Cumhuriyetin İlanının Öncesinde Ülkenin Sosyal, Ekonomik ve Siyasal Durumu Bölüm – 1
Her toplumun tarih önünde sınandığı kırılma anları vardır. Bu anlar bazen bir kere bazen de birden çok olur. Önemli ve belirleyici dönemeçlerdir. Toplumların ve kültürlerin yönünü değiştiren olaylar ve süreçleri içerir. Çoğu zaman kanlı ve acı dolu süreçlerdir.Genelde mevcut düzenin çözüldüğü ve yeni bir yapılanmanın başladığı geçiş dönemleridir.
Savaşlar, ihtilaller, devrimler, büyük keşifler, siyasi ve sosyal reformlar, ekonomik çalkantılar veya büyük felaketler gibi çeşitli olaylar işte böyle kırılma anlarındandır ve tarihin akışını değiştirirler. Doğru zamanda, doğru şekilde ve doğru kişilerce, akla, bilime ve toplum gerçekliğine dayalı yönetildiklerinde, olumlu gelişmelere yol açar ve dönüştürücü gücüyle birlikte tarih sahnesindeki yerini alırlar.
Cumhuriyetin ilanı, Türk toplumu açısından işte böyle büyük bir kırılma anıdır. 600 yıllık koca bir imparatorluğun çöküşünü takiben toplumun siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomik açıdan büyük dönüşümler yaşadığı bir sürecin önemli bir aşamasıdır. Bu anlamıyla, yakın dönem Türk tarihini, Cumhuriyetöncesi ve sonrası olarak değerlendirebiliriz diye düşünüyorum.
Bu çalışmada, 19. yüzyılın sonları ile 20. yüzyılın ilk dönemlerini kapsayan bir zaman perspektifi içinde, Osmanlı toplumu ve imparatorluğunu sosyal, ekonomik ve siyasal anlamda inceleyecek ve günümüze ışık tutmaya çalışacağız…
ALLAH YARDIMCIMIZ OLSUN!
30 Ekim 1923. Gazi, İsmet Paşa’yı köşke davet eder. Misafir salonuna alır. Genel durum hakkında incelemeler yaptırmıştır ve gelen raporlar odadaki büyük masanın üzerinde durmaktadır.
“Sorunlarımız ne kadar çok, imkânlarımız ne kadar az, bilmeni istiyorum”der Gazi ve söze başlar;
“Bize, yazık ki geri, borçlu, hastalıklı bir vatan miras kaldı. Yoksul bir devletiz. Dört mevsim kullanılabilir yollarımız yok denecek kadar az. Kışın batağa döndüğü için geçilmesi de çok zor. Toplam 4.000 km. kadar demiryolu var Anadolu’da. Bir metresi bile bizim değil ve üstelik yetersiz bir demiryolu ağı.
Denizciliğimiz acınacak durumda.
Her yerde tefeciler halkı eziyor.
Güya tarım ülkesiyiz ama ekmeklik unumuzun bile çoğunu dışardan getirtiyoruz. Sığır vebası hayvancılığımızı öldürüyor.
Şu andaki doktor sayımız 337. Sağlık memuru sayısı 434. 150 kadar ilçede doktor yok. Pek az şehirde eczane var. Salgın hastalıklar insanlarımızı kırıyor. Kırk küsur bin köye karşılık, diplomalı ebe sayımız 136. Üç milyon kadar insanımız trahomlu. Sıtma, tifüs, verem, frengi, tifo salgın halinde. Bit bile hala ciddi bir sorun. Nüfusumuzun yarısı hasta denebilir. Bebek ölüm oranı % 60’ı geçiyor.
Telefon, motor, makine yok denecek düzeyde. Teknolojiden yoksun bir ülkeyiz. Bütün sanayi ürünlerini dışardan alıyoruz. Kiremiti bile ithal etmekteyiz. Avrupa’nın her çeşit malı için açık pazar halindeyiz. Elektrik yalnız İstanbul ve İzmir’in bazı semtlerinde var.
Yunanlıların tümüyle yaktığı köy sayısı 830. Yanan bina sayısı 114.408.
İktisadi hayatımız da, eğitim durumumuz da fena halde. Zorunlu okuma yaşındaki çocukların ancak dörtte birini okutabiliyoruz.
Birçok kültür eseri dışarı kaçırılmış, kaçırılmaya da devam ediliyor.
Bu zor durumdan nasıl çıkılabileceğini gösteren ne bir örnek var önümüzde, ne de bir deney. Ama yılmamak, ucuz, geçici çarelerle yetinmemek, halkımızı kurtarmak için mümkün olan hızla sorunları çözmek, kalkınmak, ilerlemek, milli egemenliğe dayalı, uygar ve özgür bir toplum oluşturmak, yüzyılımızın düzeyine yetişmek, kısacası çağdaşlaşmak ve bu büyük ideali tam olarak başarmak zorundayız.
Bu âna kadar bu ideali koruyarak geldik. Bundan sonra daha hızlı yürümek zorundayız. Bunun için gerekli yöntemi, yolu birlikte arayıp bulacağız. Yoksul ve esir ülkelere örnek olacağız. Kaderin bizim kuşağımıza yüklediği kutsal bir görev bu. Bu büyük görevin ağırlığını ve onurunu seninle paylaşmak istedim.
Allah yardımcımız olsun”…
Cumhuriyetin ilk Cumhurbaşkanı’nın, ilk Başbakanı’na söylediği bu sözler durumu net bir şekilde ortaya koymaktadır.
Cumhuriyetin ilanından önceki bu dönem, Osmanlı İmparatorluğu ve toplumu içinher açıdan oldukça karmaşık, yıkıcı, zorlu ve nihai bir süreçtir.
OSMANLI NASIL BİR TOPLUMDU?
Peki, bu zorlu süreçte, Osmanlı toplumu ne durumdaydı? Dahası, Osmanlı denince ne anlaşılmaktaydı? Osmanlılar bir toplum olabilmiş miydi ve Osmanlılarda bir toplum bilinci var mıydı?
Çalışmamızın bu aşamasında, yukarıdaki soruların cevapları çerçevesinde, Osmanlı toplum yapısına kısaca değinmek isterim fakat öncesinde, önemli gördüğüm iki soruya açıklık getirmek faydalı olacaktır; Toplum nedir? Halk ya da kitleler nasıl toplum haline gelir?
Toplum, insanların bir araya gelerek sosyal ilişkiler kurdukları ve ortak değerlere sahip oldukları temel bir yapıdır. İnsanlar etkileşimde bulunarak, dil, kültür, gelenek, alışkanlık ve normları paylaşırlar ve böylece bir arada yaşayarak karşılıklı bağımlılık ve iş birliği içinde bulunurlar.
Buna göre bir halkın toplum olarak adlandırılabilmesi ya da toplum olabilmesi için en önemli etmenler, ortak dil, ortak kültür, ortak değerler ve normlardır. [Dikkat edilirse, burada, din ya da ırk kökenli bir girdi yoktur. Zaten kurulan cumhuriyetin temel felsefesi olan “Ne mutlu Türküm diyene” anlayışı, bu iki kavramdan aridir].
20. yüzyılın başlarında Osmanlı İmparatorluğu’nun etnik yapısı oldukça çeşitli ve karmaşıktı. İmparatorluk, coğrafi olarak Orta Doğu, Balkanlar, Kuzey Afrika ve Kafkasya gibi çok geniş bir bölgeyi kapsıyordu ve bu coğrafya birçok farklı etnik grubu içeriyordu. Türkler, Araplar, Kürtler, Yunanlılar, Ermeniler, Süryaniler, Yahudiler, Bulgarlar, Sırplar, Rumenler, Makedonlar, Boşnaklar, Çerkezler, Arnavutlar, Gürcüler ve diğer birçok etnik grup Osmanlı İmparatorluğu’nun farklı bölgelerinde bulunuyordu.Bu etnik gruplar, Osmanlı İmparatorluğu’nun toplumsal yapısını oluşturan önemli bileşenlerdi.[Bu arada, Türkler haricinde kalan etnik gruplara Osmanlı tebaası denmektedir].
Ayrıca, Osmanlı İmparatorluğu farklı dini inançlardan insanların bir arada yaşadığı bir imparatorluktu. Üç semavi dinin yanı sıra pek çok inanca da ev sahipliği yapmaktaydı.
Buna ilave olarak Osmanlı toplumu aynı zamanda farklı toplumsal sınıflara sahipti. En üstte Sultan ve yönetici elitler bulunurken, onların altında askerler, tüccarlar, zanaatkârlar, köylüler ve gayrimüslimler gibi farklı sınıflar yer alıyordu.
Her bir etnik grubun farklı kültürel, dini ve sosyal özellikleri bulunuyordu ve toplum içinde farklı roller üstleniyorlardı. Örneğin, devlet yönetiminin en üst kademeleri olarak sayılan, Sadrazamlık, Vezirlik, Nazırlık, Ayan üyelikleri, Valilik, Diplomatlık ve Elçilik gibi görevlerde, özellikle 19. yüzyılın başından itibaren devşirmeler ya da gayrimüslimlerin tercih edildiği görülmektedir.
Daha alt kademe devlet memurları ve bürokratlar ile askeri cihetin çok büyük bir kısmı ve özellikle lider kadrosugenellikle Türk’tü. Ticaret ve zanaat alanında Ermeniler etkin rol oynarlardı. Yahudiler, finans ve ticaret alanında önemli bir sahipken, el sanatlarında da etkililerdi.
Köylerde ve kırsal bölgelerde ise çeşitli etnik gruplardan insanlar tarım ve toprak sahipliğiyle uğraşırdı. Rumlar, Ermeniler ve diğer gruplar tarım ve hayvancılıkla ilgilenirken, Türkler de bu alanlarda daha çok işçi sınıfı olarak aktif rol oynardı.
Jean-Jacques Rousseau’ya göre, insanları ortak bir amaç uğruna bir araya getiren en önemli etken ortak düşmandır. Burada görüleceği üzere, bu kadar farklı bir etnisiteye sahip bir imparatorluğun ortak bir düşman anlayışı da hiçbir zaman oluşmamıştır.
Bu açıdan değerlendirildiğinde,”Osmanlılar gerçek anlamda bir toplumdu” şeklinde bir ifade kullanmak doğru olmayabilir.Esasen Osmanlı İmparatorluğu, bu farklı toplulukları içine alan ve yöneten monarşik bir hanedana dayalı siyasi yapıdır. Farklı toplumları ve milletleri içeren çok uluslu bir imparatorluktur. Zaten Osmanlı İmparatorluğu’nun yönetim ve organizasyonu, bu farklı toplulukları bir arada tutmak ve imparatorluğu idare etmek üzerine odaklanmıştı.
OSMANLI İMPARATORLUĞU’NUN DURUMU
Toplumun durumu özetle bu şekildedir. Peki, bu dönemde Osmanlı İmparatorluğu’nun durumu nasıldır?
Dünya, özellikle Avrupa ve Ortadoğu, 1789’da başlayan Fransız İhtilalinden beri büyük değişimler geçirmekteydi.
İhtilal, özellikle Avrupa’da monarşilerin ve aristokrasinin sarsılmasına yol açmış, feodal düzeni yıkmış, demokrasi ve milliyetçilik gibi ilerici fikirleri yaymış, modernleşme ve ulus devletlerin ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. Devrimci fikirler, tüm Dünyada yankı uyandırmış ve halklarda toplumsal değişim taleplerini artırmış ve bağımsızlık hareketlerini teşvik etmiştir.
Etnisite olarak çok çeşitli ve dağınık halde olan Osmanlı İmparatorluğu da, bu büyük sarsıntı ve gelişmelerden nasibini almaya başlamış ve gelişmeler, devrimci düşüncelerin filizlenmesine ve yaygınlaşmasına yol açmıştır. Özellikle toplumun okumuş ve aydın sınıfını oluşturanlar, ordu içindeki subaylar ve yazarların büyük kısmında İmparatorluğun modernleşmesi için ilerici talepler ortaya çıkmıştır. Merkezi otorite zayıflamaya başlamış ve farklı etnik ve dini grupların bağımsızlık arayışlarını körüklemiştir. İmparatorluktaki toprak bütünlüğü tehdit altında kalmıştır.
Ekonomik sorunlar da çok büyüktür. Osmanlı İmparatorluğu, bu dönemde Avrupa’daki sanayi devrimine ayak uyduramamış ve ekonomik açıdan gerileme yaşamıştır. Ticaretteki dengesizlikler ve dış borçlar artmış ve ekonomiyi tümden yabancıların kucağına atan kapitülasyonlar sonucunda Osmanlı İmparatorluğu’nun ekonomik durumu içinden çıkılamaz bir hale gelmiştir.
18. yüzyılın sonlarına doğru, Osmanlı İmparatorluğu’nun yüzölçümünün yaklaşık 6 milyon kilometrekare civarında olduğu kabul edilir. Ancak, Fransız İhtilali ile başlayan milliyetçilik ve buna bağlı olarak Osmanlı tebaası içinde yer alan farklı etnik grupların batılı devletlerce desteklenen bağımsızlık hareketleri, Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı sonunda, 10 Ağustos 1920 tarihli Sevr Anlaşması ile Osmanlı İmparatorluğu, İstanbul çevresi, Batı ve Doğu Anadolu’nun bir kısmından ibaret olan 50.000 kilometrekarelik bir alana sıkıştırılmıştır.
Burada da görüleceği gibi 19. yüzyılın sonu ile 20. yüzyıl başı sayılan dönem, Osmanlı İmparatorluğu için, İlber Ortaylı’nın tanımıyla “İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı” olmuştur.
Birinci Dünya Savaşı sonları ve Cumhuriyetin ilanı arasındaki dönemde Osmanlı İmparatorluğu büyük bir çöküş ve kaos dönemi yaşamış,savaşın yıkıcı etkileri, işgaller, iç ve dış tehditler, imparatorluğun sonunu hazırlamıştır.
Çalışmamızın bu aşamasına kadar, Osmanlı toplumunun genel yapısı ve İmparatorluğun içinde bulunduğu durumu kısaca gözden geçirmiş olduk. Çalışmamızın devamında, konuyu ana başlıklar halinde ve daha derinlemesine ele alacağız.
OSMANLI’DA NÜFUS VE SOSYAL YAPI
Çalışmamızın başında da belirtildiği gibi, Osmanlı’da toplum son derece karmaşık bir yapıda olup bütüncül olarak sosyal bir yapıdan bahsetmek mümkün değildir. Tanzimat Fermanı’ndan itibaren Osmanlı İmparatorluğu’nun resmi görüşü olan Osmanlıcılıkta; Türk, Yunan, Ermeni, Bulgar, Macar, Bosnalı, Arap, Kürt gibi etnik gruplarüst kimlik olarak kabul edilmiştir ancak Müslüman-gayrimüslim ayrımı yapılmamıştır. Ancak bu anlayış,sosyal hayatın içinde, hem Müslümanlar hem de gayrimüslimlerce kabul görmemiş ve bu politika başarılı olmamıştır.
Hatta İstiklal Savaşının ardından 30 Ocak 2023’te Lozan Konferansı sırasında imzalanan “Türk ve Yunan Nüfuslarının Mübadelesine İlişkin Sözleşme” etnik değil tamamen dini temellere dayandırılmış, Türkçe ’den başka dil bilmeyen Ortodoks Gagavuzlar ve Karaman Türkleri Yunanistan’a, batı Trakya’da kalan ve Bulgarca, Rumence, Arnavutluk’ça ve Yunanca bilen Müslüman nüfus da Türkiye’ye gönderilmiştir.
Anadolu ve Rumeli’deki erkek nüfusu saptamak adına, 1830 yılında nüfus sayımına başlanmış ve bu sayım bir yıl içinde tamamlanmıştır. 1831’de tamamlanan sayıma göre Osmanlı İmparatorluğu topraklarında 7-7,5 milyon kişinin yaşadığı tahmin edilmektedir.
1914 yılındaki I. Dünya Savaşı öncesinde Osmanlı İmparatorluğu’nun nüfusunun yaklaşık olarak 20-25 milyon arasında tahmin edilmektedir.Birinci Dünya Savaşı sonrasında, Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak kaybı ve iç karışıklıklar nedeniyle nüfus dağılımında değişiklikler yaşanmış ve1919 yılında gelindiğinde toplam nüfusyaklaşık 13,6 milyon olarak tespit edilmiştir.
Genel olarak nüfusun %80-90’ı köylerde yaşarken, şehir nüfusu %10-20 arasında değişmekte olup bu dağılım, imparatorluğun farklı bölgelerine göre değişiklikler göstermektedir. Örneğin, Batı Anadolu, Marmara bölgesi gibi ticaret ve sanayinin nispeten daha yoğun olduğu bölgelerde şehir nüfusu daha fazlaydı. Diğer taraftan, Doğu Anadolu gibi dağlık ve tarımın daha baskın olduğu bölgelerde köy nüfusu daha yüksekti. Tarım, ekonominin temelini oluşturduğu için nüfusun çoğunluğu tarım faaliyetlerini sürdüren köylülerden oluşuyordu. Şehirlerde ise ticaret, zanaat, yönetim ve diğer ekonomik faaliyetlerle uğraşan bir nüfus yaşardır.
Sonuç olarak Osmanlı İmparatorluğu, çokuluslu, farklı kültür yapılarına sahip, pek çok farklı dilin konuşulduğu, farklı inanç sistemlerinin yer aldığı, sosyal, ekonomik ve toplumsal anlamda ortak bir paydada buluşamamış bir yapıdadır.
Buna en güzel örneklerden biri aşağıdaki resimde görülebilir. Resim, İstanbul Eminönü’nde yer alan Sadıkiye Han’ın ön cephesini göstermektedir. Bu bir çay reklamıdır ve üç dilde yazılmıştır.
Devletin resmi dili Osmanlıcaydı. Osmanlıca, alfabe olarak Arap alfabesini kullanmakta olup Farsça, Arapça ve Türkçe dillerinin bir harmonisi şeklindeydi. Yalnızca Osmanlı yönetici sınıfının ve eğitimli seçkinlerin kullandığı bir yazışma ve edebiyat dili olan Osmanlıca, günlük hayatta konuşulan bir dil olmamıştır. Buradan da anlaşılacağı üzere, resmi dili bile kendi vatandaşına hitap etmeyen bir dildir.
EKONOMİK DURUM
Döneme ekonomik açıdan bakacak olursak; Osmanlı İmparatorluğu’nun sosyal yapısından da anlaşılacağı gibi toplum, ekonominin temelini teşkil eden üretkenlik kavramından her anlamda uzaktır. Bunun pek çok sebebi olmakla birlikte Osmanlı ekonomisi de bu durumdan fazlasıyla olumsuz şekilde etkilenmiştir. Öyle ki, Profesör Şevket Pamuk’a göre, 1913 – 1920 yılları arasında Osmanlı İmparatorluğu’nun üretim gücü ve milli geliri son iki yüzyılın en düşük seviyesindedir.
1800’lerin başından, Cumhuriyet’in ilanına kadar geçen yaklaşık yüz yıllık süreç içinde, ekonomik açından tamamen dışa bağımlı ve yarı sömürge bir devlettir. Ülkenin “Sanayi Devrimini” yaşamamış olması sebebi ile İmparatorluğun yeni yüzyılda ayakta kalması zaten beklenen bir durum değildir.
1840’larda başlayan bütçe uygulaması verilerine göre, 1841 – 1918 yılları arasında, birkaç yıl hariç Osmanlı hazinesi sürekli açıklar vermektedir. Kırım Savaşı ile birlikte ilk kez dışarıdan borç alınmaya başlanmış ve devamındaki süreçte bu, adeta bir geleneğe dönmüştür.
Yapılmaya çalışılan mali reformlarla devlet gelirleri belirli bir oranda artış gösterse de aynı başarı kamu harcamalarında gösterilememiştir.Örneğin, maliyetleri çok yüksek olan pek çok sarayın inşası bu dönemde yapılmıştır. Bunlardan bazıları; Dolmabahçe Sarayı, Yıldız Sarayı, Adile Sultan Sarayı, Beylerbeyi Sarayı ve Çırağan Sarayıdır.
Bu dönemde, İmparatorluğun temel motivasyonu savunma olduğundan ve eldeki ordunun modernize edilme zaruriyeti ile yüz yıla yakın bir süre devamlı surette savaş ekonomisinin uygulanması, ekonominin yıkıma uğramasında önemli bir sebeptir.
Bir diğer önemli sebep, liyakat meselesidir. Diğer tüm yönetim kademelerinde olduğu gibi ekonomi yönetiminde de liyakate dayanmayan atamalar sonucunda alınan kararlar hiçbir soruna çözüm getirememiş ve koca İmparatorluk Beyoğlu bankerlerine bile muhtaç hale gelmiştir.
1875’te morotoryum ilan edilmiş ve beş yıl süreyle dış borç ödemeleri durdurulmuştur. Ancak alacaklı devletlerin baskılarına daha fazla dayanamayan Osmanlı İmparatorluğu 20 Aralık 1881’de Duyun-i Umumiye idaresinin kurulmasına rıza göstermiştir. Böylece ekonomi yönetimi tamamen Batılı Devletlerin yönetimine geçmiştir.
Duraklama ve gerileme süreci ile birlikte, zaten herhangi bir düzen ya da istikrara sahip olmayan Osmanlı hazinesi, artık neredeyse düzenli olarak yaşanan toprak ve nüfus kayıpları ile birlikte, sürekli iflas aşamasında gidip gelen bir yapıya bürünmüştür.
Birinci Dünya Savaşı döneminde, ülke içi ekonomik süreç neredeyse durma noktasına gelmiştir. Un bile dışarıdan ithal edilir haldedir. Zira, Anadolu’da üretilen bir ton unu İstanbul’a getirmek, New York’tan getirmekten %75 daha pahalı hale gelmiştir.
Bağımsızlık Savaşımızın sürdüğü dönemde, yokluk sebebi ile Ankara Hükümeti, orduyu Sakarya önlerinde yapılacak nihai savaşa hazırlamak için “Tekâlifi Milliye” kararları almak zorunda kalmış ve savaşa halkın sadece bedenen değil malzeme ve erzak olarak da katılımını sağlamak zorunda kalmıştır.
KAPİTÜLASYONLAR
Yine bu dönemde, adeta günü kurtarmak amaçlı olarak, Osmanlı İmparatorluğu’nun Batılı devletlerle imzaladığı anlaşmalar sonucunda, Osmanlı topraklarında ve pazarlarında, yabancı tüccar ve vatandaşlara ayrıcalıklı ticaret ve yargı hakları sağlanmaya başlanmıştır. Temel olarak bu ayrıcalık ve imtiyazlar, yabancı devletlerin Osmanlı İmparatorluğu’ndaki kendi vatandaşlarını koruma amacı taşıyordu. İlk başlarda ekonomik iş birliği ve ticareti kolaylaştırmak amacıyla verilen bu haklar, zamanla, Osmanlı İmparatorluğu’nun güçsüzlüğü ve zayıflığı nedeniyle, daha fazla ayrıcalık talep eden yabancı devletlerin isteklerine göre, genişletilmiştir.
Bu anlaşmalar sonucunda yabancı tüccarlar Osmanlı topraklarında gümrük vergileri ödemeden ticaret yapma, kendi yasalarına tabi olma ve hatta kendi idari yöneticilerini atama gibi ayrıcalıklara sahip olmuşlardır. Bu da Osmanlı İmparatorluğu’nun kendi ekonomik ve hukuki bağımsızlığını sınırlayan bir durum haline gelmiştir. Bunun sonucunda, Kapitülasyonlar, Osmanlı topraklarında yerli tüccarların ve üreticilerin rekabet edememesine, yerel ekonominin zayıflamasına ve bağımsızlık sorunlarının artmasına yol açmıştır. Osmanlı pazarı tamamen dışa bağımlı bir hale gelmiştir.
Lozan Konferansı sırasında, tarafların üzerinde en çok tartıştığı ve Batılı devletlerin kabul etmemekte direndiği meselelerin başında, işte bu Kapitülasyonların kaldırılması gelmekteydi.
Hatta bu konu, Fransa adına Ankara Hükümeti ile görüşmeye gelen Franklin Bouillon ile yapılan toplantıda bile tartışmalara neden olmuştur. Fransızlar, dişe diş dövüşen Türklere karşı Güney Cephesinde ve özellikle Çukurova’da başarı elde edemeyeceklerini anlamışlar ve Suriye’de elde ettikleri bölgeleri kaybetmemek adına Ankara Hükümeti ile görüşmelere başlama kararı vermişlerdir. Bu amaçla, Fransa Parlamentosu Dışişleri Komisyonu Başkanı Franklin Bouillon, İnebolu üzerinden Ankara’ya gelmiştir.
Haziran 1921’de, Meclis Başkanı sıfatı ile Mustafa Kemal Paşa ve Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal Bey ile Franklin Bouillon bir araya gelmiştir. Toplantının sonunda Mustafa Kemal Paşa, Franklin Bouillon’a, “Milli Yeminimizin özü tam bağımsızlıktır. Yani siyasi, mali, iktisadi, adli ve askeri, kısacası her hususta tam bağımsızlık. Türk Milleti kanını bunun için akıtıyor” demiş, Bouillon buna cevaben, “Yoksa siz aklınızdan Kapitülasyonları kaldırmayı mı düşünüyorsunuz”diye sormuş, Bouillon, kendisine evet diye cevap veren Yusuf Kemal Bey’e gülümseyerek ve alaycı bir tavırla,“Ah dostum, ah azizim, azminizi ve sabrınızı hayranlıkla izliyorum. Fakat gerçekçi olun ve bizimle anlaşın”cevabını vermiştir.
YABANCILARA SAĞLANAN DİĞER İMTİYAZLAR
Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş döneminde devletin yıkılmaktan kurtarılması amacıyla; yabancı devletlere ait siyasi kuruluşlar veyabacılara yönelik kişi hakları ile ilgili köklü değişiklikler yapılmıştır. Asıl amaç, batılı devletlerin desteğini almak ve İmparatorluğun varlığını bir süre daha için uzatmaktır. Fakat sağlanan her bir imtiyaz, İmparatorluğun varlık nedenini biraz daha örselemiştir. Bu amaçla çıkan her ferman ve kanun, batılı devletlerinin arzuları doğrultusunda hazırlanarak yürürlüğe konan metinler olup hiçbir milli menfaate katkı sağlamamıştır.
Bu imtiyazların bazıları şunlardır:
– Yabancı din adamlarının mabetleri içinde ve dışında dokunulmazlıkları bulunurdu,
– Yabancılar Osmanlı ülkesinde istedikleri yerde (Mekke ve Medine hariç) hiçbir kayda bağlı olmadan oturabilirlerdi,
– Yabancılar Osmanlı ülkesinde suç işleseler bile sınır dışı edilemezlerdi, [21 Temmuz 1905 tarihinde Sultan Abdülhamit’e yapılan Yıldız Suikastına katılanlar bile, daha sonra batılı devletlerin baskılarıyla affedilmiştir].
– Yabancılar Osmanlı ülkesinde istedikleri malları vergisiz alıp satarlardı,
– Yabancıların bulundukları ev, iş yeri ve ticarethanelerine ne olursa olsun konsoloslukların bir tercümanı hazır bulunmadıkça girilemez ve arama yapılamazdı,
– Yabancılar kendi okullarını açıp buralarda istedikleri gibi eğitim ve öğretim yapabilir, ders içeriklerini kendileri belirleyebilirdi,
– Yabancıların kendi aralarındaki davaların yargısı konsolosluklardaki hâkim ve mahkemelerin yetkisi altındaydı. Osmanlılarla olan davalar ise mahkemelerde ancak yabancının bağlı bulunduğu konsolosluğun tercümanı huzurunda görülürdü. Eğer tercüman gelmemiş veya davayı bırakıp gitmişse dava olduğu gibi kalırdı,
– Tercüman olmadıkça suçüstü durumunda bile kişi, gözetim altına alınamazdı,
– Mahkûm edilen yabancı, cezasını, Osmanlı hapishanelerinde değil konsolosluklarının hapishanelerinde çekerdi.
Bu imtiyazlar, 15. yüzyılın sonlarına doğru Venedik ile imzalanan anlaşmalarla başlamış, Osmanlı İmparatorluğu’nun gerileme dönemi olan 16. yüzyılda artış göstermiş, Islahat Fermanı ile kanunlaşmış, Birinci ve İkinci Meşrutiyet ile de en geniş halini almıştır. Yabancılara tanınan en büyük imtiyazlar, Sultan Abdülhamit döneminde sağlanmıştır.
Bu şartlar sonucunda ortaya çıkan düzensizlik, eşitsizlik ve istikrarsızlıktan en çok etkilenen kesim, hiç şüphesiz ki, İmparatorluğun ana nüvesini oluşturan Türklerdir. Çünkü her azınlığa sahip çıkan bir dış destek varken, Türkler sahipsiz kalmıştır.
OSMANLININ SON DÖNEMİNDE TÜRK OLMAK
Bu şartlar altında yapılacak değerlendirmelerden birisi de o dönem için en zor şeylerden birinin, Osmanlı İmparatorluğu’nda Türk olarak yaşamaya çalışmak olması gerçeğidir. Türk nüfus, şartların getirdiği durum sebebi ile kendi ülkesinde, özellikle azınlıkların kalabalık olduğu bölgelerde ve büyük şehirlerde adeta “ikinci sınıf” vatandaş statüsündedir.
Falih Rıfkı Atay, Batış Yılları adlı eserinde Türk olmanın zorluğunu şöyle anlatmaktadır; “Okullarda Arap’a Arap, Arnavut’a Arnavut, Rum’a Rum derdik, fakat kendimize Türk diyemez Osmanlı derdik”.
Yine Falih Rıfkı Atay, Zeytindağı adlı eserinde, bu konuya şöyle değinmiştir: “Suriye, Filistin ve Hicaz’da, “Türk müsünüz?” sorusunun cevabı, çoğu kez “Estağfurullah ”tır. Halep’ten bu tarafa geçmeyen şey yalnız Türlük değil. Ne Türkçe ne de Türk var buralarda. Floransa ne kadar bizden değilse Kudüs’te o kadar bizim değil. Sokaklarda turistler gibi dolaşıyoruz. Buraları ne sömürgeleştirmiş ne de vatan haline getirmişiz. Yaptığımız, ücretsiz tarla ve sokak bekçiliğinden ibarettir”.
Yine benzer bir örnek, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Yaban adlı eserinde yer almaktadır. Dönem, İzmir’in işgalinin hemen sonrasıdır. Gazi subay, meydana toplanan halka sorar; “İnsan Türk olur da nasıl Mustafa Kemal Paşa’nın yanında saf tutmaz?” Öne çıkan bir köylü cevap verir; “Biz Türk değiliz ki beyim, Müslümanız Elhamdülillah. O senin dediklerin Haymana’da yaşarlar”. İşin hazin tarafı, hikâye Ankara’nın çevre köylerinde geçmektedir. Halk daha kimliğinin bile farkında değildir.
Mustafa Kemal Atatürk, yaşadığı bir olayı şu şekilde anlatır: “Orduya ilk katıldığım günlerde, bir Arap binbaşısının ‘Kavm-i Necip evladına sen nasıl kötü muamele yaparsın’ diye tokatladığı bir Anadolu çocuğunun iki damla gözyaşında Türklük şuuruna erdim”.
Özellikle işgal yılları döneminde, işgal güçlerinin politikalarından biri de Türkler üzerindeki baskıyı artırarak oluşabilecek herhangi bir direniş için halkın umudunu kırmaktır. İş öyle bir aşağılamaya varmıştır ki, 27 Aralık 1920’de, Galata Köprüsü üzerinde Sadrazam Tevfik Paşa, aracında plaka olmadığı gerekçesiyle, trafiği yöneten bir İngiliz Başçavuş tarafından İngiliz karakoluna kadar götürülmüş ve kendisine trafik cezası kesilmiştir.
İstiklal Savaşı döneminde İngilizler tarafından yürütülen propaganda faaliyetlerinde, özellikle Konya ve bölgesinde yaşayan halkın Türk değil Selçuklu olduğu vurgusu yapılmakta ve Anadolu Hükümetine karşı ayaklanmaları gerektiği ifade edilmektedir.[Benzer bir İngiliz propagandası, Cumhuriyetin ilanından başlayarak 1960’da Kıbrıs’ta kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin ilanına kadar ki süreçte, Kıbrıs Türkleri üzerinde yapılmıştır. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin kurucu Cumhurbaşkanı rahmetli Rauf Raif Denktaş, çocukluk ve gençlik yıllarında Kıbrıs’taki okullarda Türklere verilen eğitimlerde, İngiliz öğretmenlerin, Türk öğrencilere hitaben, kendilerinin Türk değil Müslüman olduğu yönünde bilgiler verdiğini, Atatürk hakkında konuşmanın, Atatürk heykeli ya da büstü yapmanın ve Türk Bayrağının yasaklandığını ifade etmiştir].
Osmanlı İmparatorluğu’nun 127. Şeyhülislâmı, Teal-i İslam Cemiyeti’nin kurucu üyesi ve aynı zamanda II. Meşrutiyet’ten sonra yapılan seçimlerde,memleketi Tokat’tan Osmanlı Mebussan Meclisi’ne milletvekili seçilen Mustafa Sabri Efendi, Ankara Hükümetine ve Türk Milliyetçiliğine karşı kişiliği ile kaleme aldığı şiirinde, şu ifadelere yer vermiştir; “Yalnız Müslüman ve insan olarak kalmak üzere, Türklükten şeref ve izzetimle istifa ediyorum Allah’ın huzurunda!… Tövbe yarabbi tövbe Türklüğüme. Beni Türk milletinden addetme”.
1913 tarihli ”Mecmuai Ebuzziya” dergisinin 94. sayısında, ”Bizim Türklüğümüz sembolizmden başka bir şey değildir. Bizler, yani Türkler Müslümanlık içinde erimişizdir. Türk falan değil, sadece Müslümanız” denilmektedir.
İşin hazin yanı, Türkler ve Türklük kendi vatanında bu kadar yalnız, bu kadar sahipsiz ve hor görülürken, batılı devletlerin desteği ile gayrimüslim ve azınlıklara milliyetçilik pompalanmaktadır. Pek çok dernek ve örgüt, işgal güçlerinin desteği altında Anadolu’da Türk halkına katliamlar yapmaktadır. Kürt Teali Cemiyeti, İngiliz Muhipleri Cemiyeti, Mavri Mira, Taşnak Sütyun Cemiyeti, Hınçak Cemiyeti, Pontus Rum Cemiyeti bunlara en iyi örneklerdendir.
Peki, kurucularının Oğuzların Bozok kolundan Kayı boyuna mensupolan Osmanlı bu duruma nasıl gelmiştir?
Her ne kadar Söğüt’te kurulsa da, Osmanlı İmparatorluğu, 14. ve 15. yüzyıllarda bir “Balkan İmparatorluğu” olarak gelişmiştir. Bu nedenle de Balkan topraklarının güvenliği ve muhafazası, Osmanlı Devleti’nin güvenliği ve muhafazası demekti.
Balkanlarıntarımsal ve hayvansal ürünleri Sarayın, Edirne, İstanbul, Selanik ve Bursa gibi kalabalık kentlerin ve ordunun ihtiyaçlarını karşılıyordu. Örneğin 14. ve 15. yüzyıllar boyunca merkezi kentlerin et ihtiyacı Eflak ve Boğdan Prensliklerinden, balık ihtiyacının önemli bir bölümü de Tuna nehrinden karşılanıyordu. Ayrıca Eflak ve Boğdan’dan bol miktarda tahıl ürünleri ve bal getirtiliyordu.
Ayrıca, bölgenin zengin kentleri Osmanlı hazinesi için önemli gelir kaynakları idi. Selanik, Saraybosna, Sofya gibi ticaret kentleri devlete büyük oranda ticari gelir sağlıyordu.
Buna ilave olarak, Avrupa’da meydana gelen teknolojik ve entelektüel yenilikler ve siyasal gelişmeler hakkında haberler Osmanlı İmparatorluğu’na Balkanlar üzerinden ulaşıyordu.
Balkanlar, Osmanlı İmparatorluğu sınırları içerisinde devşirme sisteminin en fazla uygulandığı bölgeydi. Yani burası Osmanlı İmparatorluğu’na çok sayıda asker ve yönetici sağlamaktaydı ve Türkler ya da Türk kökenliler bu sistemin dışında tutulurlardı.
Bu temel nedenlerden dolayı, Osmanlı padişahları ve yöneticileri, Balkanlardaki Osmanlı varlığına ve bölgeyi elde tutmaya, Anadolu ve İstanbul’un doğusundan çok daha fazla önem vermişlerdir ve dolayısıyla Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasal kurumsallaşmasının önemli bir öğesi olan devşirme uygulamasının kaynağı da Balkanlardı.
Bu uygulama adeta bir devlet geleneği haline gelmiştir. 1453-1623 döneminde görev yapmış olan 47 sadrazamın sadece beşi Türk kökenlidir. Diğerleri ise Türk olmayan milletlerden geliyordu: Arnavut (11), Güney Slav (11), Yunan (6), Ermeni (1), İtalyan (1), Gürcü (1), Çerkez (1), etnik kökeni bilinmeyen (10). Kosovalı yazar Hasan Kalesi’ye göre Balkanlar Osmanlı Devleti’ne 42 sadrazam vermiştir.
Bu durumda, Anadolu ve ağırlıklı olarak Anadolu’da yaşayan Türkler, kendi hallerinde yaşayan, tarımla uğraşan, vergi ve askerlik dışında yok sayılan, kendi haline bırakılmış bir topluluk olarak kalmıştır. Bunun sonucunda da ortaya, millet olma bilincini neredeyse kaybetmiş, inanç anlamında taassuba teslim olmuş, eğitim seviyesi yok denecek kadar az, sağlıksız ve medeniyetin getirdiği yeniliklerden uzak, çağından kopuk bir topluluk ortaya çıkmıştır.
Bu hazin tablonun en güzel özetini 1921 yılında, Sakarya Meydan Muharebesi öncesinde, Alagöz Karargâhı’nı ziyaret eden Mustafa Kemal Paşa yapmıştır. Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa ile yaptığı bir görüşmede bu durumu şöyle tarif eder; “Anadolu’yu yüzlerce yıl, yalnız canına ve malına ihtiyacın olduğu zaman hatırlarsan, bunun dışında kaderine terk ve cehalete teslim edersen sonuç tabi böyle olur. İnsanlarımızı okutmamışız. Bilinçlendirmemiş, kafalarını ve yüreklerini milli bir terbiyeden geçirmemişiz. Okul ve medreselerde ne tarih, ne coğrafya, ne vatan öğretmişiz. Bu yüzden şimdi, düşman kadar cahil, gafil ve hainlerle de uğraşıyoruz”.
Profesör Doktor Celal Şengör’egöre, Anadolu Osmanlı İmparatorluğu’nun adeta bir sömürgesidir. Bilindiği üzere sömürge olmak, bir bölgenin veya topluluğun, askeri, iktisadi, kültürel gibi her anlamda başka bir devletin egemenliği altına girmesi anlamına gelir.Bu açıdan bakıldığında, Şengör haklı görünmektedir. Balkan coğrafyasındaki Osmanlı nüfuz alanında yer alan cami, mescit, çeşme, köprü, hamam, han ve saraylar gibi Osmanlı kültür hazinesi, sayısal anlamda, Anadolu’da inşa edilenlerden çok daha fazladır.
GÖÇ VE MÜBADELE SORUNLARI
Sosyal ve ekonomik durumu etkileyen bir diğer konu da Osmanlı’nın son yüzyılında yaşanan göçler ve mübadele sorunudur. Bu durum, Cumhuriyetin ilanının ardından da devam eden bir sorundur.
19. yüzyılın başından itibaren 20. yüzyılın ilk çeyreğine kadar Dünya ve Avrupa’da yaşanan siyasal gelişmeler, Osmanlı İmparatorluğu’nu ve Osmanlı toplumunu derinden etkilemiş ve toplum yapısı da dâhil pek çok şeyi kökünden değiştirmiştir.
26 Ocak 1699’da Osmanlı İmparatorluğu ile Avusturya Arşidüklüğü (Habsburg Monarşisi) arasında imzalan Karlofça Anlaşmasıyla, Osmanlı İmparatorluğu, Balkan coğrafyasında gücünü kaybetmeye başlamıştır. Bu anlaşma ile tarihte ilk defa toprak kaybı yaşayan Osmanlılar, Avusturya’ya Macaristan’ın kuzey bölgelerini, Slavonya’yı, Eflak’ın (bugünkü adıyla Romanya) bazı kısımlarını ve Sırbistan’ın bazı bölgelerini Avusturya Arşidüklüğü’ne vermek zorunda kalmıştır.
13. yüzyılın sonlarından itibaren Balkan coğrafyasını ırksal anlamda Türkleştirmek, dinsel anlamda da bölgeyi bir Müslüman coğrafyası haline getirme politikası adına, Osmanlı İmparatorluğu, Anadolu’dan pek çok aile ve soyu, Balkanlarda ve Kırım’da elde ettiği topraklara yerleştirmiştir. Bu kişiler, bir politika çerçevesinde bu bölgelere yerleştirilmiş, Türkmen ailelerdir. İnanç ve anavatan bilinçlerini hiçbir zaman kaybetmemişlerdir ve bu ailelerin kayıtları Osmanlı Devlet arşivlerinde yıllarca saklanmıştır.
18. yüzyılın başında itibaren askeri, siyasal, ekonomik ve politik gücünü kaybetmeye başlayan Osmanlı İmparatorluğu,Batılı devletlerin uzun dönemli politikaları doğrultusunda, yavaş yavaş Balkanlar ve Kırım’dan doğuya doğru sürülmeye başlamıştır. Bu sürülme, çok ağır katliamlara, etnik temizliğe ve zorunlu göçe sahne olmuştur ve gerçek anlamda Avrupa Devletlerinin tarihine kara bir leke olarak geçmiştir.
Mora yarımadasında çıkan Orlov İsyanı (Mora Köylü İsyanları), Mani İsyanı ve akabinde gelen Yunan bağımsızlık savaşı, ardından Kırım Savaşı ile Birinci ve İkinci Balkan savaşları dönemi, Balkanlar ve Kırım coğrafyasındaki Türk ve Müslüman varlığı için en acılı ve en kanlı günlerdir.
William St. Clair’e göre, “Mora’daki soykırım ancak öldürecek başka Türk kalmadığında sona ermiştir. Öyle ki, sadece Mora Köylü İsyanları süresince, bölgede yaşayan 150.000’in üzerinde Türk’ün katledildiği tahmin edilmektedir.
Bu dönemde, Balkan coğrafyası içinde kalan Osmanlı kültür mirası da planlı bir şekilde hedef alınmış ve tahrip edilmiştir. Resmî Osmanlı kayıtlarında yer alan ve her büyüklükte yaklaşık 20.000 cami, medrese, kervansaray, hamam ve diğer türden binalardan pek çoğu bugün varlığını koruyamamıştır.
Benzer bir durum Kırım yarımadasında yaşanmaktadır. Ruslar, özellikle Kırım bölgesinde yaşayan Çerkez nüfusundan Ruslaştıramadıkları toplulukları ya çeşitli şekillerde göçe zorladılar ya da toplu halde katlettiler. Rus hükümetinin kendi arşiv rakamlarını dikkate alarak, bu süreçten Çerkez nüfusunun %80’inin etkilendiğini tahmin edilmektedir.
Kafkasya’ya bilimsel çalışmalar yapmak amacıyla giden Gürcü tarihçi Simon Canaşia’nın karşılaştığı 91 yaşında bir ihtiyar, Karadeniz’in “karpuz gibi” insan vücut parçaları ile dolduğunu, kargaların kadın saçı ve erkek sakallarına yuva yaptığını aktarmıştır.
Birinci Dünya Savaşı döneminde de Ermeni ve Rum çetelerinin ve Ortadoğu’da yer alan Osmanlı topraklarındaki Arap aşiretlerin çıkardığı olaylar ve yaptığı katliamlar tarihe geçen kanlı olaylardır.
Bu acı olaylara ilave olarak, İstiklal Harbi döneminde, Yunan ordusu Anadolu’da çok geniş çaplı ve büyük mezalimler yapmıştır. İzmir’in işgalinden itibaren başlayan bu planlı katliamların amacı, Batı Ege’yi Yunanlaştırmak amacı gütmektedir. 1919 – 1922 yılları arasında Yunan ordusu tarafından 640,000 civarında Türk sivil katledilmiştir.
İngiliz askerî yetkili Harold Armstrong Yunan ordusunun İzmir’den Anadolu içlerine doğru ilerlerken sivilleri katlederek, yakarak, yağmalayarak ve tecavüz ederek gittiğini bildirmiştir.İngiliz tarihçi Arnold J. Toynbee, 15 Mayıs 1919 günü İzmir’in Yunanlar tarafından işgalinden sonra organize bir şekilde vahşetin yürütüldüğünü raporlamıştır. Toynbee, Yunanların İzmit, Yalova ve Gemlik bölgelerinde yürüttüğü zulme tanıklık ettiğini ve söz konusun bölgelerde evlerin yağmalandığını ve yakıldığını belirtmektedir raporunda.Marjorie Housepian, Yunan işgali altındaki İzmir’de 4.000 Müslümanın öldürüldüğünü yazmıştır.
Yunan ordusu, 1922 yılında Anadolu’dan çekilirken hayvanları bile katletmişlerdir. Amerikalı Savaş Muhabiri Justin Mc Carthy’e göre Yunan ordusu çekilme esnasında 3,5 milyona yakın büyük ve küçükbaş hayvanı katletmişlerdir.
Tüm bu gelişmeler, bu bölgelerde yaşayan Müslüman nüfusun Anadolu’ya, Anadolu’nun iç kesimlerine göç etmeleriyle sonuçlanmıştır. Bu göçler tabidir ki çeşitli toplumsal sorunlara sebep olmuştur. Demografik yapı değişmiş ve tamamen dengesiz hale gelmiştir. Toplumsal uyum sorunları hat safhaya çıkmış, mülkiyet ve toprak sorunları, dini ve etnik çatışmalar, sosyal huzursuzluklar ve tüm bunların sonucunda da ekonomik sıkıntılar ve toplumsal ayrışmalar yaşanmıştır.
KADINLAR VE ÇOCUKLAR
Toplumların dünya medeniyetindeki yerini o toplumdaki kadınların ve çocukların cemiyet hayatındaki yeri, toplumdaki rolü ve durumu belirlemektedir. Kadın ne kadar güçlü ve eğitimli olursa o kadar güçlü toplumlar ve medeniyetler ortaya çıkmaktadır.
İslamiyet’in kabulüne kadar, tarih boyunca Türklerin kurduğu bütün devletler de kadın önemli bir konuma sahip olmuş ve önemli roller üstlenmiştir. Bu roller,devletten devlete ve bölgeden bölgeye farklılık göstermiş olsa da Kadın, Türk töresine göre erkekten hiçbir zaman geride düşünülmemiş, Hatun sıfatı ile erkeğe daima eşit olmuştur.
İslamiyet’in Türkler tarafından kabulü ile Türk kültürü ve toplum yapısında, Emevi, Arap ve Farsi gelenekler benimsenmeye başlanmış ve bu geleneklerin gerekleri doğrultusunda oldukça merkezi ve ataerkil bir toplumsal yapı ortaya çıkmış, kadın erkek karşısında ikincil hale getirilmiştir.
Osmanlı döneminde, toplumda kadının yeri incelendiğinde, geleneklerin ve inançların, kadının her anlamda biçimlendirilmesinin aracı olarak karşımıza çıktığı göze çarpmaktadır. Böylelikle,inancın gerektirdiği düşünülen yükümlülükler ve algılayışlar, geleneksel yapı içerisinde bireylere benimsetilirken, kadın ve erkek kimliği, kadının erkek karşısındaki ikincilliğinin “kutsal bir yazgı” olması nedeni ile kaçınılmaz da olduğu içselleştirilerek toplumdaki konumunu almıştır. Bu anlayışla birlikte de ne acıdır ki erkeğe tanınan haklar kadına tanınmamıştır.
Osmanlılarda kadının algılanışı, saraylı, şehirli ve köylü gibi sınıfsal farklılıklar arasında değişiklikler göstermekteydi. Örneğin, Saray kadınları farklı kökenlerden ve inançlardan gelen kadınlardı. Saraya yerleştirilmeleri ile birlikte kendi kültürlerini ve inançlarını, Sarayın onlara sunduğu duyuş ve inanışlarla pekiştiriyor, dolayısı ile halk kadınının sahip olduğu ve duygu-düşünüşten çok daha farklı bir benimseyişe sahip oluyorlardı.
Özellikle köylerde ve kırsal kesimde yaşayan kadın, toplum içerisinde ikincilleştirilirken ve toplum dışına itilip hanesine mahkûm edilirken, Saray’da “Valide Sultan” önemli bir gücün merkezi konumuna gelebiliyordu ve oldukça özgür bir yaşam sürüyordu.
Köy ve kırsalda yaşayan kadın ise eğitim ve öğretimden mahrum kaldığı gibi kültürel gelişimden mahrum bırakılıyor ve toplumsal algılar tarafından biçimlendirilerek oldukça edilgen bir konuma itiliyordu.
Büyük şehirlerde yaşayan kadınların durumu, köyde ve kırsalda yaşayan kadınlara göre bir nebze iyi olsa da kadının Osmanlı toplumundaki yeri, cumhuriyete kadar neredeyse yok hükmündedir.
1911’de Trablusgarp Savaşı ile başlayan ve Balkan Savaşları, Birinci Dünya Savaşı ve İstiklal Savaşı ile devam eden süreç, Osmanlı toplumu için tam bir yıkım olmuştur. Erkeklerin asker alınması, kadının anne rolünün üstüne babalık görevini de eklemiş, çocuklarını tek başına büyütmek zorunda kalan kadın, aynı zamanda evin geçimini, beslenmesini ve eğitimini de üstlenmiş bulunuyordu. Kadın, İstiklal Savaşımız döneminde, erkek yokluğunda, cephe gerisindeki lojistik hizmetleri görmek ödevini de gözünü kırpmadan üstlenmiştir.İstiklal Yolu, nice kadına, bazen bir mezar, bazen bir doğumhane bazen de bir silah yapım atölyesi olmuştur.
Tanzimat’tan sonra kadınların eğitimine yönelik çabalar arttı. Özellikle kentli ve varlıklı ailelerin kızlarına eğitim vermesi yaygınlaştı. Ancak, genel olarak kırsal bölgelerde ve daha geleneksel topluluklarda kadınların eğitimi sınırlıydı.
Kadınların kamusal yaşama katılımı da oldukça kısıtlıdır. Toplantılara katılma, siyasi faaliyetlerde bulunma gibi konularda büyük oranda kısıtlamalar mevcuttu. Kadınların daha çok aile içi işlerde ve geleneksel rollerde yer aldığı görülüyordu.Köylerde ve kırsal bölgelerde kadınlar tarım işlerinde, ev tekstili üretiminde ve el sanatlarında çalışıyordu.
Osmanlı’nın son döneminde çocuk olmak da büyük zorluklarla mücadele demekti. Savaşlar nedeniyle pek çok çocuk yetimdi. Eğitim, zaten sadece büyük şehirlerde alınabilen bir hizmetti. Çocuk, daha küçük yaştan itibaren, özellikle kırsal kesimde, aile ekonomisine katkıda bulunmak zorundaydı.
Savaşın getirileri sonucunda, açlık ve kıtlık da çok fazlaydı ve bu beslenme sorunlarını da birlikte getirmekteydi. 1912’den 1923’e kadar her yıl tutulan ölüm istatistiklerine göre, kadın ve çocukların ölüm oranı, savaş alanlarında can vermelerine rağmen erkeklerden daha fazladır.
Örneğin, bu dönemde toplam ölümlerin %20’si çocuk, %42 kadın ve %38’i erkeklerden oluşmaktadır. Bu durum, Cumhuriyetin ilk yıllarında da çok fazla değişim gösterememiştir. 1925 yılında, dönemin Kırklareli mebusu Doktor Fuat Bey, Ankara ve çevresinde 12-13 köyde incelemelerde bulunmuş ve 200’ün üzerinde aile ile birebir görüşme imkânı bulmuştur. Bu ailelerden aldığı bilgilere göre, son beş yıl içinde doğan 1.334 çocuktan sadece 557’si yaşamıştır.
…
(Not: Bu detaylı çalışılmış makale önümüzdeki ayın sayısında 2. bölümü ile tamamlanacaktır)