Medeniyet Sükûnettir
Yine uzun mu uzun bir yazı, yine sürü sürü laf …
Korkma ama, bu defa iç kıyıcı değil.
“Öldük, bittik” ağıtları yakmayacağız, lakin ortalığı pamuk helva pembeliği de işgal etmeyecek.
Sahi ölümde helva, acıyı tatlı ile bastırma telaşının bir ürünü müdür?
Bak gördün mü, daha başta konu dağılma eğilimine girdi.
Kış kışşş çekelim, herkes kendi bahçesine.
Konumuz aslında ütopya.
Medeniyet ütopyası olur iş midir?
Bakalım, nasıl bir iştir?
Ütopya kavramına ilk adım
Ütopya, Yunanca utopos <> olmayan mükemmel yer anlamına geliyor.
Yeryüzü cenneti ama, yok…!
Ütopyalar içerik olarak olumlu bir hayatın (cennet çünkü) kurgusunu sunarken, olumsuz olana distopya deniyor.
Tarih boyunca, ütopya olarak anılabilecek pek çok eser üretilmiş.
Keza, distopya da üretmişler, ama o konumuz dışında.
En eski yazılı ütopya olarak Platon’un Devleti varsayılıyor. Burada, ideal devleti erdemli insanlar topluluğu olarak anlatıyor Platon.
Üreticiler, koruyucular ve yöneticilerden ibaret, sınıflı bir toplum yapısı öngörmüş.
Sınıflar arası kargaşa çıkmaması için de, onları bir masala inandırmanın gerekli olduğunu düşünmüş ve şu masalı kurgulamış:
“Bu toplumun birer parçası olan sizler, birbirinizin kardeşisiniz. Ama sizi yaratan Tanrı ─biçimlendirici, mimar─ aranızdan önder olarak yarattıklarının mayasına altın katmıştır. Onlar bunun için baş tacı olurlar. Yardımcı olarak yarattıklarının mayasına gümüş, çiftçiler ve öbür işçilerin mayasına da demir ve tunç katmıştır. Aramızda bir hamur birliği olduğuna göre sizden doğan çocuklar da herhalde size benzeyeceklerdir. Ama arada bir altından gümüş, gümüşten de altın doğduğu olabilir. Bunun için Tanrı her şeyden önce önderlere, doğan çocuklara iyi bekçilik etmelerini, içlerine bu madenlerden hangisinin katılmış olduğunu dikkatle araştırmalarını buyurmuştur. Kendi çocukları tunçla ya da demirle katışık doğmuşlarsa hiç acımayıp hamurlarına uygun işlere koyacak onları, çiftçi ya da işçi yapacak. Çiftçi ya da işçi çocukları arasından mayaları altın ve gümüşle katışık olarak doğanlar olursa onları gözetecek, kimini önderliğe, kimini bekçiliğe yükseltecek; çünkü mayasında demir ya da tunç katışık olanların önderlik edeceği gün şehrin yok olacağını Tanrı buyurmuştur”[1]
Platon’a göre “Bir toplumun düzenindeki her çeşit değişiklik baştakilerden gelir. Baştakiler arasına ayrılık girmesinden doğar”[2]. Bu bozuk devlet düzenleri, para ve mevki hırsının artmasından dolayı gündeme gelir ve aşama aşama kötüye gidişin basamaklarını oluşturur. Ahlaki değerlerin göz ardı edilmesi, ölçüsüzlük, israf ve zenginlik tutkusu, sınıflar arasındaki uçurumu artırır ve böylece savaş başlar. Savaşı yoksulların kazanmasıyla demokrasi kurulur. “Zenginlerin kimi öldürülür, kimi yurtdışına sürülür. Geri kalan yurttaşlar devleti ve devlet işlerini eşit şartlarla paylaşırlar. Çok defa da iş başına gelecekler kurayla seçilir. Demokrasi ya böyle silah gücüyle olur ya da zenginlerin korkup kaçmasıyla”[3].
“Bir düzen panayırıdır demokrasi”[4]. Ancak demokrasinin temel özelliği olan özgürlük, zamanla yıkıcı bir unsura dönüşebilir. “Özgürlüğe susamış devletin başındakiler içki sunmasını bilmeyen sakilere döndüler mi demokrasi alabildiğine hürriyet için sarhoş olur. Halkı yönetenler her yola girmesini beceremez, her istenen özgürlüğü veremez olunca halk onları suçlar; hain diye, oligark diye cezalandırır”[5]. Bu doğrultuda zorbalığa geçiş gerçekleşir. “Aşırı özgürlüğün tepkisi, insanda da toplumda da aşırı kölelikten başka bir şey olmaz. Zorbalığın ancak halk devletinden doğması tabi bir şeydir o halde! En taşkın özgürlük orada olduğuna göre en yaman en dayanılmaz kölelik de orada olacak”[6]. Oysa Platon için insanın para kazanma, şöhret sahibi olma gibi olumsuz yanlarını dizginlemesi ve aklın değerini anlaması ile şekillenecek olan düzen; siyasi, iktisadi, sosyal ve kültürel açılardan en ideal düzendir.
Platondan etkilenerek ütopya kurgulayanlar çıkmış daha sonra.
Mesela, Farabi’de yazmış… El-Medinetu’l Fazıla.
O da Platon gibi erdemler ve erdemlilerle donatmış ütopyasını.
İlk neden’i mükemmel ve eksiksiz (tam) olarak kabul ederek, sonra gelenleri (ilk olandan çıkan) eksik kabul etmiş Farabi. Bu açıdan bakıldığında, daha başta “mükemmel” olanın bir kenara konulduğunu görüyoruz.
Ondan doğan eksikler arasında bir ideal dünya kenti tasarımı oluşturur. Farabi’nin kurgusunda Eski Yunan filozoflarının etkisi olsa da, arka planda içinde bulunduğu İslam düşüncesi temeli oluşturur.
İslam coğrafyasında politik olarak örgütlenmiş toplumun, kent/medine kavramı ile karşılanmış olduğu biliniyor. Farabi’nin, politika felsefesinde kent/medine, bireyin ve toplumun ortak amacı olan en yüksek mutluluğa ve son yetkinliğe ulaşabileceği bir ortam olarak politik örgütlenme basamaklarının ilki ve temeli olması bakımından sanki model olarak alınmıştır[7]. Farabi, Kitabü Tahsili’s Saade adlı kitabında her varlığın varlık düzeninde kendine özgü derecesine göre ulaşması gereken en üst yetkinliğe ulaşmak için var olduğunu, birey söz konusu olduğunda, bu en üst yetkinliğin, en yüksek mutluluk adını aldığını ve her bir bireyin konumuna göre bu amaca ulaşmak üzere var olduğunu dile getirir. Bütün içinde bu amaç uğruna oluşan her parça doğrudur, yerli yerindedir; amacı bu amaç olan her bir parçanın işi de doğru ve erdemlidir[8].
Farabi’nin medeniyet ve ütopya kavramına özellikle eserinin ilk bölümünde varlık ve varoluş (ontoloji) üzerinden yaklaştığı görülür. İkinci bölüm ideal devlet ütopyasının tanımıdır.
Platon’dan etkilenen diğer bir önemli isim olan Aziz Augustinus’a ileride değineceğiz, şimdi daha yakın tarihlerden birkaç ütopya kurgucusunu analım kısaca.
Thomas More’un Ütopya’sı, Campanella’nın Güneş Ülkesi, Francis Bacon’un Yeni Atlantis’i … yakın tarihin tasarlanmış ideal yaşam örnekleri (ütopyaları) olarak sayılabilir.
Platon’dan itibaren sayılan tüm ütopyalar bize bir dünya için ideal yaşam alanları kurgusunu sunarlar. Bu bir tür yeryüzü cennetidir.
Biliyoruz ki, inanç sistemlerindeki “cennet” kavramı ya da benzer ideali sunan “hakikat” veya “Nirvana” gibi kavramlar da aslında bir tür ütopyadır, lakin yeryüzü ütopyaları ile aralarında biraz sonra değineceğimiz ciddi farklar vardır, dolayısıyla her ikisine de “ütopya” deyip çıkmak, pek de şık olmayacaktır.
İngilizce cennet anlamına kullanılan heaven = tanrının evi’dir. Anlam olarak gökyüzünü (hümul – himmel) barındırır. Semavidir bu haliyle. Adem’in bir anlamda sürüldüğü cenneti anlatır.
Paradise ise (Eden Bahçesi) eski Pers dillerinde pairidaeza <> park, yeşil alan olarak anılır ki, semavi olan heaven’ın karşısında bize bir yeryüzü cennetini ifade eder. Ne zaman, nerede olduğu bilinmeyen, ancak bir zaman – mekân boyutu içinde tanımlanabilecek, madde dünyasında tanımlanmış bir cennettir.
Pek çok inanç sisteminde (dinsel veya din dışı inanç akımları[9]) Semavi cenneti bir ütopya olarak tanrı / hâkim güç kurmuştur, orası onun tasarımıdır; yeryüzü cenneti ise, beklenen kurtarıcının kuracağı bir cennet ütopyasıdır.
Bu bağlamda, insan evladı evrimsel süreci içinde yeryüzü ütopyalarını da güncelleyerek, zamanın gereklerine uydurmuştur. Günümüzde ütopya tasarımına girenlerin çevre – doğal kaynak kullanımı, sürdürülebilirlik, insan hakları – eşitlik – ayrımcılık gibi kavramları göz önüne alacağından kuşku yoktur. Keza, teknoloji günümüz ütopyacılığında önemli bir yapı malzemesidir. Mekânsal boyut uzaya taşmış, genetik müdahalelerle canlı tasarımı, robot, yapay zekâ gibi bileşenler güncel ütopyaların temel unsurları haline gelmiştir.
Ancak, zaman – mekân dışına çıkıldığında, gökyüzü cenneti kavramsal olarak zaman karşısında ne kadar değişecektir?
İşte bu soru, çalışmamızın eksenlerinden birini oluşturur ama önce Aziz Augustinus ile tanışalım.
Kendisi, Platon çizgisini izleyenlerden, ama asıl Hristiyanlığın kuramsal çerçevesini oluşturan fikir önderlerinden biri olarak tanınıyor Aziz Augustinus.
Öncelikle söylemek gerekir ki, “yeryüzü cenneti” kavramının karşısına, “Tanrı Şehri – City of God[10] ” kavramını ilk getiren kişi Aziz Augustinus’dur. Bu kavram, sonra gelen ütopyacıları da etkileyecektir.
Gerard Wegemer[11] Thomas More’un Ütopya adlı yapıtını yorumlarken der ki[12], “T. More, Aziz Augustinus’u İncil dışındaki en değerli ahlaki otorite olarak kabul etmiş ve Ütopya’yı yazmadan önce “Tanrı Şehri” (Augustinus’un kavramı) hakkında bir dizi konferanslar vermiştir. T. More bu temel metin hakkında teolojik bakış açısıyla değil, tarih ve felsefe bakışıyla konuşmayı tercih ederdi. Bir siyaset bilimcinin söylediği gibi, Tanrı Şehri, Platon’un Devlet’ine de bir cevaptır …”.
Araştırmacılar arasında ciddi bir tartışma konusudur: “More’un Ütopyası, Platon’un Devlet’inden sunduğu iyi yaşam tasarımı açısından üstün müdür, değil midir?”
Tartışma dışarıdan bakıldığında anlamsızdır, lakin odaktaki inanç düzlemi fark edildiğinde konu anlaşılır hale bürünür. Çalışma kapsamımız dahilinde olmadığı için, konuyu küçük bir “merhaba” ile geçiştiriyoruz: More’un Ütopya’sının karakterlerinden biri olan Raphael, (ki Ütopya’da gnostik bir üstadın rolünü üstlenmiştir) Ütopya’da bir gnostik bilgiyi ifşa eder. Ütopya tanrısı gnostik tanrı Mythros’tur ve ütopya bölgesi aslen gnostik evrenin en yüksek cenneti olan Abraxa’dır.
Raphael’in ısrarı, yalnızca bu gizli bilginin bilinen dünyaya barış ve refah getirebileceği yönündedir. Barış ve refahı getirmek için mülkiyeti kaldıracaktır …
Yukarıda belirttiğimiz gibi, Augustinus’un diğer ütopyacılardan farkı, o Dünya’da herhangi bir zamanda ve mekânda adil bir düzenin kurulabileceğini reddeder.
Çünkü, Augustinus varlık – zaman denklemini kendince çözmüş ve çıkan sonuca göre “bu yaşanan zaman ve mekan algısı dahilinde, ütopyanın kurgusu mümkün değildir” diyebilmiştir.
Augustinus, Dünya (yeryüzü) Devleti’ni insan nefsinin yüceltildiği bir mekân (Roma, Babil, Mısır gibi devletler) olarak kabul eder. İnsan Tanrısal güce ulaşmayı arzuladığı için, cennetten kovulmuş bir varlıktır. Dünyaya düşmüş insan, burada cennetteki düzeni aramaya kalktıysa da bu arayışını iktidar araçlarıyla donatılmış toplumsal düzenlerle yapmaya çalışmış ve bu da insanın sadece benliğini büyütmeye yaramıştır. Oysa, Tanrı Devleti’nde insan kendini aşarak Tanrı’nın sevgisine ulaşmaya çalışır. Bu sevgidir ki, insanı ebedi ve gerçek mutluluğa götürür. Bu sevgi dünyevi, geçici sevgiler gibi değildir, tükenmeyen ve aşkın bir sürece dairdir anlatılmak istenen.
Wegemer’in de belirttiği gibi, Platon, Çiçero, Augustinus gibi ütopya kurucularının gündeme getirdiği temel soru hep aynıdır: Hayatın en iyi yolu nedir?[13]
Hayatın en iyi yolu nedir?
Evet, nedir?
Sağlık, mutluluk, huzur, barış, adalet, refah … gibi bir dizi kavramla donatılmış bir dünya talebimiz var.
Bunu biliyoruz.
Sorulduğu zaman, cevabımızın bu sözcüklerin içinden çıkacağı konusunda bir kuşkumuz yok.
Hepimiz barış istiyoruz.
Adalet de, huzur da…
İsteklerimiz çok aslında.
Sürekli istiyoruz…
Tanrıdan, devletten, aileden, toplumdan … Hatta topraktan, sudan, havadaki buluttan… Denizin diplerinde kendi halindeki midyeden bile isteğimiz var, “için neden boş, bir inci tanesi bile mi yok”.
Yeni ev, yeni araba, evlada iyi okul, iyi iş, iyi eş … seçimde zafer, iş yerinde zafer, ihalede zafer, maçlarda zafer … kazanmak istiyoruz.
Böylesine istekler ve beklentiler dünyasında varoluş efsanesini oluşturma çabasındaki varlık için “barış” nedir?
Adalet nedir, bereket nedir?
Refah ve huzur nedir?
Nihayet, medeniyet nedir?
Barış istiyor olmamız, barış içinde olmadığımızdandır aslında. Huzur beklentimiz huzursuzluğumuzdan, refah talebi bitmeyen açgözlülüğümüz, mutluluk da mutsuzluğumuzdan.
Çelişki değil mi bunlar?
Zihnimiz çelişkiler ve çatışmalar mekanına dönüşmüş.
İstiyoruz, hedefler koyuyoruz, mücadele ediyoruz, yarışıyoruz, savaşıyoruz.
Sonra da “barış” istiyoruz.
“Barış” dediğimizde, Barış’ı bize öğretilmiş olan kavram olarak kabul ediyoruz: “mütareke hali”. Savaşın durduğu zaman dilimine barış diyoruz. Oysa barışı sürekliliği olan bir çatışmasızlık hali olarak kabul etsek, önce kendi zihnimizde bu çatışmasızlık halini (sükunet) tesis etsek, kavramın gerçeklik üzerindeki yansıması değişmez mi?
Aynı şekilde, güzelliği, bereketi, adaleti de, bilinen, koşullandırılmış hallerinin dışında algılasak …?
Değişmez mi…?
İnsan, aklını “kazanma” arzusuna koşullandırdığı için, hayatı bir yarış – rekabet sistemi olarak kabul ediyoruz.
Bu yarışta kaybetmekten korktuğumuz için de, kazanmak istiyoruz. Bunun bir sonucu olarak içinde bulunduğumuz efsaneyi böyle biçimlendirdik. Ceza, öfke, kaybetme, kurtarıcıyı bekleme, umut …
İçinde bulunduğumuz sıkışma halinin, çatışmalar üzerine kurgulanmış yaşam denkleminin nedenlerinin farkında değiliz.
Sadece onun öyle olduğunu peşinen kabullenip, acılarla dolu bir döngü içinde rol alıyoruz.
Efsanemizi besliyoruz.
Bu bağlamda sağlıklı mıyız?
Değiliz.
Çünkü hayatımızda acı var.
Nerdeyse, sadece acı.
Aziz Augustinus İtiraflarında gençliğini anlatırken der ki, “…tiyatro oyunlarına bayılıyordum. Çünkü bunlar benim sefilliğimi yansıtıyor ve ateşimi körüklüyordu. Neden insan o hüzünlü ve trajik oyunları seyredip acı çekmek ister, üstelik başına hiç de böyle olaylar gelsin istemezken? Ama bu olayları seyrederken içinin acımasını ister üstelik bu acıdan zevk alır.
Tuhaf bir delilik değil de nedir bu? Çünkü bu sahnelerden acı çektikçe kendisindeki benzer acılar da bir türlü iyileşemez. …”[14]
İnsanlık tarihinin tüm efsaneleri, başta Âdem ile Havva olmak üzere, acı dolu.
Kovulmakla başlıyor hikayemiz, ya da düşüş.
İlk evlatlar birbirini öldürüyor…. sonrasını hiç sorma.
Ne kadar sevinç halinde kalabiliriz ki?
Hiç düşündünüz mü? Saatlerce neşe ve sevinç halinde kalabilir miyiz?
Kalamayız, yoruluruz, bizi bu hale sevk eden etken tükenir.
Oysa binlerce yıldır acı çekmeyi – çektirmeyi başarabiliyoruz.
Irkların, dinlerin, kültürlerin, milletlerin acılarını özenle sakladıkları anma günleri var.
Zafer günlerimiz de aslında acı üzerine kurulu.
O tiyatrodaki alkışçı seyircinin hali, aslında zafer kazanmış insanın halidir.
Sahnede acıyı yaşayanın haline karşılık, tribünde zafer kazanmış tarafın coşkusu.
“Öteki” kaybederken, “ben’in” kazanma hali.
Kurgunun kendisi tümüyle acıya dayanıyor.
Düştüğümüz durum itibarıyla, birlikteliklerimizi de acılar üzerinden koruyabiliyoruz.
En iyi şiirleri, müzikleri, heykelleri … çektiğimiz ya da çektirdiğimiz acıları unutmamak üstüne oluşturuyoruz.
Şimdi oturup, içinde acı olmayan bir efsane yazabilir miyiz?
Acı olmayacaksa çatışma da olmayacak, çelişki de.
Korku da, o başı sonu olmayan istekler ve beklentiler de.
İyi de arkadaş, o olmasın, bu olmasın, geriye ne kalıyor…?
Bildiğimiz bir şey var mı ki geriye kalmış olsun?
Çırılçıplak kalıyoruz ve bu kalmış olduğumuz durumdan utanıyoruz.
Cennetten kovulmuş olmanın utancı bu mu yoksa?
Bilmiyoruz.
Bir gün biri çıkagelse ve dese ki, “temiz misiniz?”
Hep bir ağızdan kınasak bu yersiz soruyu.
“O zaman” dese, “zihinler şeffaf olsun, herkesin her düşündüğü bilinir hale dönüşsün, düşünceler serbestçe dolaşsın”.
Kim kabul eder ki bu kadar temizliği?
Kabul etmediğimiz içindir ki, ortaya “dil” diye bir şey çıkmıştır.
Çünkü insanın bir diğerinden her zaman saklayacak, gizleyecek düşünceleri olmuştur.
Saklamadıklarını paketleyip sunma aracı da dil oldu.
Bir bakıma dil, çaresizliğimizin ifade aracı.
Dil ve Ütopya
Ama dil aynı zamanda yaşamın da aracı.
Hem çaresizliğin ifade aracı, hem yaşamın aracı nasıl olur?
Çünkü, yaşam efsanemiz çaresizlik dokusuyla kurgulanmış.
Dilin başlangıç aşaması benliğin oluşumuyladır. Bebeğin toplumsal hayata geçişiyle başlar. Bebeğin kendi kimliğini oluşturmaya başladığı aşamada dil ortaya çıkar (yılan ve dili ve elma metaforu burada akla gelir).
Dış dünyanın nesnel gerçekliği bebeğin dil dünyasını olgunlaştırır. İyisi kötüsü, güzeli çirkini, doğrusu yanlışı … hepsi çocuğun zihninde biçim kazanırken, diliyle birlikte kimliği oluşturur.
Fransız psikiyatr, psikanalist, dilbilimci (aynı zamanda göstergebilim ve antropoloji üstüne de çalışmaları olan) Jacques Lacan (1901 – 1981) der ki, “…bir bebek, doğduğu zaman kendisini, annesini ve tüm çevresini tek bir varlık olarak algılar, ihtiyaçlarını karşılayan dış dünyayı bir “öteki” (the other) olarak değil kendi varlığının bir parçası olduğunu düşünür: “ben” ve “diğerleri” nin ayrımına varamaz…” Bu durum, Lacan için, gerçek birlik (unity) hissinin tek bulunduğu, yokluk veya kaybetme duygularının varolmadığı ruhsal bir gerçeklik alanıdır. Bu yüzden bu gerçeklikte dil (language) de yoktur.
Lacan, kelimelere ancak bir nesneyi kaybettiğimiz zaman ihtiyaç duyduğumuzu savunur. Bebeğin kendi benliği ve dış dünyayı ayırt edebildiği andan itibaren “ben” (ego) düşüncesi gelişmeye başlar; yani kimlik ve ego’nun gelişmesi, kişinin kendisine değil kendi dışındaki bir imgeyle özdeşleştirmesine bağlıdır. “…kelimelere ancak istenilen bir şey yok olduğunda ihtiyaç duyulur ve eğer etrafımızdaki dünya ‘gereken’ her şey ile donatılmış olsaydı kelimelere gerek duyulmayacaktı. Kayıp olmayan yerde dil var olamaz.”
Yukarıdaki yersiz soru burada yeniden bir yer arayışına girer.
“Zihinler şeffaf olsun, herkesin her düşündüğü bilinir hale dönüşsün ister miyiz?”
Zihinlerin şeffaf, düşüncenin tümüyle serbest olamama halinin yaşam aracıdır dil. Dil sayesinde biz örtülediğimiz, sınırlarla çevrelediğimiz düşüncelerimizi “gerektiği şekilde” ifade ederiz ve bu yaşamı kolaylaştıran araç haline gelir.
O halde, “ütopya bir dil meselesidir” diyebilir miyiz?
Sınırlanmış, kimliklere sıkışmış bir dilin hayatın en iyi yoluna dair yapacağı kurgudan ne bekleyebiliriz ki?
Burada, bir küçük anekdota yer vermek istiyorum. Mahayana Budizminin kutsal metinlerinden Vimalakirti’de, ikiliğin olmaması hali, yani saltık hakikat veya nirvanayı sorarlar. Cevap, “Vimalakirti soruyu, gümbür gümbür bir sessizlikle cevapladı”[15].
Bu bize, Lacan’ın bebek ve birlik (unity) yorumunu anımsatır.
Dil olmadan ütopya nasıl yazılır?
Belki de başka bir dile ihtiyaç var, suskunluğun içinden çıkan.
Zaman ve Ütopya
Suskunluğun içinden dil nasıl çıkar?
Cevap zamanla ilgilidir.
Şöyle, Krishnamurti der ki, “Ölçü, bizim bütün eğitimsel, çevresel ve toplumsal koşullanmalarımızdır. … Daha iyi, daha büyük sözcüklerinin kendileri birer ölçüdür. Dolayısıyla dilin kendisi ölçüye dahildir. Şimdi insan bu ölçünün kaynağının ne olduğunu, neden bunu bir yaşama aracı olarak kullandığını bulmalı … Düşünce ölçtüğü sürece ikilik olmak zorundadır….”.
Yukarıda dili bir yaşam aracı olarak tanımlamıştık, burada da Krishnamurti ölçüyü yaşama aracı olarak tanımladı. Bu benzerliğin kaynağı iki ögenin zamandaki rollerinden olsa gerektir. Krishnamurti içinde yaşadığımız gerçekliğin düşünce tarafından yaratıldığını belirterek, Düşüncenin zamanda ve ölçüde devinim olduğunu söyler.
Düşünce zamansa bellek de zamandır, çünkü geçmişin arşivini içerir, o bilgileri şimdiyle birleştirir.
Bir adım daha ileri gidelim, Krishnamurti’den değilse, umut da zamandır.
Dolayısıyla, bir gün gelecek olan kurtuluşu, kurtarıcıyı, kahramanı, mucizeyi zaman içinde, umutla bekleriz.
Bu hal harici alanda olduğu gibi, spiritüel alanda da çoğu kez bu biçimde tezahür edebilir, zira zaman hakikate ulaşma, erme, aydınlanma yolcusunu umut gemisinde dolaştırmaya başlayınca, gidilen yer ikiliğin entelektüel bilgi çöplüğünden başka bir yer olamaz.
Bu bize, zamanda dile gelmiş ruhani (semavi) ütopyanın içeriğine kuşkulu bakma imkânı sunar.
Asıl olan an’dır. Ya da “şimdi”, “dem”, “momentum”.
Bütün zaman algısına sahip olabildiğimiz yegâne hal.
Aziz Augustinus zamanla ilgili düşüncelerini tanrıya itiraflarında şöyle anlatır: “…Senin yılların ne gider ne de gelir, bizimkiler ise gider gelir ki, her şey sırasıyla gelebilsin. Senin yıllarının hepsi aynı anda şimdi de durmaktadır. Durdukları için de gelenler gidenleri bertaraf etmez çünkü senin yılların hiç geçmez, ama bizim yıllarımız ancak hep birden geçmiş olunca tamamlanacaktır. Senin yılların bir gündür, ama her gün gelen bir gün değil, hep bugündür, çünkü senin bugünün yerini yarına bırakmaz, dünün de yerini almaz. Senin bugünün ezeli ve ebedidir. Gelecek ve geçmiş olanlar mevcutsa şu an bunların nerede olduklarını bilmek istiyorum, henüz bunu çözecek kadar bilgim yok ama en azından bir yerlerde olduğunu biliyorum, ayrıca nerede olurlarsa olsunlar orada gelecek ya da geçmiş zaman olarak değil şimdiki zaman olarak bulunduklarını biliyorum. Çünkü orada gelecek zaman olarak bulunuyorlarsa demek ki henüz burada yoklar; orada geçmiş zaman olarak bulunuyorlarsa demek ki artık burada yoklar. O halde nerede bulunurlarsa bulunsunlar, gelecek ya da geçmiş olarak hangi zamanda olurlarsa olsunlar ancak şimdiki zaman olarak bulunuyorlar.”[16]
O halde, zamanın çukuruna düşmemek mümkün mü?
Burada, düşüncenin doğuşu, seyri, bellekle kurduğu ilişki önemli. Düşünce belleğin bilgisinden (geçmişten) çıkarak, akıl koridorlarında süzüle süzüle geliyorsa o demektir ki, düşünce anı, geçmişin bilgileriyle karşılayacak.
O anın düşüncesi değil, doğuş bellekten, hesap kitap içinde çıkmış.
Buna da zaten doğuş dememek lazım, olsa olsa “üretim” denir.
An’da (dem’de, şimdi’de) doğan düşünce algısal bir duyma – görme halinin yansımasıdır, bir saflık haline dairdir, bir anlamda algısal bir varoluş biçimidir.
Ne geçmişten gelen bilgiler, ne karşıdaki nesnel gerçekliğin enformasyon (malumat) sağanağı. Sadece, saf (duru ve dingin) bir zihin ve doğuşun algısal seyri.
Bu halin oluşabilmesi için aklın hür olması beklenir ki, ürettiği düşünce zamana yapışık dolaşmasın. Bu durumda şu sonucu çıkartabiliriz sanıyorum, “ezoterik gelenekte aklın hürriyeti (düşüncenin hürriyet) düşüncenin zamanla ilişkisi üzerinden tanımlanmalıdır”.
Zihnin bir kabiliyeti olan aklın hürriyeti zihnin saflığı ve duruluğuna bağlı ise, ihtiyaç duyulan şey zihnin gerilimden uzak, çatışmasızlık halidir.
Yani, sükûnet…
Sükûnet, belki de ütopya kurgusunun anahtar sözcüğüdür.
‘Sükûnet içindeki suskun zihnin konuşması’ sanıyorum biraz daha netleşiyor.
Sükûnet ve Gönül
Gönül neresi?
Soru anlamlı değil, ama yine de bir algı oluşturuyor.
Gönül = kalp gibi bir düşüncemiz var.
Aslında, gönül bizim mabedimizi kurduğumuz yer, ama olmayan yer, tıpkı ütopya gibi. “Gönlünü temiz tut” dediğimizde, kalbimizi temiz tutmamız gerektiğini düşünen de oluyor.
Gönül ile zihin arasında bir yakınlık var.
Her ikisi de kavramsal olarak oluşmuş soyut değerler.
Onlara yüklediğimiz roller, işlevler ve anlamlar üzerinden onlar biçim kazanıyor ve insanlığın belleğinde (zamanda) yer ediniyorlar.
Ayrı da olsalar, bir de … var sayıyoruz ki, gönülden gönüle giden yol var; sükûnet içindeki, saflaşmış zihinlerin suskun konuşmaları gibi tıpkı.
Dilden gönüle giden de var.
Bu bağlamda “duymak” ne ki?
Kulağa gelen ses mi?
Yoksa sem’mi?
Sözcük kökeni itibarıyla kalp bir halden diğerine geçmek, dönüşmek olduğuna göre, yolculuğu yapan, yaptıran, yolda olan, saflaşan, büyüyen, birleşen, buluşan aslında gönül.
Ama buna aldığı eğitim gereği zihin demek isteyene de kim, neden itiraz edebilir ki?
Sahi ortalık yerdekini ille de parçalamak zorunda mıyız?
Parçalara ayırıp, tanımlamadan, sıfatlar ve ölçüler sistematiğine sokmadan anlamıyor muyuz?
Anlamıyoruz.
Önümüzde bir kocaman bütün var, hani şu cennete çocuk haliyle girecek olanın algılayabildiği “unity” durumu, biz burada kalkmış “kalp mi, zihin mi?” kavgası yapıyoruz.
Al sana çatışma işte …!
Al sana ölçü… al sana ikilik, al sana zaman …
Ama anlamıyoruz başka türlü.
Ölçmeden, tanımlamadan, sınırlar içine sokmadan, cümleyle ne olduğunu net anlatmadan, dil ile açıklanabilir yapmadan mutlu olmuyoruz.
Çünkü, aksi durum bizim zamandaki ikilikler üzerine kurulu gerçeğimize uymuyor.
Çok fena …!
Çatışmasızlık hali (barış – sükunet) oluştukça, bu yolun üzerinde sürtünme katsayısı azalır ve yolu alan daha sürtünmesiz bir zeminde hareket etmeye başlar.
Sürtünmesizlik aslında saflık, duruluk halidir.
Hacı Bayram Veli’nin “Gönül Şehri’ne doğru bir yolculuk” adındaki eseri, aslında yukarıda söylenenlerin tümünü birkaç dizeye sığdırması bakımından hayranlık vericidir.
Duymayı deneyelim:
Çalabım bir şâr yaratmış iki cihân âresinde
Bakıcak dîdâr görünür ol şârın kenâresinde
Nâgehân ol şâra vardım ol şârı yapılır gördüm
Ben dahî bile yapıldım taş ü toprak âresinde
Ol şârdan oklar atılır gelir ciğere batılır
Ârifler sözü satılır ol şârın bazâresinde
Şâkirdleri taş yonarlar yonup üstâda sunarlar
Çalabın ismin anarlar ol taşın her pâresinde
Ol şâr dediğim gönüldür ne âlimdir ne câhildir
Âşıklar kanı sebîldir ol şârın kanâresinde
Bu sözü ârifler anlar câhiller bilmeyip tânlar
Hacı Bayrâm kendi bânlar ol şârın menâresinde
Yani…?
Tanrım (Çalabım) diyor, bir şehir yaratmış (gönlünden bahsediyor), iki dünya (alem) arasında.
Şehrin kenarından bakınca, didar görünür. Yani, “Ararsan Allah’ı kalbinde ara/Kudüs’te Mekke’de, Hac’da değildir” diyor. Gören ve görülenin yoklukta birliği.
Şehre (gönüle) varınca, gördüğü taş toprak arasında kendisinin de yapılmaya (inşa edilmeye, küp taş haline getirilmeye, inisiyasyona, seyr-ü sülüğüne …) başladığını anlatıyor[17].
Şakirtler (öğrenciler, çıraklar, taş işçileri ) taş yontar ve üstatlarına sunarlarmış.
Ama ondan önce, oklarla ciğeri yaralanıyor, yani (nefsi) terbiye ediliyor.
Gönül tam saflığına ulaşınca, kişi sıfatlardan arınmış, hakikate kavuşmuştur.
Yukarıdaki onca tartışma bir yana, şuradaki birkaç satırda dile gelen gönül serüveni aslında her şeyi tüm derinliğiyle anlatmış.
Sonuç
Böyle bir yazıya “sonuç” yazmak anlamlı değil, çünkü sonuç dediğimizde yine zamana dahil oluyoruz. O halde buna “sonuç” demeyelim, “iyi de şimdi durum nedir?” diyelim.
Zamanın içinde, ikilik dünyasında yaşıyoruz ve kaçınılmaz olarak bütünü bölüyoruz, bölerek anlıyor, anlatıyoruz.
Bölerek yaşıyor, yaşamı anlamlı kılıyoruz.
Ben ve öteki.
Bölünmüş zihin, bölünmüş algılar ve anlamlar aslında çatışmalar ve rekabet demektir.
Bölünme sınır demektir.
Sürekli sınırlar koyuyoruz ve sınırların içini “doğru” olan olarak kabul ediyoruz.
Bu zihnin oluşturacağı ütopya, yine yukarıda gördüklerimiz gibi (Platon’un Devleti, vb.) bölünmüşlükler üzerinden oluşacaktır. Platon ne güzel söylemiş, “sınıflar arası kargaşa çıkmaması için, onları bir masala inandırmak gereklidir”.
Bizim “efsane” dediğimizi Platon baştan yazmış ki, insanlar buna inanıp, kabullenip, koşullanıp, bir “düzen” içinde yaşasınlar.
Bu masal olmadan, düzeni sürdüremiyoruz galiba.
O halde mesele, geleceğin masalının içeriğini çatışmasız bir zihinle kaleme alıp alamayacağımız, bunu sükûnet içinde tasarlama becerisi gösterip gösteremeyeceğimiz meselesidir.
“Acı ne zaman iştah açıcı olmaktan çıkacak?” mesela, merak etmiyor değilim.