Ne olacak ki…?
Deve meselesi.
Avustralya’da yaşanan felaketler silsilesi sırasında, ortaya bir deve meselesi çıktı.
Neydi olan biten?
“Kuraklık var, yangın var, su yetmiyor, develer de çok su tüketiyor, develeri vuralım” dedi Avustralyalılar.
Olacak iş mi…?
Olan biten cennet ülkemizde katliam, barbarlık… olarak algılandı.
Çok kızdık…!
Gel bir bakalım, nedir işin arka planı?
Kimine göre 5 bin, kimine göre 10 bin deve öldürüldü.
Deve Avustralya için istilacı tür.
Ne demek istilacı tür?
Şayet bir canlı türü o coğrafyanın doğal canlısı değilse, dışarıdan gelmiş (insanlar veya başka vasıtalarla) ve geldiği yeni alana zararlı oluyorsa, üstelik orada doğal bir düşmanı da yoksa bu istilacı türdür.
Nedir bu zarar?
Örneğin, oradaki doğal türleri baskılayabilir.
Doğal ekosistemlere zarar verir.
Doğal kaynakları, sistemin dengesini bozacak şekilde aşırı tüketebilir.
Örnek mi?
Mesela, sudak (veya tatlı su levreği de denilen) balık, Eğirdir Gölü’ne “iyi olur” diye salındı, o terbiyesiz de tuttu Gölde binlerce yıldır yaşayan endemik balıkları yiyip, bitirdi.
Ee ama bu balık etçil balık, sizde yani tavuk yiyecek hali yok.
Doğru… O oranın doğal türü olsa, orada evrimleşmiş olsa, bir düşmanı olur, o da onu bir biçimde tüketip, dengeyi korurdu.
Keza, İngilizler 1957 yılında Afrika’daki Viktorya Gölü’ne Nil Levreği diye bir balık aşıladılar. Levrek, koskoca Viktorya Gölü’ndeki yaklaşık 200 endemik balığı yiyip, tarih sahnesinden sildi. Bu ekoloji tarihinde ünlü vakalardan biridir, yerli balıklar gidince, bu balıkları avlayarak karınlarını doyuran küçük balıkçılar ve göl çevresindeki milyonlarca insan da besin kaynaklarını yitirdiler.
İstilacı türlerin ortak özellikleri şunlar: Uzun ömür, yüksek verim, büyük beden, habitat seçiminde esneklik, zor koşullara dayanıklılık …
Bu ahlak yoksunları, her koşulda çoğalma becerisi gösteriyorlar.
Ortalık çok mu pis…?
“Biz yaşarız abi, ne olacak ki…?”
Besin mi yok…?
“Rızkımızı taştan çıkartırız, ne olacak ki…?”
Ortalıkta konu komşu mu çok…?
Kızlarıyla çiftleşir, kendimize benzer döller üretiriz, gerekiyorsa onların genlerini değiştirir, köklerin kibrit suyu dökeriz …ne olacak ki…?
Bunların hayat felsefesi, “ne olacak ki…?” özdeyişi ile özetlenebilir.
Dağdan gelip, bağdakini kovma meraklısı her biri.
Evet, evet … duydum dediğini, sen yine ortalık yerde söyleme ama.
“Ne olacak ki…?” deme, ne olur, ne olmaz …!
İstilacı bitkiler var, kelebekler var, midye var, arı var, çekirge var, kurbağa var …
İnsan mı…?
Ona benim aklım ermez.
Deveden öte geçemedik daha.
Bu istilacı türleri ekosistemdeki etkisi biyolojik çeşitliliği baskı altına aldığı için, o sistemde çeşitliliği tahrip etmek olarak da tanımlanabilir. Bir balık, koskoca bir gölü kısa sürede bir leğen suya çevirebiliyor. Bir kelebek tırtılı, tüm tarım alanlarını kemirip bitirebiliyor, bir küçük midye, tatlı su ekosistemindeki yaşamı alt üst edebiliyor…
Gelelim develere.
Avustralya malum bir ada. Ada olduğu için de, karasal ekosistem milyonlarca yıl içinde, kendi izole yapısı içinde evrimleşen doğal yapıya sahip olmuş. Bir hayvan veya bitki oraya aitse, kolay kolay “ben bir Hindistan’a kadar uzanayım hacı abi” deme şansına sahip olamamış.
Bu ne demek…?
Adadaki bitki ve hayvan türlerinin %80’i sadece orada yaşıyorlar.
Ama insanlar, ah o beyaz adam var ya, işte onlar… dışarıdan (diğer kıtalardan) bir sürü canlıyı, tutup tutup buraya taşımışlar.
Bunlardan biri de develer.
İddia o ki, ilk 1860’larda gelmişler.
Avrupalı kolonistler (evet evet, o) Ada’nın içlerindeki kurak coğrafyada keşifler yapmak için lazım olur diye getirmişler develeri.
O yıllarda Afganistan’dan ilk etapta 24 deve gelmiş.
Sonra o ilk gelenler, memleketteki akrabaları da çağırmışlar, ikinci partide 120 deve daha gelmiş.
Ne olacak ki…?
Onlar da kendi akrabalarını çağırınca, kısa sürede binlerce deve olmuş.
Sonra develeri başıboş salmışlar ortalığa, onlar da serbestçe çoğalmışlar ve vahşileşmişler.
Şu an tahmini 1.5 milyon vahşi deve olduğu tahmin ediliyor.
8-9 yılda bir sayı ikiye katlanıyormuş.
Ne olacak ki…?
Develer ne yapıyor ki…?
Koca kıta, yaşasa kime ne zararı olacak…?
Yaşadıkları ortamlarda mevcut bitki türlerinin %80’ini yiyip bitirmişler.
Kurak coğrafyada, toprak yüzeyindeki bitkileri yok ederseniz ne olur?
Eveeeettt… Erozyon.
Zaten bölge kurak, yarı çöl, sınırlı su kaynakları var bir de bu sınırlı suya ve ota milyon deveyi ortak edince, geçmiş olsun yerli türlere.
Geçmiş olanların başında, yerli türlerden sayılan Aborijinler de var.
İnsan yani, yerel halk… Gerçi onlar da nerden baksan 50 bin yıl önce gelmişler oralara ama olsun var bir geçmişleri.
Develerin kontrollü ekosistemden çekilmelerini isteyenler de onlar.
“Develer gitsin bu dünyadan, zira bizim suyumuzu, bitkimizi, hayatımızı tehdit yok ediyor” diye dilekçeyi onlar vermiş ta ne zaman.
Onlar öyle diyebilirler, ama bak Aydın Germencik Yörükler Kültür Derneği Başkanı ne diyor: “Su kaynaklarında kıtlık varsa bu kaynakları çoğaltmaya çalışmaları gerekir. Bugün teknoloji imkânları her şeye müsaade ediyor. Su kaynaklarının bol olduğu bir ülkeye de gönderebilirler o hayvanları. Biz Aydın’a gelmelerini isteriz ama Aydın’da o kadar deveyi barındıracak bir yer yok.”
Facebook’da develerin öldürülmesini olayı kınayan bir akademisyen dostumun sayfasına biri not düşmüş: “Hocam, bu alçaklar hayvanlara yaptığını ve yapacağını daha öncede bölgenin gerçek sahibi Aborijinlere yapmıştı.”
Olan biteni bilmese de, yargı ve infaz konusunda kendine güven tam.
Ne olacak ki…?
Ahh… Unutmadan, Avustralya doğa yönetimi yetkilileri açıklama yaptılar “2010 – 2013 arası zaten 175 bin deveyi yolladık öte aleme”.
Sadece develer mi…?
Avustralya’nın sömürgeleştirilmesi sırasında birçok hayvan türü ülkeye getirilmiş (yine şu beyaz adam) ve birçoğu adanın doğal sistemine ve yerel ekonomiye zarar vermeye başlamış.
Yaban atları mesela.
1788 yılında Avrupa’dan getirilmişler, ilk yerleşimciler yıllar boyu kullanmışlar.
Sonra ihtiyaç kalmayınca, doğaya salınmış, çoğalmışlar.
Onlar da bitki örtüsü ve suları tüketiyorlar.
Tahmini 400 bin yabani at var, başıboş dolaşıyor.
Her yıl sayıları %20 artıyor.
Ne olacak ki…?
Avrupa tavşanı var, oyyyy… ne sevimli şey…. Tavşana da mı zararlı, istilacı diyeceğiz şimdi?
Diyeceğiz tabii… bakma sen onların öyle göründüklerine.
1857’de getirilen tavşanlar öyle çoğaldılar ki, kımır kımır kemirmek suretiyle, ortalıkta ot bırakmadılar.
Çevresel tahribatın boyurunun önemli olduğu söyleniyor.
Tavşanların sığır ve koyun meralarında açtıkları tahribatın yıllık parasal karşılığının 206 milyon ABD Doları olduğu varsayılıyor.
Aynı şekilde geyik var, tilki var, keçiler var, yaban domuzları var, köpekler var, kediler var …
Daha neler neler… Avrupa Bal Arısı bile orada bir istilacı tür oldu. Erken yerleşimcilerin getirdiği arılar, zamanla agresif bir tür haline gelmiş. Kakadu, küçük papağanlar, yerel bir yalıçapkını ve yarasalar gibi pek çok yerel tür için giderek artan bir tehdit olmuşlar.
Sonuç olarak, ne yapılmalı?
Deveyi, kediyi, tavşanı öldüre öldüre sistemden çıkartmak ve elden geldiğince doğal ekosistemi korumaya çalışmak mıdır çare; ekosistemleri istilacılara terk ederek, doğanın onlarla birlikte yeniden bir sistematik kurmasına fırsat tanımak mı?
Bana sorarsanız, önce aklımızı başımıza alıp, olup biteni anlama çabasına girmemiz lazım.
Höt – hüt ile geldiğimiz yer buralar.
Develeri, atları, birbirimizi vurarak çözüm arama derdindeyiz.
Kimse kimseyi anlamaya çalışmıyor.
Kimse kimseyi dinlemiyor.
Biraz uzağa, biraz farklı boyutlara, biraz detaya bakma niyeti kimsede yok.
İstilacı türlerin varlığı ve yol açtıkları tahribatların tümü bizim bitmek bilmeyen yayılma, büyüme, tüketme arzumuzun sonucu oldu.
Asıl istilacı olan biziz elbet.
Ama bunu kabul etmiyoruz.
Doğayı kendi çıkarımıza göre tasarladık, onu bir madde olarak algılıyor ve kemire kemire bitirmeye çalışıyoruz.
İstilacı türler bu hızla artarsa, ortalıkta bir sürü yeni hastalıklar, açlık sorunları ve susuzluk baş gösterecek.
Mesele deve meselesi değil elbet, mesele insan olmayı becerip becerememe meselesi.
Senin aldığın her gereksiz eşyada o ölen devenin kanı var; yaptığın her anlamsız işte de; tükettiğin anlamsız sentetik üründe de; enerjide de …
Hem büyük bir açlıkla sürekli tüketmek istiyoruz; hem anlamak istemiyoruz;
hem de develer ölmesin.
Ne olacak ki…?