Çünkü öyle!
Neden savaşıyoruz…?
Çünkü öyle…!
Ne öyle…?
İşte öyle…!
Bir bakalım, neymiş “öyle”.
Latinler ‘terra’ demişler toprağa.
‘Yeryüzü’, ‘arz’ da terra.
“Medi – terra” dedin mi, toprakların, karaların, Dünya’nın ortası.
Malum, Roma kendini Dünya’nın merkezinde saydığından, bulunduğu coğrafyaya da mediterra (mediterraneus) demiş.
Halbuki, neresi Dünya’nın merkezi…?
Çorum…!
Ama bunu Romalılar bilmiyorlar.
‘Terra’ toprak ise, ‘territory’ alan / bölge demek.
Terror ne o zaman…?
Terrorem – terror – terreur – terrere …
Latince’de korku veya panik anlamına geliyor terror.
Ne korkusu?
Temel olarak kişinin topraklarına / sahip olduğu alana (territory) yönelik kaybetme korkusu.
Bu alan (toprak) meselesi biraz da metaforik bir tanım.
Doğru, işin içinde fiziki bir alan var ama, bunun ötesinde, zihinsel bir alan da var.
Yani, demem o ki, territory önce zihinde başlıyor.
Senin, kendini tanımlayarak var ettiğin anlam dünyasında.
Önce o anlam dünyasını ve sonra da onun tezahürü olan somut karşılığı
kaybetmek istemiyoruz.
O anlam dünyasının içinde, o tanımlarla birlikte varız.
Ne kadar önemli…!
Bu alanı da paylaşmak değil, sahip olmak istiyoruz.
İnsanları, toprakları, kaynakları… bu tanıma göre bölüyor ve sınırlara göre, “benim” “senin” diye ayırıp, bir sahiplenme arzusu – kaybetme korkusu üzerinden gerilim oluşturuyoruz.
Bu bölme işi, yukarıda söylediğim gibi, anlam dünyamızın tanımını yaparken korku temelinde başlıyor.
Dostu – düşmanı.
Bizden olanı – ötekini hemen sınıflandırıp ayırıyoruz.
Neye göre…?
O territory dediğimiz, anlam dünyamıza göre.
Temelinde de korku – panik (yani terrör) var.
İhtiyaca binaen tanımladığımız ötekinin varlığı üzerinden de kendimizi tanımlıyoruz.
Ne garip, oysa onu o konumda tanımlayan da biz değil miydik…?
Mesleklerimiz de biraz böyle değil mi?
Çoğumuz, aslında sorun olarak tanımladığımız olguların varlığı üzerinden kendi varoluş hikayemizi anlamlı kılıyoruz.
Örneğin, hasta olmasa hekim kim ki…?
Suç olmasa, hukukçu kim…?
Açlık olmasa fırıncı, çiftçi kim…?
Ayrımcılık olmasa hak savunucusu kim…?
Canı sıkılan, dertlenen olmasa palyaço kim…?
Ezilen olmasa, ezen kim…?
Başarısızlık olmasa, başarılı kim…?
İkinci olmasa, birinci kim…?
…
İnsanın tarihinde, terra – terror ve territory genel varoluşsal korku iklimini tanımlar.
Bitmeyen “tanımlanma – var olduğuna ikna olma” arzusunun özünde bir “öteki” davası yatar.
Yani, kan davası.
Paylaşılamayan territory davası.
İnsana Orta Doğu’nun dillerinde Adam denmiş.
Adem de…
İbrani dilinde (ad-aw-mah) ‘kırmızı toprak’, ‘yer’ gibi anlamlara geliyor.
Kan kokusu aldın mı…?
Evet, aynı zamanda kan ve kırmızı anlamlarına da geliyor.
Bizdeki dem’in kan olması da buradan mı acaba?
‘Çek usta bir demli çay?’
Başka?
Hum, humus=yer, toprak demek Latincede.
(humuslu toprak denir, hani o üstteki verimli organik toprağa)
Homo/humanus/human latincede insan.
Kan nerde kan?
Hema/hemo/aima da kan.
Hemo philia kan sever mi oluyor bu durumda?
Veya kanama düşkünü?
Var bir düşkünlük halimiz, ona şüphe yok.
Kaybetme korkusu olmasa, savaş da olmayacak ama;
zafer ve kazanmanın adını da mutluluk koymuşuz.
İntikam – kan peşinde koşmanın sebebi de mutluluk değil mi?
Ötekinden ne kadar kan dökülürse, o kadar huzur ve sevinç dolacağız.
Tümüyle biterse, acayip mutlu olacağız…?
Değil işte, tam tersi.
Tümden biterse, biz de olmayacağız.
Ne çıkmaz bir denklem bu böyle…!