Bohçacı Zümrüt
Sıcak bir yaz günüydü. Böyle havalarda herkes kendini deniz kıyılarına atar, bizse oturduğumuz yerde kalırız. Kapı çalındı, açtım, karşımda bohçacı Zümrüt… Bir elinde en az on kiloluk bir torbayla, oflaya poflaya ayakta durmaya çalışıyordu. Yüzünden ter damlaları süzülüyordu. Onu yirmi yıldır tanıyordum. Yaz-kış, yağmur-kar, soğuk-sıcak dinlemez, hep böyle ellerinde bazen bir, bazen de iki torbayla kapı kapı dolaşırdı. Yaşı atmışın üzerindeydi. Yorgundu da… Birkaç aydır da topallıyordu. Ama ellerindeki yüklerle bir o yana bir bu yana koşturup duruyordu.
Onu içeri aldım.
“Zümrüt, sana bir çay vereyim,” dedim.
“Allah sizden razı olsun Hıfzı Abi,” dedi. “Kalmadı artık sizin gibiler.”
Bir koltuğa yerleşip biraz soluklandıktan sonra
“Zümrüt,” dedim. “Bunca yıldır kapı kapı dolaşmaktan yorulmadın mı?”
“Ah, ah Hıfzı Abi, çalışmayıp da ne yapacağım. Beş para gelirim mi var? Ev kirasını bile güçlükle ödüyorum. Vaktiyle bir gecekondu oturtamadık ki… Elalem kaçak maçak dinlemedi, boş arsalara, yangın yerlerine, yamaçlara, çöplüklere bir şeyler dikti. Rahmetli kocam yasaklardan çok korkardı. Bir karış bir yere bile bir duvar çekmek istemedi. Ahh o kafa!”
“Peki Zümrüt, babandan, anandan da bir yer kalmadı mı?”
“Ne diyorum Hıfzı Abi. Biz beş kardeştik, okula yalın ayak gidiyordum. Ben bir kız kardeşimle aynı ayakkabıyı giyiyordum. Kötü havalarda ablam sokağa çıktı mı ben onun dönüşünü bekliyordum. Sırtımızda yırtık pırtık, rengi uçmuş birer entari, yani üste yok başta yok. Öyle dolaşıyorduk.
Bak abi dahası da var. İlkokula giderken iki kardeş bir tek kalemi, bir tek defteri, bir tek kitabı, bir tek okul çantasını paylaşıyorduk. Bereket sınıfta öyle zengin çocukları yoktu. Çoğunun durumu bizimki gibiydi. İlkokulu bitiremeden yoksulluk yüzünden eve kapandım. Ev işlerini bana yüklediler. Yani çocukluğumu hiç yaşamadım.”
“Baban ne iş yapardı?”
“Biz Üsküp’ten gelmişiz. Baban Arnavut kökenliymiş. Dedem Osmanlı ordusunda askermiş, şehit olmuş.
“Balkan Savaşında mı?”
“Amaaan Hıfzı Abi ben ne bileyim hangi savaşta. Babam ne dediyse aklımda o kaldı. Bizimkiler Harbı Umumi’de İstanbul’a göç etmişler. Babam Eskişehirli bir kızla evlenmiş, biz doğmuşuz. Babam soylu ve onurlu bir adamdı. Kimsenin kötülüğünü istemezdi. Yollarda işçi olarak çalıştı. Haram para yemedi. Erken öldü fukara…”
“Ya kocan?”
“Beni 17 yaşında kocaya verdiler. Ailemin bizlere bakacak hali mi vardı? O zaman yoksul aileler genç kızları bir an önce evden gitsinler diye hemen kocaya veriyorlardı. Kocam da işçiydi. Üç çocuk doğurdum. En büyüğü bugün 45 yaşında. Kaç para alıyor biliyor musun? Bin lira! Bunun 850’sini kiraya veriyor. Elinde kalıyor 150 lira. Bununla nasıl geçinilir? Eşimi de dört yıl önce kaybettim. Tek başıma kaldım bu dünyada.”
“Bohçacılığa ne zaman başladın?”
“Allah seni inandırsın Hıfzı Abi, tam 36 yıldır bu işi yapıyorum. Bir toptancı bana güvendi, elime kadın giysileri verdi. Allah razı olsun onları satıyorum. Eskiden gençtim. Kollarıma onar kiloluk torbaları alıp dolaşıyordum. Şimdi öylemi ya, torbalar ağırlaştı. Müşteriler de azaldı. Şu sizin Gazeteciler Mahallesinde kala kala dört müşterim kaldı. Herkes artık alışverişisini AVM’lerden yapıyor ya da pazarlardan alıyor. Bize iş kalmadı. Ama bereket beni sevenler bana yardım olsun diye bir şeyler alıyorlar.
Hıfzı Abi sana bir şey daha söyleyeyim mi? Televizyonlar da içimi karartıyor. Şimdi bir de yemek programı tutturdular. Kim yapacak o yemekleri? Geçen gün torunum öyle bir program seyretmiş, bana geldi ‘Annane bak herkes ne güzel şeyler yiyor, sen neden bize bunlardan yapmıyorsun?’ diye tutturmaz mı? Gel de çıldırma.”
“Zümrüt, senin sağlığın da hiç yerinde değil.”
“Hiç sorma Hıfzı Abi, bacağımda menisküs var diye ameliyat ettiler, büsbütün kötü oldum. Şimdi bir ameliyat daha lazımmış. Üç ay yatacakmışım. Nasıl yatarım? Kim bakar bana? Ameliyat da dünyanın parası…”
Biz Zümrüt’le tatlı tatlı sohbet ederken eşim geldi. Zümrüt hemen elindeki bohçayı açarak,
“Bak melek kızım” dedi. “Sana pijamalar getirdim. Alman şart değil. Bunlar ihracat fazlası. Sana yine eski fiyattan vereceğim. Pijamam var deme, koy bir yere, dursun. Sırası gelince kullanırsın ya da birine hediye edersin. Önümüz bayram. Sana göre entarilerim de var. Herkese otuzdan veriyorum, sana yirmi… Renk renk dantelli bluzlarım da var.”
“Zümrütcüğüm, ben ne yapacağım bu kadar giysiyi?”
“Aaa öyle söyleme kızım. Sen al, paran olduğu zaman ödersin.”
İşte böyle… Zümrüt’ten hiç bıkmıyoruz. Bohçacıların nesli tükendi, ama kaldı mı eski bohçacılar? Bir zamanlar sokaktan geçen dantelacılar, hallaçlar, dikiş makinesi tamircileri, eski elbise alan Yahudiler, çıracılar, tenekeciler, musluk tamircileri, simitçiler, turşucular, bozacılar, yoğurtçular, sütçüler, karpuzcular, at arabalı zerzevatçılar… Hepsi tarihe karıştı. Zümrüt, o gezici satıcıların son örneklerinden biri… Bana çok nostaljik geliyor.
Son elveda…