Oyunla Özgürleşen Dünyalarımız
Tanıdığım neredeyse herkes bir ya da bir kaç dizi izliyor. Peki yerli dizi izlemekle yabancı dizi izlemek deneyimleri arasında bir fark var mı? Dahası bunun kapitalizmin yarattığı korku dolu ve mutsuz dünyadan kurtulmakla ilgisi var mı? Bu tür eylemler bize aslında ne demek istiyor? Bu yazıda biraz bunlardan söz etmek istiyorum. Ama önce bir anı:
Bundan on yıl kadar önce Amerika’da, Indiana’da bir konferanstaydım. Küçük bir odada benim o sıralar daha yoğun bir şekilde çalıştığım müzik tüketimi üzerine bir konuşma yapılıyordu. Yanıma bir hanım geldi oturdu. Daha önce fotoğraflarını gördüğüm için tanımıştım. Çalıştığım alandaki en önemli makalelerden bir tanesini seksenlerin başında yazmış, bizlere tüketim davranışını anlamada oyunun, fantezilerin ve duyguların ne kadar önemli olduğunu göstermişti. Onun bu tür bir konuşmaya gelmesi bile konuşmacıyı gururlandıracak bir durumdu. Gelin görün ki, konuşmacı da benim gibi Led Zeppelin hayranıydı, sunumunda da grubun solisti Robert Plant’in bir resmini gösteriyordu. Ben de onayladım ve iç geçirdim! Tüm öğrenciliğim boyunca platonik bir aşk yaşamıştım Robert Plant’le.
Benim Led Zeppelin hayranı olduğumu anlayan yanımdaki meslektaşım, bana bakıp biraz ciddi bir sesle “Rolling Stones, Led Zeppelin’den daha iyidir,” dedi, öyle ki ben şaka yapıyor sandım. Yine esprili bir şekilde “Canlılar ikiye ayrılır, Stonescular, Zeppelinciler. Ben ikincisindenim,” gibisinden zekice olduğuna inandığım bir şey bir yanıt verdim. Yanıt daha da ciddi, hatta biraz da sert geldi: “Stones’un bir numara olduğu bilmemek sadece büyük bir densizliktir.” Sessizlik…
Karşımdaki gibi bilgili, üstelik benim aksime, bu müzik gruplarının ortaya çıktığı zaman olan yetmişleri iyi bilen bir akademisyenin, müzik zevki gibi bir konuyu bu denli ciddiye aldığına inanamıyordum. Bana sadece gülümsemek ve sunumun geri kalanını dinlemek düştü. Oyun ve fantezi deneyimi üzerine müthiş çalışmalar yapmış bu kişi, benimle oyun oynamamış, bilakis haddimi bildirmişti. Bu konu üzerinde sonradan çok düşündüm.
Sonradan çalışmalarımın bir kısmı oyun deneyimi, piyasadan özgürleşme ve hayran kültürleri üzerine oldu. Hangi deneyimler bizi oyunbaz yapar, hangi deneyimler fantezi kurdurtur, nelere hayranlık duyarız ve bunlar bizi tüketici toplumun içinde nasıl özgürleştirir vs. vs. Gündelik yaşamlarımızın tekdüzeliği ve bunu yenmek için “boş zamanlarımızda” (1) çabalamalarımız dünyaya bakışımın da önemli bir unsuru oldu. Kim, ne yapıyordu bu sıkıcı dünyadan kurtulmak için, özgürleşmek için? Kurtulamayanlar çareyi nerelerde arıyorlardı? Dünyayı anlayabilmek için mutlaka bunların yanıtına ihtiyacım vardı.
Geçende arkadaşlarımla kimin hangi diziyi izlediğini konuşuyorduk. İngilizce-bilir, eğitimli bir gruptaysanız Türkiye’de, konuşma konunuz pek yerli dizi olmaz. Bu hatta neredeyse sadece Amerika’da olur. Amerikan rüyasının cisim bulmuş halidir bu dizi izleyiciliği: Orada dizilerin önünde herkes eşittir.
Arkadaşlarıma yabancı dizilerle, çoğumuzun annesinin izlediği yerli dizileri izlemenin farkının ne olduğunu sordum. Yerli dizilerle yabancı diziler aynı olamazdı onlara göre, kalite farkı vardı yarattıkları duygular açısından. Biraz daha sıkıştırdım onları, her zevke göre dizi vardır, alışkanlıksa, sadık bir izleyici olmaksa aynı şey değil midir diyerek. Farklı dediler ancak hep kendi eğitim ve beğeni düzeylerine odaklandılar. Ülkemizde eskiden “Ben Türk filmi izlemem” denirdi. Zengin erkek, fakir kız ya da tam tersi senaryoların tekrar tekrar pişirilip önümüze getirildiği zamanlardı o zamanlar. Entelektüellerin önce küçümsediği, sonradan da nostaljisine sahip çıktığı, kültürel tarihimizin ilginç olaylarındandır eski “Türk filmleri”. Türk filmi ve Türk kahvesi tanımları zaten en baştan beri beni gülümseten bir yabancılaşmayı da içlerinde barındırır, sanki Türkiye’de değil başka bir ülkedeymişiz gibi… Neyse ki dizilerimize Türk dizisi değil, yerli diyoruz. Bu da bana kalırsa bir aşama.
Benim de bir dizim var: Tahtların Oyunu (2) adlı Amerikan dizisinin sadık bir izleyicisiyim dört-beş yıldır. ‘Tahtların Oyunu’nundan kısaca söz etmem gerekirse, önce konusunun karmaşıklığı yüzünden Amerikan HBO kanalının reddetmesine ramak kalmış bir projeydi. Dizide bilinmez bir zamanda, hani tarih öncesi ya da sonrası değil, hangi dünya belli hiç değil, bir tarafta insanlar, bir tarafta devler ve ejderhalar, diğer bir tarafta da Akgezerler adı verilen oldukça ürkütücü varlıkların olduğu bir fantezi dünyası anlatılıyor. Her ne kadar yazarı Amerikalı olsa da, ta Alis Harikalar Diyarı ve Yüzüklerin Efendisi gibi çocukluğumuzdan beri bizleri sarmalayan, İngiliz edebiyatının fantezi dünyası yaratma geleneğinin her numarasını bir bir görüyoruz dizide. Eskiden filmlerin tanıtıldığı gibi: “Aşk, macera, seks, kan, ihanet” hepsi orada.
Dizide o kadar çok kahraman var ki, her birinin bir arpa boyu yol kat edebilmesi, yani ona sıra gelebilmesi için, en az üç-dört bölüm geçmesi gerekiyor. Bizlerin beklemekten saçları ağarırken, Brezilya dizilerinden beter bir akışla, dizide neredeyse hiç bir şey olmuyor. Bazense en beklenmedik olaylar oluyor: “En kahraman” olarak gördüğünüz biri öldürülebiliyor ve siz birden bire alışkanlıktan yeni kahraman arayışına girmek zorunda kalıyorsunuz. Bir bakıyorsunuz ki, daha önce hiç adamdan saymadığınız oyuncuları kahraman olarak benimsemişsiniz bile. Hatta geçen sezon ölen bir kahramanımız bu sezon diriltildi. Ne olacak diye merak etmekten, bazen kızacak haliniz bile kalmıyor.
Dahası öğrenmeniz gereken o kadar çok akrabalık, aşk ilişkisi, düşmanlıklar ve yazarın oluşturduğu bir dil var ki, sizi ders çalışır gibi bazen önceki bölümlere de dönmeye zorluyor. 6. Sezon başlamadan önce, diğer beş sezonu ki, yaklaşık elli-altmış dizi eder, ortalama bir saatten siz hesap edin ayrılan süreyi, izleyen çok kişi tanıyorum. Yanlış anlaşılma olmasın, benim de zamanım olursa, ben de izlemek istiyorum. Tüm bu bağlantıların ve detayların tek bir beyinden çıktığını düşününce, diğer izleyiciler gibi ben de büyüleniyorum. Unuttuğum detaylarla olayları birbiriyle ilişkilendirdiğimde, yazarın oyunları karşısında daha da bağlanıyorum diziye. Dizinin heyecanına dayanamayıp, 5000 sayfalık eseri okuyanları da biliyorum. George R.R. Martin de her biri 1000 sayfa olan beş ciltlik eseri yazdığında, bunun bütün dünyada infial yaratan bir dizi olacağını bilmiyordu. Her dizi, Türkiye’de daha ilk bir-iki gün içerisinde yüz binin üstünde izleyici tarafından indirilip, izleniyor. Sonrasında bu rakam daha da artıyor. Yaklaşık 19 milyon kişilik bir Facebook hayran sayfası olan bir dizi bu.
İşte bu dizi yayınladığı zaman ki, bu senede ortalama on hafta sadece, Amerika’da Pazar, Atlantik’in diğer tarafında olan bizleri Pazartesi, ekran başına kilitliyor. Aynı şaman ritüellerinde olduğu gibi kabile üyeleri olarak törene çağrılıyoruz. Asla gitmemezlik etmiyor, hatta gecikirsek, bunu meşrulaştırmaya çalışıyoruz, “Nasıl gecikirsin?”, “Nasıl izlememiş olabilirsin ki?” diye soran arkadaşlarımıza. Sadık izleyicisi olarak ben de yeni bölümü heyecanla bekliyor, izliyorum, hatta her Pazartesi izledikten sonra arkadaşlarımla gerek internet üzerinden, bazen telefon açarak hararetli bir şekilde değerlendirmesini yapıyorum. Facebook’un yaratıcısı ve sahibi Mark Zuckerberg’in evinde “Tahtların Oyunu” temalı mangal partileri verdiği dünyada, ben Facebook’taki grubumda bir-kaç kelam etmişim, çok mu? Aynı dünyada, milyonlarca kişi, her dizi bitince olan biteni konuşuyor, oyuncakları üretiliyor, hayran videoları, filmleri çekiliyor, masa oyunları, bilgisayar oyunları oynanıyor. Geçtiğimiz yıl dizinin‘kaybettiğimiz’ bir kahramanı için Facebook’ta “Kırkını” bile yaptık.
Tüm bunlar mantık dışı gibi geliyor, değil mi? Peki tekrar sorumuza dönelim: Bizlerin ekranın başından kalkmayıp, yerli dizi izleyenlerden ne farkımız var? Fantezi kurmak herkesin hakkı iken, yerli dizilerin basit kurgusu, sıklıkla vasatın altındaki oyunculuğu ve tüm yapıma ayrılan bütçenin azlığı ile ortaya çıkarılan heyecansız hikayelerini mi eleştiriyoruz? Elma ile armudu mu topluyoruz?
Bunun yanıtı aslında bütün kültürel araştırmaların temelinde yatan “anlam yaratmak” ve sonra da “kültür yaratmak”la ilgili. Dizi izleyicileri arasında anket yaparak bu sorunun yanıtını veremezsiniz. Popüler bir yerli dizi ile popüler bir yabancı dizi izleyicilerinin yaş, cinsiyet, eğitim durumlarını, hatta boş zamanlarını nasıl geçirdiklerini, en çok sevdikleri filmleri, yemekleri bin bir çeşit bilgiyi öğrenebilirsiniz. Aynı araştırmada, verileri birbirleri ile karşılaştırıp, yabancı dizi izleyicisi daha eğitimliymiş gibisinden ahkam bile kesebilirsiniz. Ancak bu sorunun yanıtını bulamazsınız: Aynı derecede sadık popüler yerli dizi izleyicisi ile popüler yabancı dizi izleyicisinin, bu iki farklı dizi izleme deneyiminin farkı nedir? Bunun için etnografik yöntemler kullanmak zorundayız.
Prodüksiyonlara yapılan yatırım, hikayelerin orijinalliği, oyunculuk… Tüm bunlar aslında Türkiye’deki henüz emekleme aşamasında olan bir kültür piyasasını bize gösteriyor. Yaratım için ayrılan bütçe ve zaman hala çok küçük. Bu aynı bizim küresel marka çıkarmadaki sorunumuz gibi bir durum. Ayrılan bütçenin azlığına, üretilen bir kültür olmaması da eşlik ediyor. Bir marka demek, hikayeler, ritüeller ve anlamlarla yaratılan kültür demektir. Ezel dizisinde anımsayın, Ramiz Dayı’nın “Yeğen” ile biten küçük söylevleri nasıl dilden dile dolaşmıştı. O dilden dile dolaşma haline ve izleyicilerin bunu kullanırken deneyimledikleri duygulara, fantezilere, kendi aralarında oynadıkları oyunlara işte biz kültür yaratmak diyoruz. Bunları dinledikçe ve dahası kendi aramızda kullandıkça, dışarıdan, diziyi izlemeyen birinin anlayamayacağı, bir dil de oluşturuyoruz. Bu dil, yani hayranların oluşturduğu dil, piyasanın sıklıkla, aynı diziyi çekmek istemeyen dünyanın en büyük dizi üreticilerinden HBO kanalı gibi, öngöremediği bir dildir: Bu hayranların yarattığı bir kültürdür. Kapitalizmin şifresini çözmek istediği en önemli büyü de budur.
Sözün en başına dönecek olursak, büyük hayran kitlesine sahip olan yabancı dizilerde izleyici ile dizi arasındaki kurulan oyun vardır. Bu oyunun kuralları da en çok bizler, yani sıradan dizi izleyicileri, tarafından yazılır. Bizi kimse o dizileri izlemek için zorlamıyor, değil mi? Zorlamanın ve sıradanlığın olduğu yerde oyun oynama duygusu yavaş yavaş azalır.
Bu yüzden izleyicinin/tüketicinin kurban rolünde olduğu kapitalizm anlayışını yavaş yavaş tarihin raflarına kaldırmanın zamanıdır.
Oyun oynayarak, hayaller, fanteziler kurarak ve bu sayede kendi dünyalarımızı “yaratarak” kültür üretimine ortak olduğumuz zamanlar, özgürleştiğimiz toplumsal alanları oluşturmaktadır.
Kapitalizmin alt edemeyeceği umut alanı da budur zaten.
(1) Boş zaman konusu üzerinde daha önce şu yazıyı yazmıştım: https://tacliyazicioglu.com/2016/02/26/tuketiyorsak-variz/
(2) Türkçeye Taht Oyunları diye çevrildi. Hikayenin aslı yedi krallığın birbirleri ile savaşması ile ilgili olduğu için, ben doğrusunu kullanacağım.