Acı ve Baskı ile Tetiklenir Gırgır
Hayatımda en çok güldüğüm gece çok sevdiğim Nejat amcamı (*) öyle genç bir yaşta toprağa verdiğimiz günün gecesiydi. Kuzenlerim, kardeşim dahil onu anlatılmaz bir sevgiyle seven altı-yedi kişi, kalabalık cenaze evinde boş tek yer kalan, çok da geniş olmayan mutfakta oturduğumuzu anımsıyorum. Tek konuşma konumuzun hissettiğimiz derin acı olması gerekiyordu. Nasıl başladığı anımsamıyorum. Önce küçük bir şeye gülünmüş olmalıydı. Sonra bu fazlalaştı, Herkes komik bir şeyler anlatıyor, diğerleri bunun üstüne eklemelerde bulunuyordu. Sonra bu uzadıkça uzadı. O kadar gülüyorduk ki, artık dışarıdan bizi uyarmaya geliyorlardı, hani biz sizi biliyoruz ama yabancılara ayıp oluyor diye. Ama ayıp ya da herhangi bir şey bizi durduramıyordu, sesimizi bastırmaya çalışıyor, yine de gülüyorduk. Sonradan çok düşündüm o geceyi. Bana sorarsanız amcam tam da istediği şekilde uğurlanmıştı. Ne zaman acı bir olay üzerine yaygın bir şekilde üretilen ve tüketilen mizaha rastlasam o geceyi anımsarım. Bugün bunlar üzerine bir şeyler yazmak istiyorum.
Gırgır dergisi sanırım 1965-1980 arasında doğanların en önemli dergisiydi. Hele ben okuma-yazmayı neredeyse Gırgır dergisi ile öğrenmiştim. Bu yüzden Nejat amcamın da yakın arkadaşı olan, benim çocukluk idolüm Oğuz Aral ile kısa bir süre için de olsa aynı yerde çalışacağımı anladığımda çok sevinmiştim. Onun evine yemeğe davet edilen şanslılardan biriydim de üstelik. Bir gün söylediğim bir şey üzerine bana “Kız sen nereden biliyorsun Yuvarlak Masa Şövalyelerini” diye takılmıştı. Yuvarlak Masa Şövalyeleri o sıralar sadece kendi halinde İngiliz edebiyatının bir temasıydı, henüz filmlerle ve dizilerle yaygın tüketilen bir meta haline gelmemişti. Oysa şimdi kendi kültürleriyle ilgisi alakası bulunmasa da dünyanın neredeyse bütün çocukları o hikayeyi bilirler. Oğuz Aral’ın sorusunun yanıtını o an anımsayamamıştım. Aklıma sonradan gelmişti: Gırgır’dan biliyordum. Gırgır’ın esprilerini uzun bir süre anlamada zorluk çektiğimi anımsıyorum. Bu daha çok bilmediğim bir dili öğrenmekti. Gırgır sadece bir mizah dergisi değildi. Ayrıca espri anlayabilmek ve yapabilmenin, dünyadaki en zor işlerden biri olduğunu sonradan öğrenecektim; espriyi bir dilden diğerine çevirisininse neredeyse imkansız. Öyle bir nesil düşünün ki, dünyaya bakışını bir mizah dergisi ile şekillendirmiş olsun.
Büyük bir sermayenin desteği ile işe başlayan Gırgır yetmişlerin sonrasında önceki seçkinci ve düzenle dost Akbaba geleneğini kırdı. Karagöz ve Hacivat düzene başkaldıran, Osmanlı döneminin oldukça müstehcen olmasına karşın kahvelerde kadın, erkek, çocuklar tarafından birlikte izlenebilen ilginç bir toplumsal olayıydı. Bu geleneği sürdürdü, düzenle başı hoş olmadı. Adı üstünde ilk kahramanlarından biri zaten Utanmaz Adam’dı. Kardeş dergisi Fırt daha da müstehcendi. Darbeye kadar 280 bin gibi yine de büyük bir tiraja sahip olan Gırgır, sonrasında hakkında Amerikan Mad ve Rus Krokodil’den sonra dünyanın en büyük üçüncü mizah dergisi olacak kadar büyüdüğü şeklinde bir şehir efsanesi bile çıkarılan, milli gururumuz bile oldu. Baskıcı rejimin ülkenin bütün ideolojik yapısını sarsmaya çalıştığı sıralarda da tirajı 500 bini aştı. Gırgır giren eve dırdır girmiyordu.
Bir çok haberi ondan almak, darbe sonrasının direniş şifrelerini oradan okumak mümkündü. Hasan Kaçan’ın milli şifrelerimizden kuş dilinden çok daha yaratıcı, uyduruk Corkca dili ile darbecilere karşı çıkmanın şifreleri bile oradaydı. Otoriter rejim bitince o dile gerek kalmadı, dilbilimcilerin bile peşine düşeceklerini sanmam. Sonradan toplatılan balerin şeklindeki Özal kapağı etkisini artırdığı dönemin ürünlerindendi. Yalnız Gırgır büyük sermayeden bağımsız hareket etmeye çalışıp ama bir işletme olarak sermayeye ihtiyaç duymaya başladı. Bireysel rekabetçi arzular içteki otoriteyle ters düşmeye başladığındaysa başına gelen sonradan piyasadaki diğer şirketlerin/markaların başına gelen oldu. Sarsıldı ve parçalara ayrıldı. Onun geleneğinden yeni ve bir kısmı yine güzel mizah dergileri çıktı. Ancak hiç biri asla Gırgır’ın popülaritesini ve toplumsal etkisini elde edemeyip farklı bir gelişim sergilediler.
Doksanlar piyasasındaki bu mizah dergisi karnavalını hepimiz izledik. Karikatürist ve mizah yazarı mesleklerinin de oluşumunu da. Eskinin isim hakkını harcıalem kullanan yeni Gırgır, orijinalini bilenler için sadece bir müsvedde. İçlerinden Leman, ilkin Kültür Merkezi ile, bugünse Leman ismini kullanan, franchising olarak gelişen hamburger ve kuru fasulyeyi aynı anda yiyebileceğimiz, sevdiğimiz Leman figürleri ile donanmış kafe zincirleri ya da Cem Yılmaz gibi stand-up’cılarıyla o piyasadan çıkan en karlı şirket/marka oldu. Zaten ayrılırken en büyük parçayı da o koparmıştı. Sonuçta Leman hala en fazla marka değeri olan mizah dergisi. Ekşisözlük’te “mizah anlayışının bile pazarlanması” şeklinde bir eleştiri okumuştum. Mizahın diğer kültürel metalardan farkı var mı gerçekten? Mizah üreticileri de diğer sanatçılardan ya da mizah tüketicileri diğerlerinden farklı mı? Görünen o ki bildik arz ve talep dengeleri işliyor. Değer kazanma ve yitirme yine performansa bağlı. Piyasayı ve mantığını azımsayan ya da anlamayan bu tür naiflikler beni hep şaşırtıyor. Böyle yazınca piyasa mantığını desteklediğimi de sanıyor bazıları. Oysa benim işim göstermek, tespit yapmak, duygularımı aktarmak değil.
Esas işaret etmek istediğim konu için en başa dönmek istiyorum. Gülme ve acı ilişkisine. Sahi neden güleriz? Gülmek ne zaman ayıptır, ne zaman yasaklanabilir? Umberto Eco’nun Ortaçağ’da geçen ünlü romanı Gülün Adı’nda gülmenin Tanrı katında meşru olup olmadığı sorulur. Hatta acaba gülmek şeytanın dünyaya hükmedeceğinin bir sinyali midir? Ortaçağ’da gülmek bu denli günahtır. Kralın soytarısının güldüğü zaman aslında içinden “Tanrı yoktur” dediği düşünülür (Deus non est). Aynı kitapta Aristoteles’in Poetika adlı eserinin nasılsa kayıp olan ikinci bölümü Komedya’sından da söz edilir. O bölümün bulunması gülmenin meşrulaştırılmasına hizmet edecek, dogmatik düşüncenin kurduğu hükümranlık sarsılacaktır. Bunun başka yolu yoktur. Ancak o bölüm ilelebet kaybolmuştur. Gülme(ce) belki hiç meşrulaşamayacaktır.
Mizah korkunun ve acının en güçlü panzehri olduğu için, baskıcı rejimlerin ilk yasakladıkları bunun üretimidir. Bakhtin’e göre işte bu yüzden Ortaçağ’da, krallar yerine kalabalığın yani halkın taçlandığı yerdir herkesin istediği gibi hareket etmesine, eğlenceye ve gülmeye izin verilen yegane özgürlük alanı olan karnavallar. Özgürlük anlaşılan gülme ile oldukça örtüşen bir kavramdır. Bu açıdan sadece mizaha izin verilen yerlerde, özgürlük vardır. Bir çoklarının dediği gibi gülmek bir anlamda birlikte nefes almaktır.
İşte bu yüzden kültürel direnişin olduğu toplumsal hareketlerde yaşanan bir çok acıya karşın tetiklenen mizah üretimini görürüz. Nazi rejimin altındaki Çek direnişinin en önemli silahı yaygın bir şekilde üretilen mizahtı. Bu şekilde moral buluyorlardı daha çok karşı çıkabilmek için. Hatta bu bir endeksti: Direnişçiler az mizah ürettiklerinde direnişin zayıfladığı anlamına geliyordu. Kundera’nın Şaka (1967) adlı romanında dediği gibi baskıcı rejimlere göre asıl iyimserlik insanlığın afyonuydu ve ilk yok edilmesi gereken duyguydu. Hiç bir propaganda mizahın olumlu ya da olumsuz yönde kullanılması kadar etkili olamadı.
Ne yazık ki ülkemizde ve dünyada son derece acı olayların art arda yaşandığı zamanlardan geçiyoruz. Çok acı kayıpların yaşandığı bir terör eyleminden bir gün geçmeden, aynı konuyla ilgili ya da benzer bir konuda üretilen yazı, tvit ve karikatürleri takip edersek, ne demek istediğim daha iyi anlaşılacaktır. Gezi Direnişi sırasında çıkan karikatürleri de anımsayın. Herhangi bir üzücü olayın nasıl mizaha dönüştürüldüğünü de. Demek ki toplumsal refleksimiz bu yöndedir. Acımızı, dolayısıyla da kaygılarımızı mizah ve hicivle ile yenmek.
Her ne kadar eleştirilse de sosyal medyanın tetiklediği katılımcı kültür sayesinde bu ‘gırgırın’ dolaşımı daha hızlı oluyor ve yaralar daha kolay sarılıyor. Toplumsal afyon iyimserlikse, almaya devam; acılar gülme ile azalacaksa, oyunbazlığa ve gülmeye devam derim.
(*) Sevgili amcam Türk Tabipler Birliği tarafından adına yirmi iki yıldır “Dr. Nejat Yazıcıoğlu İşçi Sağlığı Hizmet ve Araştırma Ödülü” verilecek kadar özellikle işçi sağlığı konusunda toplumsal hizmetlerde bulunmuş saygın bir doktor, gerçek bir entelektüeldi. Bugünün en önemli emek sorunlarından olan iş kazaları ve hastalıklarını ilk gündeme getiren İşçi Sağlığı Derneği’nin kurucu başkanıydı. Aynı zamanda Türkiye İşçi Partisi’nin kurucularındandı. Ancak bana sorarsanız en çok emeğe duyduğu saygı ve insancıllığı ile anılmak isterdi. Küreselleşmenin simgelerinden biri olan Amerikan Procter&Gamble’da çalışmaya başladığımda, ideolojik olarak kendisine çok ters düştüğü halde, beni hiç eleştirmediğini ve anlamaya çalıştığını, hiç bir zaman kendi düşüncelerini başkalarına aşılamaya çalışmadığını unutmam ne mümkün. Benim sorum üzerine, düşünsel açıdan gelişmek için ilkin Charles Darwin’in Türlerin Kökenini okumamı önermişti. Kızıma da ilk okuttuğum kitaplardan oldu bu. Hatta üç farklı anlatımını aldım, resimlerle, manga, kitabın kendisi. Başka bir hali olsa onu da alırdım. Yeri doldurulamayacak idealist bir neslin temsilcisiydi. Onu burada tekrar sevgi, saygı ve özlemle anıyorum.