Anıların Gölgesinde
93 yaşındaydı teyzem hayata gözlerini yumduğunda…
Hiç aksatmadan, her hafta giderdim ziyaretine…
Dinçti; o yaşında bile, kendi işini kendi görürdü…
Yatağının kenarına otururdum, uzun uzun muhabbet ederdik…
Ve her sohbetimizde, teyzemin, o yaşındaki hafızası beni hayretlere
düşürürdü…
Daha genç kızken yazdığı şiirleri, bir kez bile takılmadan, sular seller
gibi ezberden okurdu…
Selanik mübadili anneannemin zamanında kendisine öğrettiği Yunanca
şarkıları bile baştan sona söylerdi, o dili bilmese de…
Geçmişe dair her şey, her anı, hafızasında sanki dün yaşanmışçasına netti…
Kendisinden on yaş küçük olan rahmetli dayımın sünnetinde giydiği
elbiseyi bile hatırlardı örneğin…
Ama gelin görün, beş dakika öncesini hatırlamakta güçlük çekerdi çoğu zaman…
Misal, telefonla arar, “Özledim seni, neden gelmiyorsun?” diye sitem
ederdi bazen…
“Dün gelmiştim ya teyzeciğim” dediğimde ise kafası karışır “Dün gelmiş
miydin?” diye sorardı.
80 yıl öncesini dahi böyle net anımsayan bir hafıza birkaç gün, hatta
dakika öncesini nasıl unutabilirdi?
***
Merak koridorlarına dalıp araştırdığımda, ipuçları beni “Hipertimezi”
denen bir kavrama götürdü…
Bilmiyordum daha önce bu terimin ne anlama geldiğini…
Çok ender görülen bir nöropsikolojik durummuş “Hipertimezi.”
Bir başka deyişle “Her şeyi hatırlama hastalığı.”
Hipertimezili kişiler, sahip oldukları bu olağanüstü hafıza
kapasitesiyle, çok eski geçmişte yaşanmış bazı olayları bile
hatırlayabilirlermiş…
Teyzemin durumu “Hipertimezi”ye bir örnek miydi?
Bilemiyorum…
Ama dikkatimi çeken bir detay vardı…
Teyzemin hafızası mutlu olduğu anlarda takılı kalmıştı…
Sanki hep o günlerde kalmak, dönüp dönüp hep eski anıları anımsamak,
bugünden koparıyordu onu…
Özellikle de doğduğu ve çocukluğunu geçirdiği, İstanbul, Kurtuluş günlerini…
Belki de aşırı yaş almanın getirdiği bezginlikle, yorgunlukla anlamını
yitirmişti bugün…
Yakın geçmişi hafızasında tutamamasının, unutmasının nedeni bu muydu acaba?
Bugünü unutması, bilinçli bir kararı, stratejisiydi sanki…
Anıları, sığındığı huzurlu limanıydı belki de…
***
Anılara bu denli bağlanmak, doğru mu, yanlış mı?
Anılar “An”ı yaşayabilmenin önünde bir engel mi?
Geçmişe takılıp kalmak yarınlara gölge düşürür mü?
Geçmişindeki yaşanmışlıklarını arkasında bırakabilir mi insan?
Seçebilir mi örneğin hangisini anısını anımsayıp hangisini unutacağını?
Bilgisayara “Reset” atar gibi, anıları sıfırlayıp, yeni bir hayata
başlamak mümkün müdür bu bağlamda?
***
Günümüzün gençleri tanımazlar, zamanında sevilen bir şarkıcı vardı:
“Atilla Atasoy”
Meşhur ettiği bir şarkısı vardı Atasoy’un: “Anılar”
18 yaşımda dinlerken sözlerine fazla ehemmiyet vermezdim o şarkının…
Ama 50’li yaşlarımda daha farklı yorumluyorum…
Şöyle diyordu Atasoy:
“Eğer silebilsem bazı şeyleri, önce anılardan başlardım.
Önce anıları siler atardım, onları beynimden kazırdım.
Eğer becerebilsem, bir gün geçmişi bir unutabilsem, her şeye yeniden
başlayabilsem…
Anılar sizi bir yok edebilsem…”
Şarkının sözlerindeki isyan gerçekten anılara mı?
Yoksa geçmişe mi?
Gerçekten anılar mı suçlu?
Yoksa, bugünün faturasını kesecek bir adres arayışı mı bu?
***
“İster mutlu ister mutsuz olsun, anılar insana acı verir” diyor Dostoyevski…
Büyük yazara kısmen katılıyorum…
Evet mutlu bir olay bile olsa, anılar burkabilir insanın içini..
Zaten bir olayı “Anı” olarak adlandırdığımızda…
Geçmişimize “Anı” olarak kaydettiğimizde…
O olayın yaşanıp bittiğini…
Bir daha asla tekrarlanmayacağını da kabul ve itiraf etmiş olmuyor muyuz?
Tıpkı, Heraklitos’un “Aynı nehirde iki defa yıkanılmaz” sözünde olduğu gibi…
Ama bir noktada farklı düşünüyorum Dostoyevski’den…
Acı veren bence “anı”nın kendisi değil…
Yani geçmiş masum aslında…
Bugün, bu an, şu an, şimdi aslında acının kaynağı…
Mutluyken zaten hatırlamaz ki insan kendisine acı veren anılarını…
Çağrışımı yaptıran o anki ruh halidir insanın…
***
Bir Fransız atasözü “Gençler ümitleriyle, yaşlılar anılarıyla yaşar” der…
Tam da rahmetli teyzemin durumunu açıklayan bir yaklaşım aslında…
Açıkçası hayat yolculuğumun belirsiz bir durağındayım…
Birçok idealim var ulaşmayı ümit ettiğim…
Ama bunun yanı sıra çok fazla yakalıyorum kendimi anılarıma firar ederken…
Yeni bir durum değil bu…
Seviyorum anılarımı her an içimde taşımayı…
Yıllarca hiçbir şeyi atamadım…
İlkokuldaki defterlerimi…
Sünnetimde taktığım pelerini…
Hatta kurumuş, kemikleşmiş haldeki göbek bağımı bile…
Geçmişimi hatırlatan her şeyi sakladım…
Onlara dokunabilmek belki beni daha bir yakınlaştırıyordu anılarıma…
Evler küçüldükçe ve anılar biriktikçe…
Odalar, dolaplar almaz hale gelince…
Mecburen vedalaşmak zorunda kaldım bana geçmişi anımsatan birçok şeyle…
Taşınmalarda kaybettiklerim de oldu…
Tüm cesaretimi toplayıp çöpe attıklarım da…
Anılarımı sembolize eden şeylerle vedalaşmak zorunda kalsam da, huyumu
değiştirdiğimi söyleyemem…
Hiçbir fotoğraf at(a)mam mesela…
40-45 yıl önce çekilmiş ve yıpranmış eski fotoğrafları tarayıp dijital
hale dönüştürüp saklarım…
Ve kaybettiğim sevdiklerimin numaralarını asla sil(e)mem cep telefonumdan…
Keza gönderdikleri SMS’leri de…
Vefat etmiş dahi olsa, telefonumu karıştırırken, sonsuzluğa uğurladığım
bir sevdiğimin numarasına rastlamak bir anda beni geçmişe götürür…
“Yahu silsene, ne saklıyorsun, sanki arayabilecek misin?” diye eleştirir
zaman zaman dostlarım beni…
Sil(e)mem…
Elim gitmez…
Son bağımdır sanki sakladığım o anı kaybettiklerimle aramda…
Sinema terminolojisiyle bu “Flashback”ler, huzur verir bana…
***
Anıların hayatımızdaki yerini Japonların “Kintsugi” sanatına benzetirim ben…
Japonlar, kırılmış tabakları, bardakları, vazoları altın ve gümüş
tozlarını reçineye kattıkları bir karışımla onarırlar…
Kırılmanın izlerini kapatmazlar, bilakis yapıştıktan sonra daha da
belirginleşir kırıkların izi…
Bir felsefe yatar aslında 500 yıldan beri süre gelen Kintsugi
geleneğinin altında…
Yaşamda başımıza gelmiş hiçbir şeyi kusur olarak görmemek…
Bilakis, anılarımızın, yaşanmışlıklarımızın hayatlarımızı daha da
değerli kılacağına inanmak…
Altınla kaplamak da bu değeri anlatır zaten…
Tatlısıyla acısıyla anılarımız da hepimizin geçmişindeki kırıklardır bu
bağlamda…
Ve her bir kırık, çatlak, biriktirdiğimiz deneyimleri temsil eder…
Pipoya merak saldığımda okumuştum; eskiden Avrupalı soylular yeni bir
pipo yaptırdıklarında, önce hizmetçilerine verirlermiş kullanmaları için…
Bilenler bilir, ağacı yandıkça, haznesi daralmaya başladıkça piponun
içimi daha bir lezzet verir…
Aynı şekilde, anılar eklendikçe geçmişimize, daha bir anlam ve değer
kazanır aslında bugünümüz de…
***
“Ne kadar geçmişe bakarsan, o kadar ileri gidersin” der Winston Churchill…
Geçmişe bakmak anılarda bir yolculuğa çıkmaktır aslında…
İnsanın özüne yürürken izleyeceği güzergahı belirler anılar…
Tam önemli bir karar anında, örneğin, annesinin öğüdünü anımsar insan…
İskender misali kılıcı indirir, keser atar Gordiyon düğümünü…
Geçmişinde başardıklarını anımsar, çaresizliğin ortasında gücünü yeniden
toplar mesela…
İlle de güzel anılar değildir bizce ilham veren…
Sevdiklerine acı verdiği anılar da ibret olur insan için…
Benzer bir durumda, bir kere daha düşünür eyleme geçmeden önce…
José Saramago’nun “Küçük Anılar” isimli kitabındaki ifadesiyle,
“…Belleğimizin birbirine dolanmış yumağından, kördüğümlerin
karanlığından çekeriz uç vermiş görünen bir ipi…”
Ve bir anda, kadayıfa dönmüş yumak çözülmeye başlar…
***
Anılar gölgemiz gibi, bizi takip eder durur hayatımız boyunca…
Kaçamayız, ne kadar hızlı koşarsak koşalım…
Bazen üşür, bazen serinleriz anıların gölgesinde… .
Ama adı üzerinde, geçmişi sembolize eder anılar…
Ne geçmişte yaşamak mümkün…
Ne de geçmişi geçmişte bırakarak, geleceğe yürümek…
Hangisini tercih eder insan?
Hangisini seçmelidir?
Geçmişin, yani yaşanmışın sunduğu garantiyi mi?
Yoksa geleceğin barındırdığı bilinmezi mi?
İkisi de değil bence…
“Yaşanmışlıklar” ile “Yaşanacak”ların “Araf”ında olmak en güzeli…
Eski anılardan güç, ilham ve ders alarak yeni anılar biriktirmek yani…
“Dün dünde kaldı cancağızım, bugün yeni şeyler söylemek lazım” dese de
Mevlana…
“Bugün” yeni bir şey söylemeye kalktığımızda dahi…
Kullanacağımız kelimelerin bize “Dün”den kaldığı gerçeğini yadsıyamayız..
Dolayısıyla, kim ne derse desin, sadece geçmişte takılı durmaz anılar……
Japonların seramik kırıklarını yapıştırmak üzere kullandıkları altın
karışım misali, bugüne ışıltılarını katarlar…
Anılar, yaşam yolculuğumuzun kutup yıldızıdır son tahlilde…