Tut ki öldün
Tut ki öldün.
“O nasıl söz?”
Olacak iş değil de, şu ‘tut ki’ aleminde oluyor bazen.
Ölüyor insan.
Kültür, inanç ne olursa olsun, değişmeyen bir şey var ki, o da insan evladının “bak gidiyorum ama, sanma ki bu bir son” umudu.
Gerçeğin tüm nesnel sınırlamaları ve kırılganlığına karşı, hayalin taşıdığı sınırsızlık umudu.
Y (doğum) – X (ölüm) = Z (ben)
Denklemimizde üç bilinmeyen var.
Bunları bilemediğimiz gibi, hiçbir zaman da bilemeyeceğimizin farkındayız ama yine de hayat denilen oyun parkında, bir derin psikozun içinde, bilinmezi arıyoruz.
Çünkü, bilinenin trajedisi karşısında, bilinmezin keyfiyeti, ona duyulan arzu cezbediyor insanı.
Al işte, kaç bin yıldır hep aynı soru, ‘kelimelerden öte, kimim ben?’.
Bilmiyorsun!
Debelen dur cevap vereceğim diye, bir Allah’ın kulu da demez ki, “Arkadaş cevap sorunun talihsizliği imiş, peşinde koşma, sakin ol”.
Çünkü denklem, bunca bilinmeyene karşın ayakta duruyorsa, sebebi bilme isteğinin ürettiği o debelenme hali, çaba, emek.
Tekeri döndüren de bu zaten.
O elma yensin diye vardı.
Bu kadar uzun bir uvertürden sonra, perdeyi açalım.
Ne dediydik, tut ki öldün.
Ardından geliyor bir uğurlama merasimi.
Kolay değil öyle şakkadanak gitmek.
Nedir tercih?
“Gömsünler.”
Peki, buyur sana mezar, toprak kazıldı, ka’br annenin rahmi.
Toprak, yer ana çünkü, haliyle gök de baba.
Rahimden içeri koyuyorlar, üstünü kapatıp, peşinden de babanın kutsal dölleyici suyu (rahmet gökten geliyor) dökülüyor ki, ceset tez elden yeniden doğum döngüsüne girsin.
Ahh… unutmayalım, gömmeden önce temizlik var, gül suyu, beyaz kefen…
O niye?
Ee, burada kirlendik, temiz gidelim.
Neden kirlendik burada?
Oyun parkından eve dönünce annen elini ayağını yıkamaz mı?
Bu işte.
Katmışsındır ille ihaleye bir fesat.
Dedin, “Gömmesinler, yakılmak istiyorum.”
Hay hayy… Fırın bulursak, neden olmasın.
Orada da ateş temizliyor, dumanlar göğe çıkartıyor, sonra iniş yokuş aşağı.
Ama fırın lazım, bu iş lahmacun fırınında olmuyor, krematoryum için 1900 derecelere varan ısıda fırın gerekli.
İşlem iki buçuk saat kadar sürüyor, geriye sadece kül mü kaldı?
Hayır, kemikler yanmıyor, onları da öğüten blender var.
Binlerce yıldır uygulanıyor bu yakarak temizleme, dumanla göğe uğurlama yöntemi.
Fırını olmayan, tahtalar üzerinde, açık havada yakıyor.
Dünya dediğin değişme/dönüşme (hwl) ihale alemi, insan da fesatlık budalası olduğu sürece, bir ateş lazım sonunda.
Efendim ülkemizde krematoryum yok, belediyelerin açabilmesi yönünde yetki veren kanun var ama, talep yokmuş.
Bir ara change.org’da kampanya yapıldı, yedi bin dolayında imza çıktı.
Yetmedi tabii.
Pekii, yakmaktan vazgeçtik.
Antik çağda, rahim şeklinde küp mezarlara, cenin pozisyonunda gömülenler varmış.
Anadolu’da kazılarda pek çok mezarlık ortaya çıktı.
Ölünün yanına testi içinde su da konuyor, bazen yolluklar hazırlanıyor.
Bak burada da rahim ve cenin var.
Ama mezarlıklarda yer kaplıyor o koca küpler, bir de kim yapacak, usta kalmadı.
Küp işini boş ver!
Kuşlara yem yapsak?
Tövbe vallahi, bu da var seçenekler arasında, eskiden Cengiz Han binlerce kule yaptırmış, ölüleri tepesine koyun, alıcı kuşlar gelip etlerini alsın göğe çıkartsınlar.
Amerika’da, Asya’da, Orta Doğu’da, Anadolu’da sıklıkla uygulanan bir uğurlama yöntemi.
Çatalhöyük’de bile var.
Günümüzde sadece Tibet’de devam ediyor.
Renkli bezlerle işaretli tepeler var, ceset oraya konuyor, elinde satırı olan bir adam gelip pata küte parçalıyor bedeni.
O sırada da akbabalar çevrede toplaşmış, işlemin bitmesini bekliyorlar.
Tarih öncesi çizimlerde de akbaba karnında fetüsle geri geliyor, yani göğe rahmetlinin ruhunu götürüp, geri dönüşte bebek taşıyor.
Biz onu leylek yaptık zamanla; kurbağa yiyor, insan getiriyor o da.
Neyse, biz lak lak yaparken alıcı kuşlar cesedi tertemiz çıkarttılar.
Bir süre sonra uzmanımız geliyor, kalan kemikler içinden kaval kemiğini seçip, ondan kaval yapıyor, kafa tasından da kutsal kâse.
Bak, vallahi uydurmuyorum.
O kemikten çanak evin bir köşesinde duruyor, rahmetlinin anılacağı günlerde kaval çalınıp, çanaktan içkiler içiliyor.
O ihaleye fesat karıştıran beynin temizlendi, kabında da eş dost mayalanmış içki içerek, senin temizlenmiş olmanı kutluyor.
Sevmedin bunu değil mi?
Dur, gitme, sürprizi sona sakladık.
Boncuk var, çağın son icadı.
Bak bu acayip ama.
Efendim olay Güney Kore’de geçiyor.
Orada ölüleri bizdeki gibi gömerlermiş eskiden.
Ülke küçük, nüfus yoğun, toprak lazım ne yapalım?
Bunu bilmeyecek ne var, ihaleye fesat…
Dur, acele etme, oraya gelmedik daha.
Mezarlık yer kalmamış, 2000 yılında hükümet bir yasa çıkartmış.
Toprağın altında 60 yılı aşmış ölünüz varsa, çıkartın kardeşim.
Laf mı yani bu?
Ölü atalara saygı, düzenli mezar ziyareti, temiz mezarlar Konfüçyüsçü geleneğin özünde var, ne olacak?
Yakalım!
Mezarlar boşaltılmaya başlanmış, millet elinde torba torba kemikle kalıvermiş orta yerde.
Tam o anda, Bae Jae-yul adında bir emlakçıda ampul yanmış.
“Boncuk!” demiş, neden olmasın?
Bir dizi araştırma, ardından teknoloji ve sonuç gelmiş.
Bae kemikleri özel makinada öğütüyor, külü ince toz haline getirip yeniden yüksek ısıya tabi tutuyor, iki saatte rahmetliden, yeşilli, mavili boncuklar oluşuyor.
Buyur!
Renkler kişiden kişiye değişiyormuş.
Mercan ve topazdan, gri ve siyaha kadar değiştiğini söylüyor girişimci Bae.
Siyahlar ihaleye fesat.
Oyun parkında arkadaşları dövdüm, boncuk gri.
Bu kadar oyun oynadım, bir halt öğrenmeden gidiyorum durumunda boncuk mavi.
Öğrendim de, öğrendiğimin farkında değilim, topaz…
Geçen 10 yılda binden fazla müşteriye hizmet vermiş Bae.
Tabii, bunu gören başkaları da boncuk işine girişmişler.
Bakmışlar boncuk tuttu, bu defa başka girişimciler boncukları koyacak cam ve kristal kaplar üretmiş, göz göz dolaplar, boncukluk, kolye, bilezik…
Ne demiştik?
Y – X = Z