çökmeye, kendi kendini yok etmeye ve içindeki karanlığınhacmi çok fazla geldiği için kendi içinden aydınlığı doğurmaya mahkum. GiordanoBruno ve Hallac-ı Mansur karanlığın iki uçtaki kurbanı. Birinin gerçekleşmesiyle batı dünyasında Rönesans ve aydınlanma başladı, ikincisinde İslam dünyası karanlık çağlara girdi ve hâlâ çıkamadı. Bu iki büyük insan tarihin akışının gerçek temsilcileridir bence;karanlık kendi içine her zaman çökecek ve kendini yok ederek hapsettiği ışığı serbest bırakmak zorunda kalacak ve bu ışık dışarıda henüz yutulmamış ışıkla birleşerek karanlığı boğup yok edecek ve yeni bir ilerleme çağında dünyayı bir sonraki insaniyet, bilim ve teknoloji ve düşünce aşamasına taşıyacaktır. Bilinen gerek dünyanın hiçbir zaman geriye gitmediği her zaman olumluya, pozitife doğru bir yöneliş yaşadığıdır. Belki bu bir döngüdür ve içinde yaşadığımız madde evrenindeki zaman algımızla bize çok uzun gibi görünen dönemlerde acı çeksek te toplamda insanoğlu karanlıktan, cehalet ve taassuptan çok değerli bilgiler edinerek aydınlığa doğru yönelimini sürdürmektedir.
Dikkat ediniz, hep karanlığın kendini yok etmesinden söz ettik. Etrafını karanlığa bulasa da, o karanlığın içinde yaşayanlar ve hatta o karanlığı yaratanlar bile gelinen durumdan öyle rahatsız bir hale gelmektedirler ki, bırakın internet çağını, teknolojinin hiç olmadığı dönemlerde bile insanoğlu her zaman gidilen yolun sadece kendine zarar vermek olduğunu anlayarak er ya da geç bu yanlıştan dönmenin tek çare olduğunu anlamıştır.
İnsanoğlunun bu dünyaya doğmasının bir amacı olduğunu varsayarsak, her şeyden önce bu amaç, kendini yüceltmek ve kendi varlığını önce aynada görür gibi kendi iç gözleriyle görüp sonra onu karanlıklar içinden gördüğü o ufacık ışığa doğru götürmeye çalışmaktır. Tibet’in ölüler kitabı belki de bu yüzden var işte. Bize içinde bulunduğumuz karanlığın anlamını tek tek anlatmakta ve nereye savrulursak savrulalım belirli bir zaman içinde kendi yolumuzu bulacağımızı ve bütün yanılgılarımızı çözebildiğimizde varmamız gereken son nokta olan ışığa ulaşacağımızı ya da bu ışığı ulaşmanın yolunu göstermektedir.
Peki ışık taşıyan eller ne yapacak? Işık taşıyan eller neden böyle karanlığın yoğun olup herkesin yaşamını işgal ettiği bir ortamda yaşamak zorunda kalıyor? Işık taşıyan eller her zaman karanlığı delmek için varlar. Tıpkı Kara Delik’te iç basınç aşırı arttığında küçük küçük ışık delikleri ortaya çıkıp buradan ışığın kara delik dışına taşmaya başlaması gibi, ışık taşıyan eller de bu ve bunun gibi toplumlarda çevrelerinden başlayarak küçük küçük ışık delikleri olarak Kara Delik’in içinden ya da dışından bazı elleri tutup onları ışığa taşımalılar. Bu uzun ve meşakkatli bir görev ama bu bir görev ve görevin kutsal olduğunu bilen ışık taşıyan eller kendi toplumlarını tek tek bireyler üzerinde çalışarak, her bir karanlık noktaya küçük ışık demetleri yollayarak, onların içinde bir mum yakmalı ve el birliğiyle cehaleti yenmeye yardım etmelidirler.
Peki böyle cehalet, bağnazlık, eğitim eksikliği sorunları yaşamayan toplumlardaki ışık taşıyan eller ne yapıyor? Onlar da toplumlarını kendi düzeylerinin üzerine taşımaya çalışıyor elbette, ya da ışıklarını hastalara yardım etmek için hastaneler kurarak, insanları eğitmek için okullar açarak, yetmedi açlığın, hastalıkların kol gezdiği ülkelere büyük miktarlarda yardımlar yapıp o insanlara da ışık saçmak suretiyle görevlerini yerine getirmeye çalışıyorlar.
Ümidin hiçbir zaman sönmeyeceğini bilmeliyiz. Bunu bilerek, sevgiyle ve inançla her karanlığın aydınlanacağını bilerek ışığımızı yaymaya çalışmalıyız. Bu bazen böyle bir yazıyla olur, başka zaman bir besteyle, bir resimle. Belki konuşarak, belki duygulara seslenen bir şair olarak ya da köyde ışığı olmayan bir eve elektrik taşıyarak, bir somun ekmek vererek. Ama her zaman ümitle, inanarak, insanlara sevgiyle bağlanarak, dışlamayarak, aydınlığı karanlığın içinde yakmanın çok zor bir görev olduğunu bilerek çalışmalı, çaba göstermeliyiz.
Unutmayalım ki yingyang içindeki o ters noktalar gibi, neyi beslersek o büyüyecektir. Düşmanlığı nefreti beslersek ayrışacak, ötekileştirecek ve düşman olacağız. Ama karanlığın içindeki o küçük ışık noktasını beslersek ışık karanlığın içinde onun en büyük düşmanı olarak ama karanlığı kendi kötülüğünü ona göstererek büyüyecektir. Yani karanlığı kendi karanlığına düşman ederek, ama bunu şefkatle yaparak yenebiliriz diyorum.
Evet aydınlık karanlıktan doğar, hayat ölümden doğar, kara delik ışığını gün gelip dışarı vermek ve kendini yok etmek zorundadır.Umudumuz hep aydınlık yarınlar için.