Araba…
Dün Ankara’da, gece geç biten bir toplantıdan çıktım.
Ellerimi arkamda kavuşurmuşum, önüme baka baka, park ettiğim arabamı arıyorum.
Ne de olsa, köylülük var işin içinde.
Toprağa baka baka yürümeye alışmışız; ne arıyorsak toprakta ararız.
Kentli olsa, başı yukarıda yürür.
Arabayı da bulur.
Benimki iş değil tabii, sanki araba çimlenip çıkacak karşıma.
Çıkmadı mendebur.
Gecenin bir vakti, siyah takım elbise ile, eli belinde motifi olarak kaldım sokaklarda.
O sokağa saptım, olmadı bu sokağa…
İleriden bir koku, bir duman ile birlikte “yaklaş” dedi.
Baktım kokoreççi.
Tezgahı kurmuş ıssız bir kaldırımda, beni bekliyor.
Önünde durdum.
“Burası neresi?” diye sorulmaz şimdi.
“Benim araba nerede…?” hiç olmaz.
Ne soracağız adama?
“Bu kokoreç mi…?” yok, yok…bu hiç olmaz.
Soru sorma hususunda çok sıkıştım.
Salıverecem şimdi, olmayacak.
Öyle burun buruna kalmışız ki, “pas” deyip, geçemiyorum da.
O erken davrandı, “kimlerdensin?” dedi.
Hoppppalaaa…!
Kokoreççi, bu nasıl soru?
Yıktın perdeyi, eyledin viran.
Gelen soru, zihinde dans edecek bir eş bulamayınca, pist ortasında kalakaldı tek başına.
“Sal gitsin” dedim içimden.
“Bu berbat dünyada, müzikten önce mi gelecek dans?”
“Dünya değil berbat olan, sen yerini değiştir” dedi.
“Neden?”
“Orada duman altı oldun”
Yerimi değiştirdim, gün doğmaya kalktı.
“Allah aşkına” dedim, “kalkma, otur!”
Oturdu.
Dumana yerleştim yine.
“Kimlerden olduğunu bilmiyor musun?”
Ulan kokoreççi, sen hala orada mısın?
“Araba” dedim, “arabamı düşürdüm”.
Zifir gibi bir sükunetin içine düştü araba.
“Üstelik güne ‘otur’ dedin”.
Dedim mi? Dedim.
“Yıldızlara bak, hepsi sönmüş” dedi, “çünkü güne ‘otur’ dedin”.
“Ama” dedim, kör gecenin sükunetinde kokoreçin yoğunlaşmış dumanına sığınarak,
“gün kalkarsa, sönmüş yıldızın parıltısına kim kanar ki?”