Batı ve İslam Felsefesinin Ortak Bir Değeri: Filozof İbn Rüşd – Bölüm – 1
İbn Rüşd hakkında, etkileyici bir genelleme yapmak istesek, herhalde en uygun yargı şöyle olurdu: XII. Yüzyılda Kurtuba’da yetişmiş, Müslüman ve Kâdul-kudât Aristoteles. Şüphesiz gelmiş geçmiş en büyük ve en etkili filozoflardan biri olan Aristoteles’in, kendisinden on beş asır sonra yaşamış İbn Rüşd tarafından, böylesine derin bir biçimde kavranmış olması, gerçekten de başlı başına bir hayret mevzuudur. Fakat İbn Rüşd’ün dehası, özellikle, Aristoteles’in, bilimsel düşüncenin ve bilimsel bilginin kurucusu ve sistemleştiricisi olarak kavranmasında kendisini göstermektedir. Şunu açıkça vurgulamak gereklidir:
İbn Rüşd, bilimin merkezini oluşturan burhân/apodeiksis teorisi kapsamında yaptığı analizlerle, bilimsel düşüncenin kurucusu olan Aristoteles’in sistemini işlemiş, geliştirmiş ve deyim yerindeyse güncellemiştir. Bu bakımdan, onun, Aristoteles’in sıradan bir yorumcusu değil, Stageiralı ile aynı amaca yönelmiş bir filozof olarak değerlendirilmesi uygundur. Hatta İbn Rüşd hakkında ileri sürdüğümüz Müslüman Aristoteles nitelemesi, tekrar belirtelim ki, bizce kesinlikle doğrudur. Demek istediğimiz, A. Koyré’nin Aristoteles felsefesi hakkındaki saptamasının, aynen İbn Rüşd için de geçerli olduğudur. Çünkü İbn Rüşd’ün ortaya koyduğu felsefî sistem de, tıpkı Stageiralı’ınki gibi Bilgiye susamış insanlara seslenir. Her şeyden, hatta felsefe olmaktan önce, bir bilimdir. İbn Rüşd’te felsefe dinsel bir tutuma teolojiye olan akrabalığı nedeniyle değil, kendisini bilimsel değeriyle ortaya koyar…
İşte bu nedenle İbn Rüşd, İslam Medeniyetinin düşünce tarihinde ortaya çıkan diyalektik akışın bir ucunu oluşturmaktadır; uzun asırlardır ihmal edilmiş, hatta unutulmuş olan bu büyük filozofun incelenmesi, işte bu nedenle ayrı bir önem taşır. Zira tek kanadı kırılmış bir kuş uçamaz. Bu günkü İslam dünyasının düşünce evreninde, İbn Rüşd’ün zirvesini oluşturduğu özgün felsefî düşünce tarzının tekrar sahneye çıkması, özellikle tefekkür planında birkaç asırdır karanlık çağını yaşayan İslam düşünce dünyasında bir zamanlar var olan akılcı felsefenin tekrar hareke geçirilmesi, sistemin kanatlanabilmesi için gereklidir.
1512 yılının çok soğuk bir Ekim ayı sabahında, LE HAVRE kentinin ana meydanı hınca hınç dolmuştu. İnsanlar soğuktan kızarmış burunları ve titreyen bedenlerine rağmen merak ve şaşkınlıktan kocaman açılmış gözlerle, askerlerce sürüklenen bir adamı dehşet içinde izliyorlardı. Kilisenin hemen önündeki geniş meydanda üç metre yüksekliğinde kalın bir direğin önüne sağlam bir masa konulmuştu. Sistem aslında son derece basit ve kullanışlıydı. Suçlu, yani iblisin uşağı, masanın üzerine çıkartılıp kuvvetli urganlarla direğe bağlanacaktı. Sonra masanın etrafına alabildiğince yüksek odunlar yığılacak ve ateşe verilecekti. Büyük günahkâr Hermann Van Riswik askerlerin kontrolünde trampetler eşliğinde getirildiğinde artık halkın tanıdığı Riswik olmaktan çıkmıştı. Ona uygulanan akıl almaz işkenceler yüzünden bedeni lime lime olmuş, yüzü yaralarından akan kandan dolayı tanınmaz hale gelmişti. Askerler onu masaya çıkartırken ellerini ve ayaklarını hiç kullanamamıştı. Çünkü tüm parmakları sorgulama sırasında teker teker kırılmıştı. Riswik başını kaldıramıyor, gözlerini açamıyordu. İki cellât son derece ustalıkla odunların arasından sıyrılıp adeta bir kütüğü bağlar gibi Riswik’i ortadaki sırığa bağladılar.
Riswik, şehirde sevilen, kimseye zararı dokunmayan, iyilikleriyle anılan centilmen birisiydi. İnsanlar iyi niyetli, alçak gönüllü bu centilmen Rahibi seviyor ve ona saygı duyuyorlardı. Riswik 20 gün kadar önce Le Havre Belediye başkanının verdiği yemekte, herkesin önünde bağnaz rahip Montegnu’yla, İbn Rüşd’ün evrenin sonsuzluğu hakkındaki görüşleri, Aristoteles şerhlerinin toplumun aydınlanmasına yol açması ve Hz. İsa’nın masumiyeti konusunda bir tartışmaya girmişti. O dönemde İbn Rüşd’ün görüşlerini benimsediğini belirterek bu konuda herhangi bir tartışmaya girmek; Katolik Kilisesi bakımından affedilmez bir suçtu ve Riswik’te bu suçu işlemişti.
Riswik’in Engizisyonda yargılanması yaklaşık 20 gün sürmüştü. Bir sürü ağır işkenceden sonra engizisyon onu kâfir İbn Rüşd’ ün fikirlerine bağlı olmaktan, devrin en büyük günahı olan İbn Rüşd’cülük’ten (Averreoizm’den) suçlu bulmuştu. Ayrıca Riswik’in sabıkası da vardı. o tarihten on sene önce de İbn Rüşd’ ün görüşlerini ve Aristoteles Şerhlerini savunmuş, üniversitede öğrencilerine bunları ders kitabı olarak okutmuştu, Katolik Kilisesinin büyük tepkisi sonunda Üniversite’deki görevinden azil edilmiş ve ateşte yakılmaktan da son anda kurtulmuştu. O dönemde diri diri yakılma Katolik Kilisesine ve onun öğretilerine karşı gelenlere uygulanan ibret verici bir cezaydı.
Riswik’i alevler sarmaya başladığında ağır bir yanık kokusu etrafı kaplamıştı. Alevler iyice yükseldiğinde, birden cansız gibi duran et yığını da kıpırdadı. Çıra gibi yanan adamdan pişmanlık çığlıkları bekleyen infazcılar; Kilise meydanına bakan binaların duvarlarında “En büyük bilgin İbn Rüşd’tür. Hakikati görmeyen kör gözlerim, onun sayesinde nura kavuştu” diye yankılanan haykırışı ile irkildiler. İnfaz gerçekleştikten sonra dağılan kalabalık ve infazcılar; O gün, bu uğurda öldürülenlerin haykırışlarının ve yakılanların bedenlerinden çıkan alevlerin, Avrupa aydınlanmasına giden yolların temel taşlarını oluşturduğunun farkında bile değillerdi. Fakat bir süre sonra gelişimin önünde durulamayacağını Katolik Kilisesi çok çıplak bir gerçek olarak görecekti.
Bu yazı dizisinde; akıl yoluyla Tanrının ve Evrenin kavranabileceğini savunarak, akıl ile dinin uzlaşabileceğini ve birbiri ile çelişmediğini ifade eden, bu fikirleri ile gerek doğu (İslam) düşüncesinde gerekse özellikle batı (Hıristiyan) düşüncesinde kabul gören önemli temel taşlarını yerinden oynatan bir filozoftan; Matematikçi, Doğa Bilimcisi, Filozof ve önemli bir Tıp adamı, kısacası her iki dünyanın önemli değeri olan İbn Rüşd’ten söz edeceğiz.
İbn Rüşd’ü ve görüşlerini, tarihsel ve coğrafyasal bir mekân içinde değerlendireceğiz. Zira İbn Rüşd’ü, bulunduğu Endülüs coğrafyasından, dönemindeki siyasal ve sosyolojik karışıklıklardan, gerek kendi ülkesine karşı, gerekse Kudüs’e karşı yapılan haçlı seferlerinin yarattığı kültürel ve yapısal şokların getirdiği çok önemli tarihsel kırılmalardan ve adeta özdeş olduğu Aristoteles’ten ayrı olarak anlatmamız mümkün değildir.
Tarihte kırılma noktaları olarak tanımlanabilecek gelişmeler nehir yataklarının yön değiştirmesine benzer. Yönün değişmesi ve sonuçları da, hiç kuşkusuz nehirden ve nehirdeki sudan bağımsız değildir. Burada anlatılmak istenilen İbn Rüşd olduğunda, nehir artık antik felsefedir. Daha doğrusu Aristoteles’tir. Yorumcusu İbn Rüşd’tür. Atina topraklarında dostça karşılanmayan ve felsefesini Anadolu’da, (İonya’ da) sürdüren Aristoteles ile ondan yüzlerce yıl sonra yaşayan İbn Rüşd arasındaki ilişki, kaderlerinin paylaşılması şeklinde tecelli etmiştir. Her ikisi de görüşleri nedeniyle hırpalanmış, kendilerinden sonra gelenlerden kimileri onları şiddetle yermiş, hatta Katolik Kilisesi her ikisini de en büyük günahkâr ilan etmişti. Kimileri de onları neredeyse aziz ilan etmişti.
Antik felsefenin (Grek-İonya felsefesinin) ve onun yön verici yıldızlarından biri olan Aristoteles’i özgün olarak anlama/kavrama uğraşında tarihi bir dönüşümü gerçekleştiren İbn Rüşd: Aristoteles’in şahsında İonya’dan (Anadolu’dan) süzülüp gelen (ama kesinlikle Atina’dan gelmeyen) hakikatin ışığını Ortaçağın karanlık coğrafyasına ulaştırdı ve ulaştırdığı her yeri aydınlattı. Bilginin kaynağını ve İnancın mutlak hâkimiyetini, hakikat arayışı ile sorguladı, Aklın vahyin hizmetçisi olmadığını akıl ile vahiy arasında alt-üst ilişkisi bulunmadığını ve aklın ancak akıl ile sorgulanabileceğini ortaya koydu.
Üzerinde çalıştığı konu, benim diyen felsefecilerin bile içinde çıkamayacakları kadar ağırdı ve yerleşik doğmaları yıkmaktaydı. O yüzden bu konuda binlerce kitaplar yazılmıştı, yüzlerce insan can vermişti.
Batı ve Doğu kavramları bir coğrafi yön tanımlaması olmakla beraber, coğrafi yön tanımlamasının da ötesine geçerek, bir kültürel farklılığı ve bu farklılığın siyasal, tarihsel ve sosyal ilişkilerini de tanımlar. Bu tanım çerçevesinde İbn Rüşd bir hekim olarak, bir filozof olarak her iki dünyada bıraktığı izler itibariyle evrenseldir. Hem de bıraktığı mirasın yankıları itibariyle doğu ve batı dünyasının ortak filozofudur. Bu nedenle İbn Rüşd sadece bir kültüre ait olmadığından çalışmanın başlığını “Batı ve Doğu Felsefesinin Ortak Bir Değeri: Filozof İbn Rüşd” olarak koyduk.
Devam edecek…