Theodore (We Are The Brothers)
Sene 1991.
Frankfurt – Atina – Chios (Sakız adası) uçak yolculuğum, Avrupanın 1,5 km.lik en kısa pistlerinden olan LGHI / RW01’de noktalanmış.
Taksi ile limana gidiyorum. Ve Çeşmeye ilk feribotun ertesi sabah yedide olduğunu öğreniyorum. Vakit akşam üzeri…
Bir gece Chios’ta kalmam gerekiyor.
Limandan batıya doğru yürürken görüyorum Otel Kyma’yı…
İçeri giriyorum. Resepsiyonda uzun boylu, ben yaşlarda bir çocuk… (Çocuğuz henüz, yaşlar otuz civarı…)
Bir gece kalacağımı, ertesi sabah Ertürk feribotu ile Çeşme’ye geçeceğimi anlatıyorum… “Tamam.” diyor…
Elimi cebime atıyorum ve kalan son kağıt banknotu masasına koyuyorum… Bütün 1000 mark… Şöyle bir bakıyor yüzüme… Hafta sonu, akşam vakti… Karşısında kara sakallı bir Türk var…
O anda ne düşündüğünü tam bilemiyorum ama “Bana bu parayı bozamam, bir yerde bozdurup getirin…” diyor.
Kredi kartı yok 1991’de…
Belki vardır da, ben de yok yâni…
Çıkıyorum otelden, tekrar limana doğru yürürken gördüğüm her yere soruyorum, bozduramıyorum…
Ne yapacağımı bilmez bir halde, tekrar Kyma’ya dönüyorum…
Çocuğa, bozduramadığımı, ancak 1000 mark’ı kendisine bırakabileceğimi, o akşam ve gece kasaya girecek paralardan sabaha kadar paranın üzerini tamamlama olasılığı olduğunu, gerekirse para üstü olarak Drahmi’de verebileceğini, çok yorgun ve hattâ biraz hasta olduğumu ve uyumak istediğimi anlatıyorum…
Yüzüme bir kez daha bakıyor…
Hiç bozukluğun yok mu diye soruyor…
Cebimde ne var ne yok, demir paraların hepsini döküyorum masasının üzerine…
İki-üç mark, üç-dört drahmi ve bir kaç lira…
Liraları bana doğru itiyor, “Bunlar sana karşıda lâzım olur.” diyerek… Bugünün parası ile on lira bile etmeyecek olan metal mark ve drahmileri alıyor.
“Sen benim misafirimsin bu gece” diyor. “Bu küçük parayı senden ve benden yana bir ticaret olsun, aklımız kalmasın birbirimizde diye alıyorum… Yukarıda Onassis’in kaldığı bir oda var… Orada yat, uyu ve dinlen…
Karnın açsa yemekte göndereyim odana…
Sabah altıda uyandıracağım… Müşteriler var, Ertürk’le Çeşme’ye geçecek… Onları bıraktığım araba ile seni de bırakırım limana…”
Yemek istemediğimi söyleyerek teşekkür ediyorum.
Elini uzatıyor bana…
“Adım Theodore, iyi uykular… Güzelce dinlen…”
Merdivenlerden yukarı çıkıyorum… Az sonra bir sürahi Limonata ve bir şişe su getiriyor, oda servisi.
Deliksiz bir uykudan sonra, sabah altıda çalan telefonla uyanıyorum. Theodore, “Goodmorning… Yakalaman gereken bir bot var.” diyor gayet neşeli bir sesle…
Feribota binerken, son kez tokalaşıyoruz Theodore ile…
Kendisine nasıl teşekkür edeceğimi bilemediğimi söylüyorum…
Yunanlıların kendilerine has o metalik aksânı ile, “World is so small… Maybe anytime, anywhere, we’ll meet again… We’re brothers.” diyor…
(Dünya küçük… Belki bi’gün, bi’yerde yine karşılaşırız… Biz kardeşiz.)
Gün yeni doğuyor Anadolu’nun üzerinden…
Ben Ege’nin karşı kıyısına geçiyorum…
* * * *
Aradan 22 yıl geçiyor…
Geçtiğimiz hafta, eşim ve kızlarım ile birlikte Kyma’da kalıyoruz yine. Gitmeden evvel internet yolu ile Theodore’u buluyor, kendimi tanıtıyorum.
Çok net hatırlamıyor elbette… Olsun. Bu defa paramız ona nasip oluyor…
Karşılığı değil elbet ama eski borcumu, ona, müşterilerinden kalan kahvaltı boşlarını ve ortamı toplayarak, yağmur indirdiğinde koltukları toparlamasına yardım ederek ödemeye çalışıyorum.
Eşinin Türk olduğunu ve Karşıyaka’da bize çok yakın oturduğunu öğreniyorum. Güher hanım, “E, siz benden önce tanımışsınız Theodore’u…” diyerek gülümsüyor… İzmir’e geldiklerinde bize de uğramalarını söylüyor ve mangala davet ediyorum.
Güzel duygular hissediliyor karşılıklı…
Adadan ayrılıyoruz.
Tekne, limandan çıkar çıkmaz kuvvetli lodos ile birlikte sallanmaya başlıyor.
Yağmurun içinde gözden kaybolmaya yüz tutan KYMA’ya doğru bakarken düşünüyorum;
“We are the brothers…”