BEN’im ve Barışa EVET!
Atalarımız mağarada yaşıyorlardı. Hepsi biraradaydı. Mağarada birlikte yaşamak durumundalardı, çünkü başka türlü hayatta kalamazlardı. Sonra ateşi keşfetti atalarımız. Sonra da tohumları ekip yetiştirmeye başladılar toprağa. Kendi yetiştirdiği sebzeyi istedi bir başkası, kızdı, eline taş aldı onu kovaladı, bu benim dedi, burası da benim toprağım. Sonra o taşı bir sopaya taktı, mızrak yaptı.
Yaklaşanı kovaladı. Sonra çocuklarının eline de verdi mızrakları, burası bizim oldu. Fakat ailesi genişliyordu atanın ve gittikçe büyüttü topraklarını. Artık daha da büyümüş ailesi yetmiyordu orayı korumaya. Daha küçük ama yiyeceği olmayan aileleri de çağırdı. Dedi ki al sana mızrak, sen burayı koru, ben de sana yiyecek vereyim. Zamanla ürünleri arttı, hem ailesi, hem eli mızraklıları ve onların ailelerinin sayısı arttı. Şimdi artık kabile olmuşlardı ve lider o ilk ataydı.
Gözünü kendisi gibi büyümüş bir başka kabilenin topraklarına dikti. Tüm eli mızraklılarını topladı ve diğer eli mızraklılara saldırdılar birlikte. Kestiler, parçaladılar, kafataslarını kırdılar ve onların erkeklerini yok ettiler. Geriye kabilenin kadınları kalmıştı. Baştaki ata eli mızraklılara dedi ki bunlar sizin mallarınız… Artık topraklar daha da büyümüştü, ürünler daha da artmıştı, o çiftçi ata daha da zenginleşmişti. Bu arada toprağın altından çıkan bir madeni keşfettiler: Bakır. Bu bakırdan silah yapmayı öğrendiler, çok keskin silahlar.
Mızraktan daha da etkiliydi. Hem artık başka mızraklılara karşı savunmak için kendilerini göğüslükler ve kalkanlar da yapıyorlardı. Silah teknolojileri gelişmişti artık ve silah kullanma teknikleri de… Atanın toprakları iyiden iyi genişlemişti ve sonra o ata ölünce oğluna kalmıştı her şey. Bir sistem kurulmuştu ve insanlar bu yeni düzene alışmışlardı. Aileler besleniyor, erkekler savaşıyor, kadınlar üretiyordu… Sonra zaman ilerledi, atanın oğlu dedi ki ben hepinizin şefiyim. En güzel evi ona yaptılar, çünkü herkes onun için çalışıyordu. O hem sahipti, hem yönetici… Eli kılıçlılar artık kim olduklarını sorgulamıyorlardı bile. Neden kendisi gibi bir insanın tüm her şeye sahip olduğunu, onun ne farkı olduğunu, aynı mağaradan çıktık nasıl oldu da böyle oldu diye sormuyordu kimse.
Zaten babası da bir eli mızraklıydı ve ona yemeğimizi veren şefe hizmeti öğretmişti. O büyük şefe hizmet, takdir edilen bir davranıştı. Çünkü o aynı zamanda gökleri gümbürdeten Şimşek Tanrısının yeryüzü temsilcisiydi. Sakallı kabile büyücüsü öyle söylemişti. Tanrı gücünü onda göstermiş, o da onları besleyerek yaşamalarını sağlamıştı. Hizmet etmemek, nankörlük olurdu, Tanrının tepkisini çekerdi, o kişi dışlanır ve yokolurdu. Böylece sadakat doğdu…
Yıllar yüzyılları, yüzyıllar binyılları kovaladı. İnsanlık teknolojik olarak iyice ilerledi. Kabile şefleri imparatorlara dönüştüler. Elimızraklılar ise artık koca koca ordulardı. İmparatorlarına, krallarına, derebeylerine hizmet ediyorlardı. Kendilerini yaptıkları işe adamışlardı ve aralarından nice cesur savaşçılar, efsane olmuş isimler çıkıyordu elbet. Ama olayın özü aslında hep aynıydı, kabile şefinin topraklarında yetiştirdiği yiyecekleri koruma ve bu uğurda başka insanları öldürme… Romalı, Bitinyalı, German, Galyalı… yaşadıkları bölgelere göre sayısız isimlere bölünmüştü, biz zamanların mağara içinde birlikte yaşayan ve hayatta kalmaya çalışan insanları. Şimdiyse hangi imparator/kral/derebeyi daha fazla toprağa sahip olacak, daha zenginleşecek diye birbirlerini öldürüyorlardı. O zamanın medyası sayılan ozanlar da şehir şehir dolaşıp bu yiğitlerin hikayelerini övgülerle anlatıyorlar ve daha da öykünmesini sağlıyorlardı gençlerin ve çocukların onlara… Ama kimse kopmuş kafalardan, akan bağırsaklardan, delinmiş gözlerden, yanmış bedenlerden, tecavüze uğramış kadınlardan bahsetmiyordu elbet… Aslında savaş, kahramanlık destanlarıyla süslenmiş bir insan katliamından ibaretti ve tek bir amacı vardı: Orduya sahip olanı zenginleştirmek veya onun mallarını ve topraklarını korumak…
Sonra gün geldi, krallar imparatorlar devrildi, yerlerini uluslar aldı. Bu arada silah teknolojisi o kadar gelişmişti ki kılıca gerek kalmamıştı bile. Bir tüfeği alıp onlarca insanı öldürebiliyordunuz olduğunuz yerde. İnsanlar çoğalmıştı, silah teknolojileri gelişmişti ve silahların üretilebilmesi için artık büyük paralara ihtiyaç vardı. Krallara imparatorlara yüzlerce yıl yaptıkları savaşlar için borç veren parası olan kişiler, artık iyice palazlanmışlardı ve bu savaş işinden müthiş zenginleşiyorlardı. Kralları kendilerini borçlandırdıkça, onların eylemlerine de hükmetmeye başlayıp gücü tatmaya başladılar. Ama hiçbir zaman perde önünde değillerdi. Krallar birbirleriyle kapışıp, insanlar birbirlerini öldürürken kazanan aslında hep onlardı. Sonra krallar devrildiler ve uluslar ortaya çıktı. Artık insanlar bir kral için değil, ama “vatan” adını verdikleri topraklar için savaşıyorlardı. Artık tehdit başka uluslardı. Zaten savaştan fena halde kazanan bu zümre de uluslar arasındaki farklılıkları vurguluyor ve onların birbirlerine düşmanlıklarını iyice körüklüyordu. Çok fazla da bir şey yapmalarına gerek yoktu aslında. Her ulusun kendine has zayıf noktaları vardı ve oralara atılan bir iki ufak darbe, tüm ulusu coşturmaya yetiyordu. Sonra gidip diğer taraftaki ulusa da bir çentik atıp, aradan çekilip birbirlerini yemelerini izliyorlardı. Parası biten ulusların yöneticileri de gelip bunlara avuç açıyorlardı ve bunlar verdikleri borçlarla iyice zenginleşip, güçleniyorlardı. Ayrıca silah da ürettikleri için kendilerinden alınan borç, yine kendilerinin ürettikleri silahların alınmasına yarıyor ve verdikleri para anında ceplerine geri giriyordu. Bu arada da babalar, kardeşler, ağabeyler, amcalar, dayılar, enişteler… insanlar savaş meydanlarında birbirlerini öldürüp duruyorlardı. Evde onları bekleyen anneler, eşler, bacılar, dedeler, teyzeler, halalar… acılara gark olup durdular binlerce yıldır…
Toprağını çeviren o ilk atadan beri bu mantalite hiç değişmedi özünde… Geriye ise sayısız hikaye ve acı kaldı yaşanmış. Savaş insanlığa nice şeyleri öğretti. Yaradanın planlarından biriydi elbette senaryoda ve elbetteki dünyadaki deneyimler, benim özetlemeye çalıştığıma oranla daha karmaşık… Ama binlerce yıldır tek bir gerçek var yaşanan: Bazı insanların çıkarları ve kazançları uğruna birbirimizi öldürüp duruyoruz binlerce yıldır ve fena halde acılar çektik ve çekiyoruz…
Sahnelemede temel kurallardan birisidir: Sahnede silah varsa eninde sonunda o patlar. Ve şu anda dünya sahnesinde de inanılmaz sayıda silah var ve dünyanın her yerinde patlayıp duruyorlar. İnsanlar ölüyor ve acılar çekiliyor fena halde…
Bu acıların durdurmanın tek bir yolu var: O ilk atamızla başlayan BENİM! bunların hepsi BENİM! bilincinden bir üst bilince, yani BEN’İM, bunların hepsi BEN’İM bilincine geçebilmek… Varolan herkeste ve her şeyde BEN’i görebilmek. Kafasına palayı vurmak üzere olduğunun da BEN olduğunu fark edebilmek…
Elbette ki bu tarih boyunca mümkün olamadı çünkü senaryoların yaşanması, oyunların sergilenmesi ve hikayelerin ortaya çıkması gerekiyordu. Acının ne olduğunu bilmek istedik ve fena halde de öğrendik. Kim olduğumuzu öğrenmemizin yolu, kim olmadığımızı öğrenmemizden geçiyordu. BENİMi deneyimledik… Ama artık bu sürecin sonuna geldik. Ruhlarımız yeni bilinci arıyor ve arzuluyor. Yaşanılan acıları kabullenemeyişimizin sebebi burada: Artık başka bir yol olduğunu fark ettik ve oraya yürüme zamanı. Belki bunu hepimiz yapamayacağız ilk başlarda, ama yapabilen niceleri oldu ve gittikçe daha büyük kitleler akın akın bu yeni yola doğru ilerliyor… BARIŞA EVET! yazan bu yeni yola… BEN’imi keşfetmeye doğru…
Tüm bu sahiplenme ve savaş sürecini başlatan sevgili atamız, atalarımız… Hepinizin önünde saygıyla eğiliyorum. Sizlere acılı ama aynı zamanda muhteşem hikayelerin, deneyimlerin, gelişimlerin ortaya çıktığı bu süreç için sonsuz şükranlarımı ve teşekkürlerimi sunuyorum… Eğer ben bugün bu satırları yazıp, nice güzel insanla ruhumu paylaşabiliyorsam, elbette yaşanan bu deneyimlerin sonsuz katkıları vardır. Tüm bunlar için sonsuz şükranlarımı kabul edin… Ruhunuz şad, yolunuz ışık dolu olsun…
Savaşlarda, çarpışmalarda aramızdan ayrılan sevgili atalarımız; babalarımız, dedelerimiz, ağabeylerimiz, amcalarımız, kızkardeşlerimiz, annelerimiz, erkeklerimiz, kadınlarımız… Bu muhteşem insanlık deneyiminde ve bilinç evriminde aldığınız, aldığımız roller için sonsuz şükranlarımı sunuyorum sizlere… Hepinizin önünde büyük saygıyla eğiliyorum… Yüreğimdesiniz hepiniz… Dilerim ruhlarınız şad, yolunuz ışık dolu olur.
Dünyadaki tüm bu savaşları körükleyen “karanlık” varlıklar. Sizleri de bu senaryoda “kötü adam”ı oynama cesaretinizden ötürü tebrik ediyorum. Varoluşun ve bütünün parçaları olarak elbetteki saygıyı ve teşekkürü hak ediyorsunuz, her ne kadar sizleri kabullenebilmek o kadar kolay olmasa da… Hepimizin önünde tıpkı atalarımın önünde eğildiğim gibi saygı ve şükranla eğiliyorum. Ruhunuz şad olsun… Yolunuz ışık dolu olsun demek istiyorum ama siz karanlığı seçerseniz de saygıyla kabul ediyorum yolunuzu… Seçtiğiniz yol, ruhunuzla dolu olsun…
Ve şu anda bu satırları okuyan yüreği acıyan ruhlar… Elbette ki ateş düştüğü yeri yakıyor. Canımız yanıyor, tıpkı binlerce yıldır insanlığın nicesinin yandığı gibi… Ama tünelin ucunda ışık göründü ve bizleriz bu bilinç evrimini yaratacak olan, bir başkası değil… Yüreğimize ve ruhlarımıza BEN’imi işleyerek ve elimizde BARIŞA EVET! pankartlarıyla yürüyeceğiz, gözlerimiz nemli olsa bile… Başkası gelip yapmayacak bizim yerimize bunu, biz yapacağız, bizler gerçekleştireceğiz bu evrimi…
Hiçbir sorun onun ortaya çıktığı bilinçle çözülemez… İçimizdeki bilinci evrimleştirerek, geliştirerek, büyüterek çözebiliriz bunca acıyı ve durdurabiliriz akan kanları… Dünyayı değiştiremeyiz belki, ama kendimizi değiştirebiliriz… Zaten dünya dediğimiz de bizlerin birliğidir. Biz değişince o da değişir haliyle…
Şimdi, BEN’İM ve BARIŞA EVET! zamanıdır… Ve de OL’sun…
İnsanlık tarihinde varolmuş tüm ruhlara sonsuz sevgi ve saygılarımla…