Bilimsiz Felsefe
Şimdiye kadarki yazılarımda insanın süreç boyunca yolculuğunu ele aldım ve hem biyolojik evrimini hem düşünsel evrimini elimden geldiğince anlatmaya çalıştım. Bu evrimsel süreçlerin en azından insan açısından son noktalarından biri bilimsiz felsefe diye adlandırabileceğimiz bir süreçle onu takip eden felsefesiz bilim ve felsefenin ve bilimin sonunda birleşmesi, Noetik bilim diye adlandırabileceğimiz bazı süreçlerdir. Bu konulara birer yazı halinde değinmeye çalışacağım şimdi ve sonra tekrar başa dönüp büyük patlamadan sonraki gelişmeleri anlatmaya çalışıp, organik bileşiklerin ortaya çıkmasından insan evrimine kadar olan süreci ele almaya çalışacağım.
İnsanoğlu yazının keşfinden itibaren çok kısa sürede edebiyat üretecek ve okullar açacak seviyeye geldi, bu da bize yazının keşfinin ya da medeniyetlerin kurulmasının bize anlatıldığı gibi olmadığını bu alanda da birçok başka alanda olduğu gibi gerçek tarihle öğretilen tarih arasında derin uçurumlar olduğu düşüncesini uyandırıyor. Ama bu başka bir yazının konusu olabilir elbette.
Soyut düşüncenin gelişmesi sonucu okutulan tarih içinde Sümer’de yazının bulunmasıyla beraber gerek kil tabletler ve papirüsler gerek daha sonra ortaya çıkan parşömenler dünyanın değişik bölgelerine yayılmaya ve bu da okuyan yazan sayısının artmasına ve bilginin yayılmasına neden oldu. O zamanlar düşünür denilen kişiler hem gökbilim ile uğraşıp hem matematik öğretirken hem de felsefe alanında eserler veriyorlardı. Bu düşünürler belki de dünyanın üzerinde o gün için bulunan bilginin azlığından dolayı bütün alanlarda eser verebiliyorlardı. Ayrıca bu düşünürlerin en önde gelenleri-Platon, Pisagor vb.- Mısır mabetlerinde inisiye olmuş ve yüksek rahiplik –dini anlamda değil- mertebesine geldikten sonra kendi okullarını kurarak aydınlanma bilgisini çevrelerine yaymak için dünyaya açılmış kişilerdi. İlk çağ felsefesinin temellerini atarak ilk bilimsel çalışmaları yapan- o sırada bilim var olmasa da- Aristoteles, Lucretius, Platon, Hypatia gibi düşünürler öyle ilginç eserler ürettiler ki, bazıları bugün bilimin geldiği noktaları bile o zamandan açıkladılar. Ama bu elbette bilimsel değildi, çünkü deneye dayanmıyordu. Peki o günlerde en küçük bir deneysel yaklaşıma bile sahip olmayan düşünürler, tesadüf te olamayacak olan bugünkü bilgilerimize paralel bu bilgilere nasıl ulaşabildiler? Bu sorunun yanıtına sahip değiliz, sadece çok daha eskilerden onlara bilginin bir şekilde onlara ulaştırılmış olabileceğini düşünebiliriz.
Hristiyanlığın egemenliğinden sonra Engizisyonun tüm Roma imparatorluğunu ve Avrupa’yı kaplamasıyla, değil düşünce üretmek, düşünceyi düşünmek bile suç olduğundan insanlar kendi kabuklarına çekildiler ve düşünce üretimi kapalı devre kalmaya mahkum oldu, hem de 1000 karanlık yıl boyunca. Hiç kuşkusuz bu 1000 yıllık dönem insanlığın gelişme sürecini çok gerilere götürmüştür. Çünkü dinin dogmalarına aykırı düşen bir şey düşünmek ya da bunu açıklamak imkansızdı. Bu nedenle bilimin ortaya çıkması çok gecikmiş olmalı, çünkü insanların deneysel düşünceye zaman ayırmaları imkansızdı. Ancak düşünmek, düşüncelerini açıklamamak ve tanıdıklarının seni ihbar etmesini önlediğin takdirde her zaman mümkündü ve belki de bu nedenle o dönem, felsefenin tohumlarını atıp sonraki dönemde filizlerini vereceği bir ortam yaratmış olabilir, ancak bilim aynı fırsatı bulamadığından bu döneme ve bilimin ortaya çıkışına kadarki döneme bilimsiz felsefe demek doğru olur gibi geliyor bana.
Konumuz bu yıllara, nedenlerine ve ötesine değinmek değil, o yüzden geçiyorum ve Rönesans’a geliyorum. Rönesans elbette birçok etken yüzünden başladı, ama yasak olan sanatın gelişmesi ve düşünürlerin düşüncelerini korkmadan açıklamaya başlaması kilisenin yönetim erklerini elinden bırakıp kendi dini alanına çekilmesiyle hızla yayıldı. Bunda Geordiano Bruno’nun, Galileo’nun, Kepler’in, Francis Bacon’ın, hiç kuşkusuz 8. Henry’nin, Müslüman dünyadan Hallac-ı Mansur ve İbn- Rüşt’ün de katkıları büyüktür. Ama ortaçağ filozofları, kıta Avrupa’sında Kant, Spinoza, Descartes ve sonrasında Hegel, İngiltere’de Hume, Locke dünya düşünce tarihine büyük katkılarda bulundular. Her şeyden önce Antik Yunan ve hatta onun da öncesinde başlamış olan Rasyonalizm ve sonrasında Rönesans’ta Ampirizm akımları Avrupa’yı sardı. Ve 1600’lü yıllara gelindiğinde artık dünya aydınlanma devriminin eşiğine gelmişti. Ancak bilim elbette yoktu. Bu alanda özellikle İngiltere’de gelişen Ampirizm akımı deneysiz akılcılığın olmayacağını söylese de henüz bilimsel anlamda bir çalışma mümkün değildi. Bu dönemde belki Newton’a ya da Royal Society’nin kuruluşuna kadar bilimsel bir çalışmadan ya da yapılan gözlemlerin bilimsel olduğunu söylemekten uzağız.
Düşünürler gerek gök gözlemlerini gerek dünya üzerindeki gözlemleri belki geçmişten gelip kendilerine iletilen bilgilere- inisiyasyonlar yoluyla- ya da kendi inançlarına ve inançlarını yenebildikleri ölçüde de kendi akıllarına dayandırıyorlardı. Çok ilginçtir ki, bu gözlemler kimi zaman bugünkü deneye ve gözleme dayanan bilimsel bilgilerimizle örtüşmektedir. Ancak dönemin özelliği gereği örneğin Kant, bütün düşüncelerini yaşadığı köyde ortaya koymuştur ve bunlar insanlık için gerçekten çok ilerici yorumlar olabilmektedir.
Bu düşünürler insanı, onun düşünce dünyasını, olması gereken ahlakı, insanın doğruya ulaşmak için yapması gerekenleri son derece detaylı bir biçimde çözmüşlerdir. İnsan var olduğundan beri ilk kez kendi varlığının nedenini bin yıllık bir aradan sonra araştırmaya başlamıştır ve bu düşünce silsilesi dinlerin ortaya koymaya çalıştığı inançlardan çok farklı bir süreçte kendini geliştirmiş ve insanın var oluş nedenine çok daha geniş bir açıdan yaklaşmaya çalışmıştır. Bilim nasılı bulmaya çalışmakta iken felsefe nedenle ilgilenmiştir. Neden var olduk, neden buradayız, neden başka yerde değiliz. Bu evren neden var? Biz neden bu evrende var olduk? Felsefe insanlık düşünsel açıdan gittikçe gelişirken varlığın ve yokluğun ya da hiçliğin ve ötesinde ölümün ve yaşamın nedenlerini araştırmaya kendini adamış ve yüzlerce filozof kendi bakış açılarından neden sorusunun yanıtını ararken elbette çok çeşitli çözümler üretmiş ve bu çözümler yeni sorulara- Sokrates’in diyalogları gibi- yeni soruların yanıtları da yeni sorulara neden olmuştur. Ancak bu düşünce deneyimi bilimsizdir. Bilimin nasılı araştırmasından ve gözlem ile deneyinden yoksundur. Uzun zaman felsefe ve bilim yan yana gelmemiş, gelememiştir. Bilimsel bakış açısını sonraki yazımızda ele alacağız ancak, felsefik bakış açısı da ondan tamamen farksız olarak bilimi dışlamış ve belki de nasıl oluştuk sorusunun bilimsel yanıtını hiç merak etmemiştir. Kimi filozoflar bu konuya teolojik bir bakış açısından ve tanrısal inançlar çerçevesinden ve 1000 yıllık bir Hristiyan baskısı sonucunda oluşmuş inançlar içinden bakarken, özellikle 8. Henry’nin İngiltere’sinin Katolik kilisesini ortadan kaldırıp Anglikan kilisesini yerine geçirmesiyle ortaya çıkan özgürlük alanında yaşayan filozoflar hem deneysel düşünceyi öne çıkarmış hem de kimisi tamamen materyalist bir bakış açısından insanın varoluşu ve yaşam felsefesini değerlendirmeye çalışmışlardır.
İnsanın dünya üzerinde edindiği bütünsel bilgi felsefe anlamına gelir. Hegel’e göre felsefe, olaylar olduktan sonra onlar hakkında yorum yapar, ama Marks’a göre felsefe yaşama yön verir, yaşam kılavuzudur. Felsefe ile bütünün bilgisine ulaşmaya çalışırız, ancak dünya üzerinde bilimin var olamadığı çağlarda düşünürler bilime dayanmayan bir felsefe üretmek zorundaydılar elbette. Bilimin dünyayı sarmasıyla birlikte bu konum değişmiş, bu sefer bilim ve felsefe birbirini reddetmeye ve birbiri olmadan kendi doğrusunun peşinden gitmeye çalışmıştır ki, hem o hem de öbürü bana göre yanlıştır.
Ancak bu yazının konusunu oluşturan bilimsiz felsefe deyiminden de anlaşılacağı üzere her şeye pozitif bilimin gözüyle bakmakta yarar olsa da, tamamen katı bilimle olaylara yaklaşmak da yeni bir eksikliğe yol açmaktadır. O nedenle bilimsel felsefe sanırım doğru yönde atılmış bir adım olacaktır. Ama bilimin gelişimiyle dünya üzerindeki olaylara bakışı bir sonraki yazımızda ele alacağız.