Öylesine Bir Yazı
Hayatımın unutamadığım dönemleri vardır.Çok küçük şeylerden büyük keyif aldığım zamanlar.Hayattan çok bir beklentinin olmadığı senin de hayata karşı çok fazla taahhüdünün olmadığı yaşlar.En fazla ne olabilir ki? Odanı toplu tutacaksın, arkadaşlarınla kavga etmeyeceksin,illa ki ders çalışıp ödevlerini yapacaksın ve evden eve değişen bir iki anne baba kuralına uyacaksın o kadar.Ben bu sorumluluklarımdan sınava girsem herhalde 65-70 puan alır geçerdim.
Sizi ne kadar ilgilendirir bilemiyorum ama bu yazıda bugün 41 yaşında olan bir adamın yaşamından kesitler bulacaksınız ve konu mizah olduğundan zaman zaman tebessüm edecek zaman zaman da” aa bunu biz de yapardık” diyeceksiniz ya da yazının sonunu okumadan sitedeki ilgi çekici diğer bir sayfaya geçeceksiniz.Tercih sizin tabii.Ben yine de lafı uzatmadan hikayeyi anlatmaya başlayayım.
Çocukluğumda izlediğim filmlerin çok etkisinde kalırdım.Kovboy filmi mi izledim? Filmden sonra mutlaka ağabeyimin yardımlarıyla filmin baş kahramanının kılığına bürünürdüm,ama öyle sandığınız gibi basit değil.Ne yapar eder en ince detaya,aksesuara kadar bulur takar takıştırırdım. 10 dakikada Ankara’nın en hızlı kovboyu olurdum.Ya da Ankara denizlerinin hakimi kaptan Cemo.Öyle ki kovboy filmi olduğu günlerde anneme kuru fasulye yaptırırdım.Fasulyeyi tabağa koyar ve her kovboy filminde illaki bulunan fasulye yeme sahnesini beklerdim.Pislik içerisindeki kovboylarla birlikte ağzımdan saça saça yerdim o fasulyeyi.
En çok korsan ya da Kara Murat filmlerinde zorlanırdım.Yok yok kostüm olarak değil, Hanlarda koca koca butları yedikleri sahnelerdi beni zorlayan.Çok kolay olmazdı her pazar annemi tavuk yapması için ikna etmek.Benim bu kılık değiştirme dönemimle ilgili en acı hatıra sanırım ablamındır.Bir gece bir mumya filmi izlemiş biraz da korkmuştuk.Ama bu korku benim film sonrası mumya olmama engel değildi.Nedenini bilmediğim bir şekilde bizim evde kocaman bir top kumaş vardı.Hemen ağabeyimle işe koyulduk ve birkaç dakika sonra dünyanın en sevimli mumyası olmuştum.Amacım oturma odasından çıkıp salonda oturmakta olan bizimkilere “bööö ben mumyayııım” diyip onları güldürmekti.Çıktığım oda biraz karanlıkçaydı ve zavallı ablacığım da şans eseri benimle aynı anda başka bir odadan çıkmıştı ve mumya konulu bir korku filminden sonra loş koridorda bir mumyayla karşılaşmıştı..Devamını anlatmak dahi istemiyorum.
Pazar deyince aklıma Gırgırlı muhteşem pazar sabahları gelir.O yıllar ki sanırım 80-81 olsa gerek, benim mizahla ve mizah dergileriyle tanıştığım yıllardır.Gırgır yanılmıyorsam Perşembe günleri çıkardı ama bize Pazar günleri gelirdi.Pazarları benim ablamın odasında yatma günümdü.Cumartesi gecesi yatağımın şiltesini yüklenir onun odasına taşır,orada yerde uyurdum.Sabah kapıcımızın gazete ve ekmekleri kapıya bıraktığını duyduğum anda kapıya fırlar gazetelerin arasından gırgırı kapar yatağıma dönerdim. Gazeteler ilgimi çekmezdi o yaşta.Esasen Gırgırdaki espirilerin yarısından çoğunu da anlamazdım ya neyse..o yaşta bir çocuk için ne Turgut Özal ne Demirel ne de Kenan Evren bir şey ifade etmiyordu..Aslında Kenan Evren ismi bir şeyler ifade ediyordu.Okulda konuşurlarken duymuştum,torunu yan sınıfımızdaymış.Bir de tabii okulumun protokol yolu üzerinde olmasından dolayı sürekli yol kenarında dikilip el sallamak zorunda kalmıştım 5.sınıfı bitirene kadar.Jive Pakistan diye bağırdığımızı da hiç unutamam sonradan Ziya Ülhak olduğunu öğrendiğim adama el sallarken.Ama gırgır sadece onlardan ibaret değildi tabii.Muhlis bey vardı, ve en önemlisi o yaşlarda çok feyz aldığım Avni vardı.Çok uzun yıllar sonra Oğuz Aral belgesli için yaptığım araştırmalarda o sevimli Avni’nin zenci kopyasının Güney Afrika’da Apartheit karşıtı hareketin sembollerinden birisi olduğunu öğrendiğimde çok şaşırmıştım.Benden daha fazla şaşıran biri daha vardı.Rahmetli Oğuz Aral. Onun da haberi yokmuş.
Gırgırla birlikteliğim ortaokul sıralarında da devam etti.Bu dönemde Gırgırın kardeşi Fırt da aramıza katıldı.Fırt,Gırgırın yaramaz kardeşi gibiydi o unutulmaz ikinci sayfasıyla. Yıllarca yavrunuzun sayfasındaki espirilere (!) güldük.
Bugün halen beraber olduğumuz bir grup arkadaş okulda öğle tatillerinde köşem kıraathanesinde buluşurduk.Hızlı hızlı yemeğimizi yer kıraathanemize giderdik.Ama bu bildiğiniz kıraathanelerden değildi.Sınıfın en arka köşesindeki önlü arkalı iki sıraydı bizim kıraathanemiz.Hatta duvara tabelası bile asılı olurdu.Öğretmenler görüp yırtana kadar.Pazartesileri mühim gündü.Pazar gününden okunup ezberlenen Gırgır ve Fırt kahramanlarının espirileri,klasikleşmiş replikleriyle o gün köşemde tartışılır espiriler tekrar tekrar okunur,canlandırılırdı.Bu neredeyse bütün ortaokul hayatımız boyunca sürdü.İlerleyen yıllarda Gırgırın o bilinen sonuyla beraber bu kez de hayatımıza başka başka dergiler girmeye başladı.Lise yıllarında favori dergim HBR idi. Hem benim için Gırgırın devamı niteliğinde olması,hem de bir heavy metalci olarak Aptullika’nın orada yazıyor olması tercihimin başlıca sebebiydi.
Gırgır yıllar sonra hayatıma bir kez daha girdi..hem de unutulmaz bir biçimde. TRT’de çalıştığım yıllardı.TRTden prodüktör arkadaşım Murat ile birlikte Kültür Bakanlığı için üç bölüm belgesel çekmemiz gerekiyordu.Bölümlerden bir tanesini Oğuz Aral’a ayırmaya karar verdik.Oğuz Hocayla tanışma anımız unutulmazdır.Randevumuzu aldık çalışma evine gittik.Kapıyı çaldık.Kapı açılıp da karşımda Oğuz Aral’ı görünce ben donup kaldım.Allahtan Murat lafa girdi ve durumu toparladı..Bizi içeri buyur etti.İkram faslı geçtikten sonra konuya girdik.Kendimizden o kadar eminiz ki.TRT’den geliyoruz,onun hayatını çekeceğiz..bizi el üstünde tutar diye düşündüğümüz anda o muhteşem cümleyi kurdu “Nebil (Özgentürk) çekti zaten.Siz kuş mu konduracaksınız? Hem siz bunu çekince bakkal rakıyı daha ucuza mı verecek? Bence önünüzde iki seçenek var ..ya bu belgeseli çekmeyin ya da çekmeyin..”
Hoca bize resmen “gereksiz tarama” muamelesi yapıp buruşturup çöpe atmıştı.Neyse sonunda birkaç gün sonra tekrar görüşüp ikna ettik ve çalışmaya başladık.Yaklaşık 15 gün süren ön araştırma ve çekim çalışması sırasında yaşadıklarımızı ve Hoca’nın kayıtdışı anlattığı olaylar ı anlatsak kitap olur ama benim unutamadığım an çekimler esnasında Hocayla aramda geçen bir konuşmadır.Kamera ışık ayarı yapılırken ben de bir köşede durmuş izliyorum..Nedenini şimdi hatırlamıyorum ama geriye doğru iki adım attım ve istemeden metal bir kutuya ayağım takıldı ve kutu tangır tungur yuvarlandı..O an hocanın gür sesini duydum “Cemal..o tekmelediğin kutu var ya..o kutunun içinde Türkiye’de yapılmış ilk animasyon reklam filmi var.60’lardan kalma..ister tekmele ister al programda kullan” O an sevinçten zıplayım mı utancımdan yerin dibine mi geçeyim bilemedim.Az sonra Hoca’nın sesini tekrar duydum.Ayakta dikilmiş büyük yönetmen havalarında kameraya ışığa metinlere bakarken Hoca“Soruları kim soracak?” diye sordu.Murat’ın “ben soracağım hocam” cevabının hemen ardından hoca bana döndü ve “o zaman Cemal sen de fırla bana iki marlboro kap gel bakalım” dedi..tabii bir anda ne karizma kaldı ne hava.Tıpış tıpış kalktım markete gittim sigarayı aldım ve geldim.Epeyce uğraştık,bolca da fırça yedik gerek Oğuz Aral’dan gerekse de TRT’deki sevgili müdürümüz Canan hanımdan,ama sonunda ortaya güzel bir belgesel çıktı.Herşeye rağmen yayından sonra Oğuz Hocadan gelen “ elinize sağlık çocuklar utandırdınız beni “ sözlerini duymak bütün o sıkıntılara değdi.
O sigarayı aldığım an biraz bozulmuş egomun zedelendiğini düşünmüştüm.Şimdi düşünüyorum da ben 7 yaşımdan beri bir şekilde hayatımda olan çocukluk kahramanlarımdan birisine,Oğuz Aral’a sigara almıştım.