Anima-Animus
“Ayna ayna söyle bana…”İlişkilerimiz genellikle bilinçdışı içerikleri yansıtan aynalar olarak kullanılır.Projeksiyon olumlu etkilere sahiptir. Günlük yaşamda kişilerarası ilişkileri kolaylaştırır. Buna ek olarak, bir başkasında kendimiz hakkında bir şeyler öğrenebiliriz. Bu durum projeksiyonları geri çekmeyi veya çözmeyi içeren bir süreçtir. Jung’a göre Pasif projeksiyon, tamamen otomatik ve kasıtsızdır, ‘ Aşk ‘ gibi….Bir insanı ne kadar az biliyorsak, bilinçdışı yönlerimizi onlara pasif bir şekilde yansıtmak da o kadar kolaydır.
Aktif projeksiyon ise daha çok empati olarak bilinir; kendimizi diğerinin ayakkabılarında hissetmekteyizdir. Kendi bakış açımızı kaybettiğimiz noktaya kadar uzanan bir empati, tanıma haline gelir.
Kişisel gölgenin izdüşümü ise
genellikle aynı cinsiyette olan kişilere düşer.
Yunan Mitolojisi’ndeki Narkissos’dan gelir Narsisizm
ve anlamı en özet hali ile
kendine aşık olma halidir.
Yani Aşk da bir tür narsizmdir.
Jung’a göre romantik aşk,
bir erkeğin ya da bir kadının
anima ya da animusunu yansıtmasıyla sonuçlanır
ve sonra kendi yansımalarına aşık olur.
İdeal erkeğe veya kadına uymayan özellikler
bu yansıtma prosesini kolayca bozduğundan
içgüdüsel olarak cazibeyi korumak için
gerçek benlikler
gizlenmeye çalışılır ,
ve kişiler kendini idealize ederler.
Özne, başlangıçta, kendini aşk nesnesi olarak almakta
(ben libidosu; narsisizm, yani kişinin kendini sevmesi),
daha sonra dış bir nesneye yöneltmekte
ve böylece narsisizm yatırımı azalmaktadır.
Aslında öteki ile tamamlanmaktadır.
Dişil ve erili birlikte içeren
ve doğası itibarıyla androjenik bir varlık olan Psişemiz
bütünlüğü arar
ve iç karşıtlarımızın birleşmesi
Jung’un bireyleşme süreci olarak adlandırdığı şeydir.
Konseptin en iyi görsel metaforlarından biri de
yin-yang’dır.
Yine Tantra’da
tüm yaratılışın,
yaratılışın eril gücü ve kadınsı yaşam kaynağı olan Shiva
ve Shakti’nin dansından kaynaklandığı öğretildiği gibi…
“Anima / Animus”,
biyolojik cinsiyetimizin,
yani erkeklerde bilinçdışı dişil yan
ve kadınlardaki eril eğilimlerin
ayna görüntüsüdür.
Bu amaçla bir kadın,
Jung’un “Animus” olarak adlandırdığı
erkek suretinin imajını taşır.
Bu bilinçdışı iç erkek,
dış dünyadaki bir insana yansıtılan Tanrı (ruh) imajıdır.
İç ve dış aynalar oluştuğunda,
yansımanın bulunduğu kişi ile
iç partnerinin yapısı hakkında çok şey öğrenecektir.
Ve yine bir erkek de benzer bir ikilemle karşı karşıya….
Erkek de mükemmel Tanrı (ruh) imajını bir kadına yansıttığında
“Anima” nın taşıyıcısı olur.
Anima, iç dünyası ile dış dünyası arasındaki boşluğu kapatmak içindir.
Bu iki insana da aynı anda gerçekleştiğinde
buna “aşık olmak” diyoruz.
Bu karşılaşmanın erotik ve cinsel yapısı
psikolojik olarak semboliktir.
Her biri kendi kendine birleşmek
ya da kendi içine nüfuz etmek istemektedir.
Sonuçta
ötekinde kendini bulmuştur.
Jung’un ifadesi ile
anima- animus bütünleşmesi gerçekleşir.
ve dolayısıyla
bireyselleşmeyi
“kendine gelmek”
ya da “kendi kendini gerçekleştirme” olarak da yorumlayabiliriz.
Bu nedenle, içteki erkek veya dişi unsurumuzla bağlantı kurmak,
ruhun önemli bileşenleri olan
benlik bilinci ve anlayışının
geliştirilmesi için gereklidir.
Her ikisinin de
ego ve bilinçdışının yaratıcı kaynakları arasında
arabuluculuk yaptığı veya köprü olduğuna inanılmaktadır.
Psikolojik görevimiz tam bilincin yaratılmasıdır.
Erkek feminen elementlerle tamamlanırken,
kadın da maskülen elementlerle tamamlanır.
Bu ilişkilere ulaşma tümdengelim yöntemiyledir.
Anima ve Animus biraraya geldiğinde
‘Syzygy’/ (ilahi çift) i yaratırlar;
Syzygy,
bütünlüğü ve tamamlamayı temsil eder
ve aynı kişinin iki yarısının
kollarını birbirine sararak birbirlerine kavuştuğu şekilde ifade edilir
yine
gezegenlerin hizalamasını belirtmek için kullanılan
bir kelime olarak bilinir.
Gerçek hayatta “diğer yarısı”nı bulma
ve bununla baş etme zordur.
Eşleşen diğer yarımızı bulmak,
çoğumuz için bir ömür arayışımızdır
ve azımız bu görevde başarılı sayılır.
Jung’un düşüncesine göre,
biri “diğer yarısını” ararken
aslında aradığı şey
ruhun bilinçdışı unsurlarının bütünleşmesidir.
Süreç içinde zaman geçtikçe,
bu projeksiyonların düşeceği de kaçınılmazdır.
Hiçbir insan uzun süre böyle bir projeksiyonu sürdüremez.
Zamanla kişi
bir Tanrı ya da Tanrıça (kişinin kendine özgü uzantısı) yerine gerçek bir insanla bağlantı kurduğunun farkına varır.
Bu durumda ise
pek çok ilişki sona erebilir
ve bu simyasal süreç başkasıyla başlayabilir.
Öte yandan, ikisi de ilişkilerine bağlıysa,
bilinçli hale gelirse,
projeksiyonlar çözüldüğünde,
her iki taraf için de bir fırsat doğar.
Artık eksik yarılarını keşfedebilir ve kucaklayabilirler.
ve aralarında büyüyebilen sevgi derindir
çünkü artık GERÇEK tir..
Gerçek aşk,
projeksiyonun aksine,
başka bir kişiyi
kendine benzemeyeni ;
ayrı benliğini
görmek
ve desteklemek için isteklidir.
Bu,mükemmel bir üst-ayna imajı aramamızı çözecektir.
Aralarındaki sevgi geliştikçe
ve tüm evrene genişledikçe,
bu sevgi her ortağa özgürlük verecektir.
Erich Fromm’un Sevginin ve Şiddetin Kaynağında belirttiği gibi;
“Narsist kişinin gözünde eşi
hiçbir zaman kendi hakları olan
ya da kendi gerçekliği içinde varolan birisi değildir;
yalnızca
eşinin narsist bir biçimde yüceltilmiş benliğinin bir gölgesidir.
Oysa hastalıklı olmayan sevgi
iki insanın karşılıklı narsisizmine dayanmaz”
Bu bütünleşmesinin faydaları
kişilerarası ilişkilerle sınırlı değildir.
yaşamının her yönüne fayda sağlar.
Başarısızlığa uğramış, yabancılaşmış anima/ animus
kendini düşmanlık yoluyla ifade ederken,
entegre anima/ animus
vazgeçilmez bir müttefik olarak kendini ifade eder.
Tüm mantık ve sezgiler
dengeli hale gelir.
Fakat , cinsiyet rolüyle güçlü bir şekilde bağlanan insanlar
(örneğin agresif davranan ve ağlamayan bir adam)
animusu ile anlamlı bir ilişki geliştirmemiştir.
Hülasa
uzmanlarca söylenilen o ki ;
her birey
kendinde var olan
dişil ve erili onurlandırmadan
kendi içinde dengeye ulaşamaz.