Ahit sandığında ne var?
Önemli mi içinde ne olduğu?
Tut ki öğrendin, ne olacak?
O hep ulaşılmak istenen sırra kavuşacak mısın?
Baş göğe erecek mi?
“Sır benim sırrım, baş benim başım, sana ne nereye erdiği”
diyorsanız, yolculuğa hazırsınız demektir.
Kemerleri bağlayalım, yola koyulalım.
Ahit, ‘antlaşma’, ‘sözleşme’ demek, malum.
Tanrı, Musa peygamberle bir sözleşme (ahit) yapar, adına ‘Eski Ahit’ derler; Çünkü İsa peygamberin yaptığı sözleşmeye de ‘Yeni Ahit’ denmiştir. Bu sözleşmeler kutsal kitap metinleri olarak bilinir.
Tevrat’ta yazılan odur ki, Tanrı Yehova taş levhalara (neden taş?) kazılı olarak Musa’ya On Emir (neden on?) yollar. Musa akasya ağacından (neden akasya?) bir sandık yapar. Taş levhaları da bu sandıkta saklar. Daha sonra Kral Davut, Kudüs’ü İsrail’in başkenti yapar ve sandığı Kudüs’e getirir. Kral Süleyman da inşaa ettiği iddia edilen mabede bu sandığı yerleştirir…
Kimine göre, Hz. İsa çarmıha gerildiğinde akan kan bir kaseye konur, o kase de bu sandıktadır.
Kimine göre de Musa hanedanlığının kalıntıları vardır sandıkta.
O gün, bu gün Allah selamet versin kimileri, o köşe senin, bu köşe benim sandık ararlar.
Bu hazine avcılarını bir yana bırakalım, keşif yolculuğumuza bakalım.
Sandığın içinde ne var?
Taş levhalara yazılmış olan On Emir.
Yahudi geleneği, sandığın saklandığı mekanın kenarları 20’şer arşın olan, tıpkı Kabe gibi bir küp olduğunu söylüyor.
Kabe’de de bir taş var (metorit olduğu söylenir).
Adı Hacer’ül Esved.
Hacer Arapça’da taş demek.
Aynı zamanda, bir kadın adı.
H-C-R mastarından türetilmiş, hicret ile hacı’yı da barındırıyor.
Önemli bir iddiadır: Hacer’ül Esved’i çevreleyen alanın açılmış bir vulva olduğu ve bunu öpen hacıların da yeniden doğdukları.
Bazı İslami kaynaklar, Kabe’de İbrahim peygamberin karısı Hacer’in mezarının olduğunu da iddia ederler.
Elimizdeki malzemeleri dökelim ortaya: Taş, küp, vulva (rahim ve kadın) ve mezar.
Arapça’da kubba küp demek.
Kab dediğinizde inzivaya çekilmek anlamına geliyor.
İnisiyeler genellikle mağaralarda inzivaya çekilirler.
Mağara’nın Arapçası da kehf. (İbraniler bizim gibi ‘mağara’ der)
Gelenekde mağaralar rahimdir, mağaradan çıkan inisiye yeniden doğmuştur.
Yeni bir şuur ile, yeni hayata ‘merhaba’ der.
Nitekim halen bazı yerlerde görülen delikli taştan, eşik altından, mağara gibi dehliz ağızlarından geçmeyi uğur sayma alışkanlığı da aynı kökene dayanır.
Küp dedik, kubba dedik, kabe dedik, kehf dedik.
Peki ka ne?
Ka, Sümer dilinde ruh, öz demek.
Eski Mısır dilinde Ka astral ruh. Yani bedenin gezen ikizi.
Mısırlılar mezara Ka’nın evi diyorlar.
Ka’nın evi Arapça’da kabr olmuş.
Yani mezar.
Mezar Toprak Ana’nın neresi?
Rahmi!
Yine Arapça’da, kar (kaf ve elif ile yazılıyor) doğurmak anlamına geliyor.
İman edenin kendi doğumunu gerçekleştirmek üzere içine girdiği Mabet’de,
bir rahim değil midir? (ma – ana/ beth – ev)
Konu enteresan bir yere geldi farkındaysanız, mezar-rahim ilişkisindeyiz.
O ki, kemerleri bağladınız, koltuğunuza sımsıkı yapıştınız, şu Ahit Sandığı’na biraz dolanarak gidelim.
Hem öyle şakkadanak hazineye ulaşsan ne kıymeti kalacak ki?
Sene 1966. Yer Kolombiya.
Yani, Güney Amerika’nın kuzeyinde, Amazon Nehri’nin doğduğu topraklar.
Kolombiya’daki yerel kabilelerden biri olan Kogi’lerden bir genç kızın cenaze törenindeyiz. Cenaze töreni mezarlığa şamanın gelmesiyle başlar. Şaman ritüel sırasında “burası rahim, burası ev, ev kapalı ben onu açacağım” diye söylenir ve sonra “ev açık” der, çukurun nereye açılacağını göstererek geri çekilir. Ölü kız beyaz bir beze sarılır. Baba kefeni dikerken, anne ve büyükanne ağır, neredeyse sözsüz bir şarkı söylemeye başlarlar. Daha sonra şaman cesedi kaldırmaya çalışıyormuş gibi yapar, sonra cesedin çok ağır olduğunu hissettirerek geri bırakır.
Şaman ancak dokuzuncu denemesinde cesedi kaldırmayı başarır. Ceset başı doğuya gelecek şekilde, dizleri karnına doğru çekilmiş halde (cenin pozisyonu) mezara konur ve “ev kapatılır”. Yani çukur toprakla doldurulur. Törenin ardından da ölüm yemeği yenir.
Reichel Dolmatoff tarafından gözlenen ve kaydedilen bu cenaze törenine dair M. Eliade’nin yorumu şöyledir: “…Şaman cesedi dokuz kez kaldırırken, dokuz aylık hamilelik süresini ters yönde katederek bedenin cenin halinde geri dönüşüne işaret eder. Mezar da dünya ile özdeşleştirildiği için, cenaze sunguları kozmik bir anlam kazanır. Ayrıca ‘ölüm yemeği’ olan sunguların cinsel bir anlamı da vardır (Kogilerin efsane, düş ve evlilik kurallarında ‘yeme’ eylemi cinsel ilişkiyi simgeler) ve dolayısıyla anayı dölleyen ‘er suyunu’ oluştururlar.”
Güneşin doğduğu yöne doğru cesedin başının konması tipik bir Güneş kültü geleneği parçası olsa gerek. Cesedin cenin biçiminde mezara konulması da ta neolitik dönemden bu yana, dünyanın her bir yanında rastlanan (Anadolu’da da çok vardır) bir ölü gömme biçimidir. Keza pek çok uygarlıkta cesedin gömülmesinin ardından mezara su dökme adeti de vardır (biz de dökeriz). Mezarda tez elden ot bitsin diye mi? Elbette hayır! Ölü toprağına dökülen suyun ardında son derece anlaşılabilir bir neden yatar, toprak anayı dölleyen gök babanın bereket saçan kutsal suyu ile toprağa rahmet salınır ki yeniden doğuş tez elden oluversin.
Kayseri Arkeoloji Müzesi’nde gördüğüm penis biçiminde toprak sürahi şarap içmek için yapılmadı herhalde?
Ritüelik bir araçtı ve Baba’nın kutsal suyunu taşıyordu.
(Bir minik alıntı da Emel Esin’den, Orta Asya geleneğinde mezara ağustos böceği sembolü veya heykeli koyarlarmış. Çünkü ağustos böceği yılın belli dönemini yeraltında geçirip, hava ısınınca uyanıp yüzeye çıkar)
Cenaze işlerinden başımızı biraz kaldıralım, yüzümüzü suya dönelim.
Tarih boyunca Mısır’dan, Amerika’ya, Orta Asya’dan, pagan inanışlarına ve semavi dinlere dek Gök Tangri’den – Allah Baba’dan gelip toprak anayı üretken kılan, doğurganlığı artıran ‘su’ kutsal bilinmiş ve önemli bir arınma aracı olmuş. Toprak ana üzerinde akan nehirler ve pınarlarla kadının üretkenliğini simgeleyen rahim arasında ilişki kurularak derelere girip çıkmayı bir tür ana rahmine girip çıkma / yeniden doğma olarak kabul etmiş atalar.
Tarsuslu Aziz Pavlus suya tamamen girilerek yapılan vaftizde üç sembolik hareket bulunduğunu söylemiş: Suya girmek ölüm anlamına gelir, suyun altına dalma gömülmedir ve sudan çıkma diriliş anlamındadır.
Afrika’da Animizm’e inananlar, suyun ruhu, hafızası olan ve yaşayan bir nesne olduğuna inanmışlar. Beden değiştiren ruhun uğrak yerlerinden birinin de su olabileceğini kabul etmişler.
Orta Asya’da su kutsaldır, bereket sağlar ve hayatın kaynaklarından biridir. Yağmur şeklinde içinden geldiği göğe bağlıdır, saflığın sembolüdür. Asya topluluklarının çoğunda, Oğuzlarda, Moğollarda, Sibiryalılarda, Altaylılarda ve günümüzde Türkiye’deki bazı heteredoks topluluklarda suyun dışkıyla kirletilmesi, bazen suda yıkanılması, çamaşırların, kap kaçağın yıkanması da yasaklanmıştır.
Su birikintisi, köl irkin önemli bir güçtür. Kaşgarlıya göre prenslerin sahip olduğu varsayılan yüksek zekânın bir simgesidir su birikintileri, göller…
Kaşgarlı’nın bu anlatımı, Bilge Kağan’ın ünlü kardeşine ait ismin Kül Tegin okunuşunun, Köl Tegin olarak düzeltilmesine olanak verir. Yani: “Göl Prensi”
Çingiz Kağan (Cengiz Han) Deniz, yani Okyanus Hanıdır.
Hemen komşusu da Tibette mekan tutmuş Dalay Hanı’dır, yani Dalay Lama veya okyanus laması (Han’ı).
Bu tanımlar, Babür Şahın da derya şahı olarak anlaşılmasına olanak tanır.
Kutsal su konusunu son bir örnekle kapatalım: Hindularda bir çok akarsu kutsaldır (hoş Hititlerde’de ve Kuzey Mezopotamya inanışlarında da Dicle kutsaldır). Hindular hacı olmak için akarsuların çevrelerini yürüyerek dolanırlar (tavaf) ki bu da bir tür suyla arınma ritüelinden başka bir şey değildir.
Haydi artık sudan çıkalım, derin bir nefes alalım.
Taşa dalacağız.
Taşa dalınır mı?
Hem de nasıl!
Öyle bir dalacağız ki, taşın kendisi olup çıkacağız dışarı.
Eski Ahit’ten minik bir alıntı:
Yakub Merzopotamya’ya giderken, Harran’dan geçer.
“Güneş batınca, geceyi geçirebileceği bir yere gelir. Burada bulunan bir taşı alır ve yastık olarak başının altına koyar ve uyur. Rüyasında yerle gök arasında kurulmuş bir merdiven görür, merdivenin tepesi göğe uzanmaktadır: Tanrı’nın melekleri bu merdivenden inip çıkmaktadırlar. Tanrı, merdivenin tepesindedir ve şöyle der: “Atan İbrahim’in, İshak’ın Tanrısı Rab benim. Üzerine yattığın toprakları sana ve soyuna vereceğim.” Yakub uyanır ve şöyle der: “Rab burada, ama ben farkına varamadım.” Sonra üzüntüyle: “Ne korkunç bir yer! Bu Tanrı’nın evinden başka bir yer olamaz. Burası göklerin kapısı” diye dövünür.
Sabah olunca kalkar; başucuna koyduğu taşı alır ve bir anıt olarak diker ve üzerine zeytinyağı döker.
Buraya Beytel adını verir.
Yaşu, Yahve ile halkı arasında bir antlaşma yaptıktan sonra, “büyük bir taş aldı ve onu, Rabb’ın tapınağının yanındaki yabani fıstık ağacının altına dikti. Ve Yaşu halka şöyle seslendi: “İşte taş bize tanık olsun, çünkü Rabb’ın bize söylediği bütün sözleri işitti. Tanrı’nızı inkar ederseniz bu taş size tanıklık edecek.”
Bu konuda M. Eliade’nin yorumu şöyledir: “…Bu tür tanık taşlar, tanrının tecellileriolarak Harran halklarının tapındığı taşlar olmuşlardır. … Yaygın inanışa göre, Musa’nın On Emrini yazdığı tabletlerin muhafaza edildiği Ahit Sandığı’nda, önceleri Tanrı’nın varlığıyla kutsanmış bazı dinsel taşlar vardı. Reformcular, bu tür nesneleri, onları yeni din sisteminde değerlendirdikten ve onlara farklı bir içerik yükledikten sonra kabul etmişlerdir.”
O halde, burada beklenen soruyu soralım.
Neden taş?
Yine Eliade’nin yorumu: “Maddenin sertliği, sağlamlığı ve dayanıklılığı ilkel insanın dinsel anlayışında bir hiyerofanidir (kutsalın tarih içindeki ortaya çıkışı). Hiçbir şey, eksiksiz gücüyle, görkemli bir kayadan veya çarpıcı bir şekilde dikili duran granit bir bloktan daha doğrudan, daha özerk, daha soylu veya daha huşu verici değildir.
Her şeyden önce taş vardır.
Taş her zaman olduğu gibi kalır ve varlığını sürdürür…
İnsanlar taşlara, olduklarından farklı bir şeyi temsil ettikleri sürece tapmışlardır.
Taşlara tapmışlardır ya da bunları ruhani eylemin araçları, ölülerini veya kendilerini korumaya yönelik enerji merkezleri olarak kullanmışlardır. ”
Bu nedenle de Ka’nın evi kabul ettikler Ka’br lerin başına,
Ka’yı korusun diye taş dikmişler.
Hatta koccaman taşlar dikmişler.
Taşlardan anıtlar yapmışlar.
Taşın koruyuculuğu ve kutsiyeti yetmemiş, üzerine semboller kazımışlar.
Yazılar, şiirler, resimler yapmışlar.
Bir de kuşkusuz Gök Baba’dan indiği kabul edilen gök taşları var ki, bunlar daha çok Ulu Ana’nın (Magna Matter) simgesi sayılırlar.
İnsanın tarihinde taş kültü çok yaygın ve eskidir. Farklı coğrafyaların, özgül taşları oralarda kült haline gelmiştir. Bunların içinde değerli taşlar elbette ön plandadır. Örneğin tüm zamanların en kült taşlarından biri lapis lazuli’dir. Lapis latincede taş demek. Lapis lazuli veya laciver taş Eski Mısır’da Firavunların çok değer verdiği bir taştır, göğün taşı anamına gelir.
(Anadolu Medeniyletleri Müzesi’nde şahane takılar var, lapis lazuliden yapılmış)
Mmm! Bir de ‘mavi – gök – taş’ ilişkisi kurulur ki, değmeyin keyiflere o zaman, değil mi ya?
Hele de o taşın üstüne bir kuş kondurulursa.
Babaya gitmek için kanatlar da hazır demektir.
Daha ne olsun?
Peki Ahit Sandığı?
Ahit sandığının içinde taşlar var.
Bir bölümünün üzerinde On Emir kazılı.
Bir bölümü de değerli taşlar.
Biliyoruz ki, Eski Mısır’da taş önemli bir kült.
Hatta, Hattuşa’daki o koskocaman yeşil taşın da Kadeş Savaşı’nın bitişinden sonra, Barış imzalanınca Ramses’in Hititlerin başkentine gönderdiği söylenir.
O taş şimdi dilek taşı oldu tabii…
Bazı İbrani tarihçiler der ki: Musa peygamber ve ardındaki Leviler Mısırda yaşarlarken taşları kutsal bilirlerdi ve büyük göç sırasında taşlarını da bir sandığa koyup taşıdılar. Musa Tanrı Yahve ile yaptığı sözleşmeyi halkına açıkladıktan sonra o taşlar hala sandıkta dururlar. Ancak Levilerin yaşlıları Musaya gelip “şimdi sen bu insanlara yeni bir Tanrı’nın habercisi oldun ama Mısırdaki eski inancın taşlarını da yok edemedin, hiç olmazsa o taşlara bir formül bulalım” derler.
Fıkra gibi değil mi?
Hayat bir fıkra zaten, gibisi var mı?
Görüleceği üzere, taşlar hiç bir şekilde kutsiyetlerini yitirmeden, yeni dinin altında da varlıklarını sürdürebilmişler.
Siz şimdi sanıyorsunuz ki, “sandığın içindeki taşları anladık, yazı da bitti demektir”.
Yok öyle bir şey!
Birkere bu okuduğunuz yazı değil.
(ya ne?)
İkincisi de, bir kez yola çıkmışsak o yolun sonunun mutlaka size ulaşması lazımdır.
Sabır!
Farketmişsinizdir, önce taşa sandığın içinde diye kutsiyet atfettik.
Sonra onları, “amaan, eski batıl inançların devamıdır” diye kutsallıklarını zedeledik.
Gözden düşürdük, taşı dünya malı yaptık.
Şimdi yine kutsallık katacağız.
Ama bu kutsiyet doğrudan size ait olacak ve Gelenek yoluna inisiye olanın nasıl bir yoldan geçtiğine dair ipuçları sunacak.
Haydi yola devam!
Pekiii, bir de bu taşların üstünü örten bir örtü var.
O neyin nesi?
Eski Ahit’de sık sık çadır sözü geçer mesela.
Yahve’nin evi Çadır evi olarak görülür. Eski Ahit üzerine çalışan ciddi otoriteler, Tapınak içindeki Kutsal Kubbe’deki Ahit Sandığı’nın bir çadır altında olabileceği yorumunu yaparlar.
Hatta, Yahudilerin bugün bile evlenirlerken başlarının üzerinde sembolik bir çadır kurdukları ve bu geleneğin kökeninin buradan kaynaklandığı düşünülür.
Kabe’de Hacer’ül Esved bir örtü altındadır.
O halde, taşı örten nedir?
Bir kumaş mı?
Latince lapis taş anlamına geliyor.
Elbiseyle, örtüyle bir ilişkisi olabilir mi?
Bakalım!
Metin Bobaroğlu bize bu konuda önemli bir kapı açar: “…Sufiler, Tanrısal düzeyde kendini keşfetmenin delili “aşk’tır” diyorlar. Nesnesiz bir aşk, tevhid noktasında bir aşk. Emre’nin dediği gibi; “Aşık benim, maşuk benim, ara yerde nar benim”.
O haldeyken, kişi aşık değil, “Aşk’tır”, diyorlar. Aranan taş değil ateşmiş meğerse! Diyorlar ki: Taş olan senin nefsindir. Onu arıtmak için aşk ateşine gereksinimin var. Aşk potasında nefsini kirlerinden arıtacaksın.
Varlığın varoluş elbisesiyle örtülmüş! Sufi diyor ki: “Elbise bir örtüdür,” yani “küfür” dür. Elbise, bir göstergedir, hicaptır, simgedir. Elbise, libas sözcüğünden türetilmiştir. …”
Vay canına!
Libas ile lapis arasındaki benzerlik heyecan verici.
Ayrıca, “varlığın varoluş elbisesiyle örtülmüş” olması da, dikkat çekici.
Hem de çok!
Akla İdris’in, Enoş’un, Hermes’in terziliğini de getiriyor.
Ne dikiyor onlar?
Hal elbisesi.
Taş, Hacer’ül Esved, kubbe, Kabe, örtü denilince, sıradaki sözcük ihram oluyor.
Ya da ehram.
Yani, Hacca gidenlerin üzerlerine giydikleri beyaz örtü.
İnsan Hacca neden gider?
Tasavvufçulara göre Hac, Allah’a seyahat, Allah’ı bilmeye yöneliştir.
Yani kendini, kendi varlığının anlamını arayış.
Kendini bilme çabasının bir yolu.
Haydi bakalııım… Nerelere geldik, nerelere.
Hacılar, vulva benzeri bir çerçeveye yerleştirilmiş bir taşı barındıran, küp biçiminde, üstü siyah bir bezle örtülü bir yapının çevresinde dönerek yükselmek suretiyle, kendilerini (ya da içlerindeki taşı) bulmaya çalışıyorlar.
Diğer bir deyişle, içlerindeki dişiyi keşfedip, ondan yeniden doğmak için çalışıyorlar.
Kutsal Kubbe’deki Ahit Sandığı’nın üzerinde de;
Hacer’ül Esved’de de;
Hacıların üzerinde de örtü var.
Üç taş, üçü de örtülü taş.
Ama neden?
Belli ki örtü, taşı bir şeyden ayırıyor veya koruyor.
Örtü bir sınır, bir engel.
Ama neden?
Yoksa, sufinin dediği “Küfr içinde seyrederim; İman benim kime ne!” sözü burada mı anlam buluyor?
Farkındaysanız geldiğimiz yer itibarıyla taş olduk.
Üstündeki örtüyü sıyırdıkça ortaya çıkacak, çıktıkça parlayacak bir cevher hatta.
Bundan sonrası çorap söküğü gibi gider artık, yeter ki siz o çorabı sökmek isteyin.