Aldım, verdim, ben seni yendim…
Aldım, verdim, ben seni yendim… Çocukluk anılarımızdan kalan bu tekerlemeyi hatırlar mısınız? ”Sarı kızın saçlarını yolmaya geldim” şeklinde devam edermiş, sonradan öğrendim. Bu tekerlemeleri güzelim çocukların belleklerine sokarken ne ummuşlar, merak ettim.
Geçende yeni tanıştığım bir Koç’la sohbet ediyoruz. Müzakere eğitimleri veren birisi ona şöyle önermiş: Senin için küçük bir şey ver, karşılığında istediğin bir şeyi al. Müzakere zekasını severim, hatta iş dünyası profesyonellerine verdiğimiz eğitimler arasında da var. Ancak her konu gibi müzakere de uzmanlık ister. Yarım yamalak bilgilerle, günlük hayatın her alanında müzakere esaslarını kullanamazsınız. Özellikle de insan ilişkileri sadece çıkar sağlamak üzerine kurulmaz. Kurulduğunda da tadı tuzu kalmaz. Ancak bu kulaktan dolma tavsiyelerin yayılması işten bile değil.
Birbirimize ayırabildiğimiz zamanın azalmasının da etkisiyle, ilişkiler gitgide otomatik bir hale dönüşmeye başladı. ”Senden şunu istiyorum” demeden önce, bir kaç like ve övgü, hızla ortak ilgi alanların taranması ve suya sabuna dokunmayan sohbet konularının açılması, hedefe en az emek ve zaiyatla ulaşma çabası… Satır altı verilen tek bir mesaj var: Sen benim için önemli değilsin. Şu anda sana işim düştü. Yaparsan ne ala…
Aslında birbirimize işimizin düşmesi çok da kötü bir şey değil. Yeni bir dostluğun, ortaklığın, beraberliğin başlangıcı olabilir. İlk temas için aracı olur. Ancak sonrası ve birbirimize davranışımız, hayatlarının kesişme süresini ve kalitesini de belirler. Eğer özel bir menfaatiniz yoksa telefonlara geri dönmüyor, saatler sonra, güvenli alandan mesaj yazıyor, ara ara hatır sormuyor ve hiç bir karşılık beklemeden destek olabileceğiniz zamanlarda yanında olmuyorsanız, kredibilitenizi azaltıyorsunuz demektir. Kimse sadece kullanılmak istemez. Müzakere bakış açısından özetlersek; az verip, karşılığında çok almak insanlık yolunda işlemez.
DERVİŞ KAŞIKLARI HİKAYESİ
Sevdiğim bir derviş hikayesi vardır:
Dervişe bir gün sormuşlar:
– Sevginin sadece sözünü edenlerle, onu yaşayanlar arasında ne fark vardır?Size farkı gösteriyim deyip, önce sevgiyi dilden kalbine indirememiş olanları çağırarak, onlara bir sofra hazırlamış. Hepsi sofrada yerlerini almışlar. Derken tabaklar içinde sıcak çorbalar gelmiş ve arkasından da derviş kaşıkları denilen bir metre boyunda kaşıklar.
Derviş şöyle bir şart koymuş:
– Bu kaşıkların ucundan tutup öyle yiyeceksiniz.
Peki deyip, çorbalarını içmeyi denemişler. Fakat kaşıklar uzun geldiğinden, sıcak çorbayı döküp saçmaktan, hem kendilerini yakmışlar, hem de ağızlarına bir damla bile götürememişler. En sonunda bakmışlar olacak gibi değil, sofradan aç kalkmışlar.
Daha sonra derviş, bu defa sevgiyi gerçekten bilenleri yemeğe çağırmış. Yüzleri aydınlık, gözleri sevgi ile gülümseyen insanlar gelmiş, sofraya oturmuş. Onlara da aynı şartı dile getirmiş.Her biri uzun kaşığını çorbaya daldırmış, sonra karşısındaki kardeşine uzatarak çorbalarını içmişler. Böylece her biri diğerini doyurmuş ve sofradan afiyetle şükrederek kalkmışlar.
Derviş sevgiyi gerçekten yaşayanların farkını soranlara;
– İşte! Kim ki hayat sofrasında yalnız kendini görür ve doymayı düşünürse o aç kalacaktır. Ve kim kardeşini düşünür de doyurursa o da kardeşi tarafından doyurulacaktır. Şüphesiz şunu da unutmayın. Hayat pazarında her zaman alan değil veren kazançlıdır.
”Derviş gibi mi olalım yani, o zaman da aç kalırız” diyenleriniz olabilir. Kimlerle muhatap olmak istiyorsanız, onlar gibi olun. Benzer benzeri çeker, bilirsiniz.