Bir Zamanlar İnternet Yoktu!
Efsaneler sis bulutu gibi ortama egzotik bir hava veriyordu. Bilgi ise güneşli, açık bir hava hissi yaratıyor. Sis çok yavaş ilerlememize neden oluyordu, şimdi açık havada koşabiliyoruz. Ama tıpkı bir Amok Koşucusu gibi. Çıldırmaya doğru.
Uçak bileti almak, otel rezervasyonu yapmak için seyahat acentesine gitmek gerekiyordu. Elektrik, su, kredi kartı ödemeleri, para havalesi ancak banka şubesinden yapılabilirdi. TV izlemek için bir televizyona, radyo dinlemek için bir radyo cihazına gereksinim vardı. Talih oyunlarını ancak mobil ya da sabit bayilerinden birisi üzerinden oynayabilirdik. İletişim kurmak için mektup yazmak, evdeki ya da sokaklardaki sabit telefon kulübelerindeki telefonları kullanmak gerekiyordu.
Bu ve benzeri şeyleri bir çırpıda söyleyince ya da yazınca internet öncesi çağın yaşamını, o yıllara yetişememiş olan kuşaklara tam olarak anlatmış olamıyoruz. Sanki biraz daha detaya girmek gerekiyor.
Pink Floyd müzik grubu ile 1981 yılında tanıştım. Elimdeki tek kaynak plaktan kayıt edilmiş 90lık bir teyp kasedi idi ve üstünde sadece “Pink Floyd, The Wall” yazıyordu. 1984 yılında Türkiye’de bu grup ile ilgili bir (benim bildiğim ilk) kitap yayınlandı. Kitabın (en azından ilk baskısının) kapağında, grubu oluşturan dört müzisyenin vesikalık formatında t-shirtlü fotoğrafları vardı (daha sonra bu fotoğrafların başka bir albümlerinin kapağı olduğunu öğrenecektim). Grup üyelerinin isimlerini biliyordum ama yüzleri hakkında hiçbir bilgim yoktu. Aylarca kitabın kapağındaki o siyah beyaz fotoğraflardaki gençlerden hangisinin Roger, hangisinin David, Rick ve Nick olduğunu tahmin etmeye çalıştım. Merakımı ancak o yılın yaz aylarında Londra’dan alacağım bir başka kitap giderecekti.
Pink Floyd’u tanıdığım dönemde bir müzik grubuyla daha tanışmıştım. Genesis. “The Lamb Lies Down on Broadway” albümleriyle. O yıllarda bir müzik albümündeki parçaların şarkı sözlerini edinmek ciddi bir sorun idi. Çünkü bu albümler Türkiye’de plak ya da kaset olarak basılmıyordu (CD daha yoktu). Albümler plaktan boş kasede kopyalama (“doldurma”) işlemi yapan plakçılardan edinilirdi ve ancak bir tanışıklığınız varsa plakçılar albümlerin içinde yer alan şarkı sözlerinin bir fotokopisini çekmenize izin verirlerdi (nedense bu hizmeti kendileri vermeyi akıl etmezlerdi).
Genesis’in şarkı sözlerini edinmem için 1985 yılının Haziran ayında Ölü Deniz’de tanıştığım bir İngiliz turisti (Genesis hayranıydı ve tüm plaklarına sahipti) aylarca mektupla taciz etmem gerekti. Aynı yılın Kasım ayında bana (plak içlerindeki yer alan) tüm şarkı sözlerinin fotokopisini büyükçe bir zarfın içinde göndermek zorunda kaldı.
Şimdi bir şarkının sözlerinin Google’da bir arama yapma uzaklığında olduğunu her idrak edişimde bu İngiliz dostumu anımsıyorum. Sanırım tüm bir Cumartesi öğleden sonrasını bu iş için harcamak zorunda kalmıştır.
Objektif bilginin olmadığı yerde efsanelerin ortaya çıkması kaçınılmaz gibi. Efsaneler sis bulutu gibi ortama egzotik bir hava veriyor. Bilgi ise güneşli, açık bir hava hissi yaratıyor. Hava sisli ise ona ekstradan birşeyler katmak mümkün oluyor. Efsaneler gelişiyor. Güneşli açık hava ise ortamın netliğini kimsenin bozmasına izin vermiyor.
Dijital ortamda bir şarkı sözünün peşinde koşarken başına yukarıdaki gibi bir ilginç hikaye gelmiş kaç dijital yerli vardır? Yoksa “ilginç”liğin tanımını değiştirmemiz mi gerekecek? Sis çok yavaş ilerlememize neden oluyordu, şimdi açık havada koşabiliyoruz. Ama tıpkı bir Amok Koşucusu gibi. Çıldırmaya doğru !