Dostoyevski
19. yüzyılın başlarında tahta oturan imparator I. Pavel, Fransız Devrimi benzeri bir ayaklanmanın kendi ülkesinde gerçekleşme ihtimalinden korktuğundan çevresinde etten bir duvar örmüş ve kendine sadık askeri ile ailesi dışında kimseyle yakın temas kurmamıştı. Annesinin yerine geçtikten sonra reformist oluşumları durdurup tam bir otokratik düzen kurmaya çalışan I. Pavel, Rusya’yı tam anlamıyla yalnızlığa itmişti. Baskıcı tutumu ve rahatsız edici yaklaşımları sarayda huzursuzluğa yol açınca oğlu I. Aleksandr’ın da onayıyla düzenlenen bir saray darbesiyle I. Pavel öldürüldü ve yerine geçen ALeksandr, ilk iş olarak yeniden reformist bir tablo çizmeye çalıştı. Ancak 1805’te Napolyon Bonapart’ın Avrupa’daki savaşı yeniden başlatması ve 1812’de direkt Rusya’ya saldırması ile ortalık tam anlamıyla karışacaktı.
İşte bu karışık ortamda ve savaş döneminde yaralanan askerlerin yaralarını saran askeri bir cerrah, daha sonra Dünya Edebiyatı’ndaki eşsiz yerini tarihe yazacak olan Dostoyevski’nin babasıydı. Savaş yıllarında büyük mesleki başarı sağlayan bu doktorun, evde uygulayacağı despot tutum yüzünden, kendinden hayatı boyunca nefret eden bir Edebiyat Dâhisi yetiştireceğini kim bilebilirdi ki?
1821 sonbaharında Moskova’da yoksullar hastanesinde dünyaya gelen Dostoyevski, büyük bir drahomayla gelen anneye rağmen sıkıntılı bir çocukluk geçirmişti. Altı çocuklu bir ailenin ikinci çocuğu olan Fyodor Mihayloviç Dostoyevski, alkolik ve şiddet yanlısı bir baba ve sürekli hasta olan bir anne ile yaşadığı evde maddi manevi açmazlar içindeydi. Evin bütün öncelikleri babanın arzuları doğrultusunda şekilleniyor ve bu da aşırı bir otorite ve disiplin doğuruyordu. Emekli olunca yoksullara hizmet eden Mariisky Hastanesi’nde çalışmaya başlayan baba Dostoyevski, hastanenin avlusundaki evde ailesi ile kalıyordu. Hastane Moskova’nın en kötü yerlerinden birindeydi ancak Dostoyevski, babasının çalıştığı hastanedeki yoksul hastalarla sohbet etmeyi ve onların yaşam hikâyelerini dinlemeyi çok seviyordu. Daha çocukluk döneminde genç ve ergin insanlarla kurulan bu ilişkinin Dostoyevski’nin tüm hayatını ve ruhsal yapısını etkileyeceği şüphe götürmez bir gerçekti. Stefan Zweig, Dostoyevski’nin yaşadığını çocukluk olarak kabul etmese de bu evde yaşadıkları onun hem kişiliğini hem de romancılığını anlama konusunda önemlidir. Yazdıklarındaki ruhsallığın ilk belirtileri bu evde filizlenmiştir. Dostoyevski’nin psikolojisini çocukluğu oluşturmuştur…
Tüberküloz sebebiyle ölen annesinin ardından, Mühendislik Askeri Okulu’na gönderilen Dostoyevski, babasından hiçbir maddi destek görmemiştir. Zaten büyük bir nefretle dolu olan kalbi, içkiyi ve şiddetini arttıran babasına son bir mektup yazmaya itmiştir onu. Ancak ne var ki hakaretlerle dolu olan bu sitem dolu mektubu, babası okuyamadan şiddet gören serfleri tarafından öldürülmüştür. İşte bu suçluluk duygusu, Dostoyevski’nin tüm hayatını etkileyecek olan Sara Hastalığının başlamasını tetiklemiştir. Yaşadığı tüm bu travmatik olaylar ve üstüne eklenen suçluluk duygusu, onun kişilik özelliklerini adım adım ortaya çıkarmıştır: Onurlu, hırçın, güvensiz, öfkeli…
Sinirli ve aşırı duyarlı tavırları yüzünden “Ateş Fedya” adını verdikleri Dostoyevski için bir arkadaşı “Devamlı kendisini ayrı tutardı, hiçbir zaman arkadaşlarının eğlencelerine katılmazdı ve genellikle bir köşede elinde bir kitapla otururdu.” diye anlatıyordu.
Mühendislik okulunun bilimsel ve askeri disiplini ; okumak ve kitap yazmak isteyen Dostoyevski ile bağdaşmıyordu. Yüreğini ve aklını disiplin altına alacak hiçbir mesleği istemiyordu; o yazar olmalıydı, olacaktı…
1843’te Petersburg Mühendis Okulu’ndaki öğrenimini başarıyla bitirdikten sonra, Asteğmen rütbesiyle Petersburg’taki İstihkam Müdürlüğü görevine getirilen Dostoyevski, bir yıl sonra istifa edip yazarlığa başladı.
Takvim yaprakları 1846 yılını gösterdiğinde Petersburg’da bir köşe başında bulunan evinde, Dostoyevski ilk yazım denemelerine başlamıştı bile… Dönemin Rusyası’nın adeta aynası niteliğindeki ilk eseri İnsancıklar’ı yazarken, daha ilk eserinde bile içindeki acıma duygusu belirgindi. Mektup-roman tarzında kaleme alınmış kısa ve toplumsal içerikli bu romanda yaşlı bir kâtibin küçük bir kıza olan aşkı anlatılırken; Sıradan, küçük, yoksul insanların yaşamı da net olarak betimleniyordu. Anlatıcı olarak yorum yapmak yerine muazzam bir yaratıcı empati ile kendini başkasının yerine koyan Dostoyevski, yoksulluk gerçeğini cesurca işlerken, Natüralizm ( doğalcılık) akımının kurucusu Gogol’den de etkilenmişti.
Dostoyevski İnsancıklar’ı bitirince en yakın arkadaşı Grigoroviç’e okuması için verir, o da dönemin ünlü şairi Nikolay Nekrasov’a götürür. Nekrasov hayranlık içimde dönemin en iyi eleştirmeni Belinski’ye götürür. Şu yorum çıkar :
“İki gündür kendimi bu kitaptan uzaklaştıramıyorum. Yeni bir yazar, yeni bir yeteneğin kalemi bu; onu tanımıyorum, kimdir, neye benzer bilmiyorum ama bu roman Rusya`da hayatın sınırlarını öyle kahramanlara veriyor ki bize, bundan önce hiçbir yazar bu kadarını düşlerinde bile göremezdi… Rusya yeni bir Gogol kazandı. Eserin yazarı Gogol’ü de geçecek, dehası sayesinde, eserleriyle şimdiki ve bundan önceki bütün edebiyatı gölgede bırakacak!?
Olaylar o kadar hızlı gelişmişti ki Dostoyevski şaşkınlık içindeydi. İnsancıklar ile Dostoyevski bir anda tanınan bir yazar durumuna gelmişti… Daha ilk eserinde başarıyı yakalamıştı.
Edebi çevrelerce kabul gören Dostoyevski hemen ardından ÖTEKİ / ÖTEKİ BEN/ İKİZ’i yazdı. Amacı benliğin ikiye ayrılışını anlatmaktı. Hayatı boyunca üzerinde duracağı tema bu ikilik kavramı olacaktı. Daha 25 yanında bir bireyin olağanüstü tahlillerinin yer aldığı Öteki, gerçekten muhteşem bir eserdi ancak Edebi çevrede, toplumsal meseleleri irdeleyen kitaplar geçerli akçe idi. Bu sefer ıskalamıştı. Gerçek ve gerçek üstü arasında sıkışan, kurgusal kitaplar talep görmüyordu. Dostoyevski yanlış kulvardaydı artık. Derhal toparlanmalı ve kaybettiği Belinski desteğini yeniden elde etmeliydi.
Dostoyevski “Onlar ,eleştirmenler, sonunda Öteki’nin ne olduğunu görecekler. Birinci sınıf bir fikri, ilk benim keşfettiğim ve benim bildirdiğim, toplumsal önemi bakımından gerçekten muhteşem bir tipi niçin bırakacakmışım ki?” diyerek eserine yönelik eleştirileri göğüslemeye çalışmıştı.
On dokuzuncu yüzyıl, dünya edebiyatı için bir uyanışın, baş kaldırının asrıydı. Bunun sağlanmasında öncü görevi şüphesiz ki Rus Yazarlar üstlenmişti. Gogol, Turgenyev, Dostoyevski, Puşkin, Tolstoy… Edebiyatın yanı sıra modern psikolojinin de yapı taşlarından sayılacak örnekler bu dönemde verilmeye başlandı; ÖTEKİ BEN gibi… Sigmund Freud bile şizofreninin bu şekilde anlatımını şaşkınlıkla izlemişti.
Bu inişli çıkışlı duygusal ortam yüzünden, O artık büyük bir ruhsal çöküntü içindeydi. Kendisini bitik ve moralsiz hissediyordu. Hastaydı… Kendi kovuğuna; deyim yerindeyse yeraltına çekilmişti. Düşünmeye, tazelenmeye, yenilenmeye ihtiyacı vardı, 1848’de büyük bir umutla “Beyaz Geceler”i yazdı.
Hayalperest bir adamın dört günlük aşkını anlattığı bu eserde, hayalperest kavramının işlenişi gerçekten ilginçtir. Ana karakter dostsuz, hayattan zevk almayan, toplum dışına itilmiş olmasına rağmen bunu kendine dert etmez. Çünkü tüm Petersburg sokaklarının kendisine ait olduğunu düşünür. Romanın kahramanı olan genç adam St. Petersburg’un kasvetli ve beyaz gecelerinden birinde, tesadüfen kendisi gibi yalnız olan bir kızla tanışır. Genç kızla beraber tüm hayallerini ve anılarını paylaştıkları dört beyaz geceyi ST. Petersburg’un sokaklarında geçirir. Genç kız birkaç yıl önce tanıştığı ancak bir yıldır haber alamadığı sevgilisini beklemektedir. Her gece sözleşip buluşurlar ve iç dünyalarını paylaşırlar. Ancak dördüncü günün sonunda kızın beklediği kişi gelir ve ertesi gün Nastenka yazara bir mektup gönderir ve ondan özür dileyerek, onu affetmesini diler. Mektupta bir hafta içinde evleneceklerini, eşini onunla tanıştırmak istediğini anlatır. Arkadaş kalmak ister. Genç adam eskisi gibi hayalperest yaşantısına geri döner.
Ve durmadan yazan Dostoyevski, “Bir Yufka Yürekli” ile büyük bir atağa kalkar ve kaybettiği itibarını yeniden kazanır. Ancak bu onu tatmin etmez ve politikaya atılmaya karar verir. İşte tam da bu dönemde, eli kalem tutanlar arasında iki fikir filizlenmekteydi. Batıcılar ve Slavcılar olarak iki farklı kutupta yer alan düşünürler, büyük bir fikir münakaşası içindeydiler.
Avrupa ülkelerini örnek alarak ilerlenebileceğini savunan Batıcılar ile Petro rejiminin bir Avrupa kopyası olduğunu ve Petro’dan evvelki slav ruhuna dönülmesini isteyen Slavcılar… Tabii ki Çar I. Nikola bu iki düşünceden de haberdar olmuş ve özel Polis Kuvveti hepsini göz altına almıştır. Nikola’nın emriyle genç liberaller gurubu üyesi 22 kişi tutuklanarak hapse atılır. Bunlardan biri de Dostoyevski’ydi.
22 Aralık 1849 sabahında meydana getirildikten sonra 27 yaşındaki Dostoyevski ve arkadaşlarının gözleri ve elleri bağlanır. Hayat ile ölüm arasındaki ince çizgidedirler artık… Çar, yarattığı bu sahte infaz sahnesi ile ölümün soğuk duruşu karşısında mahkûmların ne kadar küçülebileceğini görmek istiyordu. Üçer üçer dizilen mahkûm grubu, tam idam edilecekken Çar tarafından affedildiler ve idam cezaları sürgüne çevrildi. Artık Dostoyevski için sürgün ve kürek mahkûmiyeti başlıyordu. 4 yıl kürek cezası ve peşi sıra er rütbesi ile altı yıl sürgün edilecekti. Dostoyevski için yer altı ve cehennem dönemi başlamıştı… İncil’den başka kitaba izin verilmiyordu. Bu dönem Hıristiyanlığı, incili ve kutsallığı anlamlandırması açısından Dostoyevski’nin yaşamında dönüm noktalarından biri olacaktı. Kürek cezası 1854’te bitince er olarak ilk kışla görevine verilir ve Sibirya’nın ücra köşesinde Semipalatinsk ‘e gönderilir. Kardeşi mektuplarla onu hiç yalnız bırakmıyordu. Beyaz geceler’de “ Yirmi yedi yaşındayım, gözüm kimseyi görmedi henüz, inanın bana , tek bir kadını bile…” diyen Dostoyevski için, gerçek hayatta da aşk ve cinsellik ön planda değildi; ta ki Semipalatinsk’e gelene dek… Burada Maria Dimitrievna İssaev ile tanıştı ve hemen etkilendi. Onun hakkında kardeşine şöyle yazar: “Uzun süredir bir kadını seviyorum ve onun da beni sevebileceğini biliyorum. Onsuz yaşayamayacağım; durumum azıcık düzelir düzelmez onunla evleneceğim. Onun da bunu kabul edeceğini biliyorum.”
Gerçekten sevdiğine inandığı kadına, 6 Şubat 1857’de kavuşan Dostoyevski’nin evliliği, umulanın aksine kısa bir süre sonra trajediye dönüşmüştü. Tüberlükoz hastası olan Maria gün geçtikçe sağlığını kaybetmekte ve o büyük sevgi sadece acımaya dönmekteydi. Tam bu sırada Dostoyevski’nin artan ününün cazibesine kapılan bir kadın; Polina Suslova sahneye çıkacaktı. Özel yaşamındaki çalkantıların yanı sıra kendisini Eski bir Siyasal Tutuklu olarak yüceltmeye hazır olan Radikaller’e Sırt çeviren ve onların Dini Alaya alma gibi Düşüncelerini reddeden Dostoyevski, Yeni Çar II.Aleksandr’ın Toplumsal Reformları’nı destekleyen bir tutum içine girdi. 1860’da Eserleri’nin İlk Toplu Basımı yapılır yapılmaz kardeş’i Mihail ile birlikte Vremya Dergisi’ni çıkarmaya başladı. Batılılaşma ve Slavcılık Akımları’nı uzlaştırmayı amaçlayan Dergi kısa sürede tutuldu. Bir yandan dergi başarı ile yoluna devam ederken , diğer yandan da Dostoyevski’nin unutulmaz eserlerinden Ezilenler kaleme alınmıştı bile… 1861’de Ezilmiş ve Aşağılanmışlar ( Unizzhenniye i oskorblennye) tamamen hazırdı. Ezilenler’de de , tıpkı diğer romanlarındaki gibi ruh çözümlemelerine sıkça yer veren yazar, okurun, karakterlerin psikolojilerine bürünmelerini sağlamıştı. Toplumdaki nüfuslu kişilerin bencilce tutumları yüzünden aşağılanan ve ezilen insanların dramatik tablosunu çizdiği kitabında, kalburüstü zümrenin çatışmaları yüzünden insanların ezilmesini gözler önüne sermesinin yanı sıra; AŞK’ın da ezilebileceğini göstermişti.
Dostoyevski Vremya’dan sağladığı Gelir’le 1862 Yazında , çoktandır hayalini kurduğu Yurt Dışı Gezisi’ne çıkabilecekti artık. Fransa, İngiltere ve İtalya’yı kapsayan bu Kısa Süreli gezi dönüşünde Slavcı tutumu iyice artmıştır ve dergideki yazılardan biri yüzünden Çarlık yönetimi Vremya’yı kapattırır.
BU yıllar içinde kalemi ve yazma arzusu hiç dinmeyen yazar, yeni bir kitap hazırlığındaydı. Sibirya’daki infaz yıllarının başında yazmaya başladığı Ölüler Evinden Anılar gittikçe şekilleniyordu. Sürgünde olduğu yıllarda yaşadığı sıkıntıları ve açmazları notlar şeklinde kaleme alan Dostoyevski, derlediği bu 522 maddelik notlarının 200’ünü Ölüler Evinden Anılar’da kullanacaktı. Anı-roman şeklinde tasarladığı kitabın edebi anlamdaki başarısının yanı sıra, yarattığı infial sebebiyle OMSK’taki cezaevinde düzeltmeler yapılması da ayrı bir başarı olarak tarihe geçecektir. Aleksandr Petroviç Goryançikov isimli kürek mahkûmunun mahkûmiyet yıllarının anlatıldığı kitap, Dostoyevski’nin kendini bir tabutta olarak tanımladığı yıllarının yansımasıdır aslında…
Okuyucu ve eleştirmenler tarafından beğeniyle karşılanan kitabın hemen ardından, kardeşi ile Epoha adlı dergiyi çıkartan Dostoyevski , derginin daha ilk sayısında Yeraltından Notlar’ı yayımlamaya başlar… Camus dahil olmak üzer pek çok batılı düşünürü varoluştu anlamda etkileyen bu roman, gerçek dünyadan kendini soyutlamış veya buna zorunlu kalmış birinin iç çatışma ve hezeyanlarını benzersiz şekilde gözler önüne sermekteydi… Bilincin derinliklerine indiği bu roman, Dostoyevski’nin yeni çağının da başlangıcı olmuştur.
Dostoyevski’nin bu eserini, Çernişeski’nin “Nasıl Yapmalı” adlı ütopik sosyalist eserine bir nevi cevap olarak yazdığı kabul edilmektedir.
1864- 1865 yılları Dostoyevski’ye sadece şanssızlık getirmişti. Can yoldaşı kardeşini ve uzun süredir hasta olan eşini aynı yıl kaybeden yazar, borç para alarak Avrupa’ya kaçmış ve Wiesbaden kentindeki kumar masasında şansını denemeyi ve yakın ilişkiye girdiği Polina Suslova ile buluşmayı amaçlamıştı. Ancak ne var ki Wiesbaden, büyük aşkı Polina ile ayrıldığı kent olarak aklında kalacaktı. Romanlarında görülen ŞEYTAN KADIN temasına kaynaklık eden bu kadın, Dostoyevski’nin duygusal yapısında derin yaralar bırakacaktı.
Ekim 1865’te boğazına kadar batmış halde yeniden Rusya’ya dönen Dostoyevski, yayımcısından borç para aldığı için eserlerini alelacele ve zoraki şekilde yazıp bitirme yarışına girmişti. Söz verdiği romanını teslim etmesi için sadece bir aylık zaman dilimi vardı ancak henüz yazmaya başlamamıştı bile; işte bu dar boğaz halindeyken bir mucize gerçekleşti ve ileride de eşi olacak olan Anna Snitkina’yı stenograf olarak tuttu. Onun da desteği ile büyük bir yapıt tam zamanında hazırlanacaktı… KUMARBAZ…
Bu eser; Dostoyevski’nin gençlik yıllarını, dramatik aşk ve kumar tutkusunu en yalın hali ile kaleme aldığı yapıtlarından biridir. Hikâye Routtenburg’taki lüks bir otelde başlar. Emekli bir generalin çocuklarına eğitim vermek için tutulan öğretmen Aleksi İvanoviç, öğrencilerinden Polina’ya âşık olur. Ancak Polina bir kumar tutkunudur ve aynı sevdaya Aleksi’nin de düşmesini sağlamıştır. Gittikçe Polina’nın kölesi haline gelen zavallı aşık Aleksi, gelişen şaşırtıcı ve sürükleyici olaylar sonucunda artık kumarın kölesi olmuştur. Polina artık onun için bir hiçtir…
Dostoyevski’nin elinde çok önemli bir silahı vardı; kalemi… Polina Suslova’ya dair içinde kalanları, acılarını, sitemini, kinini ve isyanını tamamen dışa vurmanın zamanı gelmişti. İşte gerçek hayatta olmasa da , en büyük yapıtlarından biri olan Kumarbaz’da Polina hak ettiğini bulmuştu… Hatta kitabın bir yerinde geçen “Öyle anlar oldu ki, onu boğabilmek için yaşamımın yarısını verirdim. Yemin ederim ki, bir hançeri yavaş yavaş göğsüne daldırmak olanağı geçseydi elime, bunu derin bir zevkle yapardım sanıyorum.” Cümleleri de bunun bir göstergesiydi… Ancak Polina’nın izleri bu kitapta bitmeyecekti; Suç ve Ceza’da Raskolnikov’un kardeşi Dunya, Budala’da Aglaya, Ecinniler’de Lisa, Karamazov Kardeşler’de Katrin İvanovna’ya esin kaynağı olacaktı.
Dizginlenemez kumar tutkusunu ve Suslova’ya olan aşkını aktardığı bu eserin hemen ardından, Dostoyevski yeni bir çalışmayla baş başaydı. Hapishane günlerinden beri yazmayı tasarladığı Suç ve Ceza’yı artık tamamlamak istiyordu. 1866 yılında yayımlanan bu eser Dostoyevski’nin baş yapıtı olacak ve ana karakter Raskolnikov hafızalardan silinmeyecekti. Rusya 1860 yılında toprak reformu yaşamış, toprak köleliği kaldırılmış ve Çar Nikola ölmüştü. Tüm bu siyasi gelişmelerin gölgesinde yazılan kitapta, toplumsal ve ekonomik olaylar dikkatle incelenmiş ve halka yansıması büyük bir başarıyla aktarılmıştı. BU sıkıntılı hayat şartlarında yaşama direnen Raskolnikov da hukuk fakültesinde okuyan başarılı bir öğrenciydi. Petersburg’ta oturduğu evin kirasını ödeyemeyince tefeciden borç almış ve bir anda kendini büyük bir açmazın içinde bulmuştu. BU kötü niyetli tefeci kadın, adeta Raskolnikov ve onun gibileri sömürmekteydi. Zengin ve fakir arasındaki uçurumun gözler önüne serildiği bu anlatıda Raskolnikov, kendini bir şeyler yapmak zorunda hissetmiş ve bir düşünce fırtınası içindeyken tefeci kadını ve onun masum kız kardeşini öldürmüştü. Ne var ki, bir masumun ölmüş olması, vicdanını rahatsız edecek ve Raskolnikov’u yaşayan bir ölüye çevirecekti.
Dostoyevski’nin ustalık dönemi eserlerinden kabul edilen eser, dönemin Rusya profiline dair muazzam detay vermekte ve aynı yıl yayımlanan Kumarbaz kadar ilgi görmektedir.
1867 yılında Snitkina ile evlenen Dostoyevski, alacaklılardan kurtulmak için eşini de alıp dört yıllığına yurt dışına çıkar. Yaratıcılık anlamında en muhteşem yılları bu dönemdir. Bu dönem onun için buhranlıydı zira hem vatanından uzakta hem de çıldırtıcı bir yokluk içinde yaşamak durumundaydı. BU sürede Anna’nın hamile kalması ve doğan bebeklerinin birkaç gün sonra ölmesiyle Dostoyevski’nin travmaları tetiklenir. Bu dertler yetmezmiş gibi kumar tutkusu burada da peşini bırakmamış ve bunca sıkıntıya rağmen, elinde avucunda ne varsa kumara yatırmaktan çekinmemişti. Ünlü nörolog Sigmund Freud bu konuda Dostoyevski’nin psikolojik analizini yaparken, yıllar sonra şu tezi öne sürecektir: “Dostoyevski oyuna oturdu mu, üzerindeki bütün parayı kaybetmeden rahat edemiyordu; oyun kendi kendini cezalandırmasını sağlayan bir araca dönüşmüştü. Kumardaki kayıplarıyla hem kendini hem de eşini büyük bir yoksulluk içine sürüklemek onun için patolojik bir doyum kaynağıydı. Dostoyevski’nin kendi kendine verdiği bu ceza, suçluluk gereksinimini doyuma kavuşturuyor, bunun sonucunda sanat çalışmalarını aksatan engel gevşeyince yazar başarı yolunda yeninde birkaç adım atmayı kendine çok görmüyordu.”
İşte yine böylesi bir çıkış halindeyken yeni eseri filizlenmeye başlamıştı bile;
BUDALA… (1869)
Eserlerinin çoğunda olduğu gibi bunda da kendi karakterinin yansımalarını görmek çok da zor değildi. Romanın baş karakteri saralı bir gençtir ve dürüst yaşamanın zorluklarını ve toplumun iki yüzlü sistemini sorgulayan yapıdadır. Kitabı yazarken “Amacım, tümüyle güzel bir insan yaratmaktır.” Felsefesiyle yola çıkan Dostoyevski, peygamberimsi kahramanı Prens Mişkin’i yaratır. İdeal erkek tipini betimlemektir arzusu. Rusya’daki hiyerarşik düzen de bütün çıplaklığıyla verilir. Ona göre en üstte kaymak tabaka, ikinci sırada oraya yükselmek için çırpınan orta tabaka, son sırada ise, bu iki kitle tarafından hor görülen en alt tabaka vardır. Dünya nimetlerinin büyüsünden sıyrılmış olarak tahlil edilen Prens Mişkin ise budalalık derecesinde iyi niyetlidir. Sürekli olarak İyilik ve kurnazlık, saflık ve günah, aşk ile inanç gibi tehlikeli kavramları sorgular.
Çevresinde olup biten her şeye rağmen yazmak; işte bu onun sığındığı limanıydı.
Dostoyevski Büyük Bir Günahkârın Hayatı adlı yapıtı ile uğraşır iken, yazarı çok etkileyen bir olay gelişir. Rusya’daki nihilist gruplarından birinin başında bulunan Sergey Neçayev, kendi grubundan biri tarafından tatsız bir iddiayla itham edilir. Bunun karşısında Neçayev bu suçlamanın sahibini öldürterek bir havuza attırır. Ülke çapında değişik görüşlerden birçok kişinin tepkisini toplayan olay, Dostoyevski’yi de uğraştığı yapıtına Neçayev’i temsil edecek bir karakter ilave ederek protesto etmeye iter. Böylece eklenen Pyotr Stepanoviç karakteriyle birlikle şekil değiştirir ve eser Ecinniler başlığı ile yayımlanır. Karakterlerin neredeyse hepsi delirmiş gibidir. Burada bir başka karakteri de bahsetmeden geçmek olmaz; Karmazinov… Burjuvaların saygı duyduğu bu karakter aslında büyük romancı İvan Turgenyev ile dalga geçmek için yaratılan bir karakterden başkası değildir. BU karakter üzerinden, bir derebeyi olan Turgenyev’in Avrupa kültürüne hayranlığı, halkı aşağılar tavırları ve ateist düşünceleri eleştirilmekteydi.
Dostoyevski’nin muhafazakâr görüşlerinin bihayli hissedildiği Ecinniler; Ateizm, sosyalizm ve nihilizm gibi ideolojilerin Rus insanı üzerindeki etkilerini ele alması açısından da son derece önemlidir.
Ecinniler’i yazmaya başladıktan bir süre sonra hastalanan Dostoyevski, yeniden mali sıkıntıya düşmüştü. Eserin yarıda kalmasından korkan yayıncısının gönderdiği avans ile yeniden Petersburg’a dönme imkânı bulmuş ve romanının sağladığı başarının ardından aydın çevrelerce aranılan bir isim haline gelmişti. 1873’te tutucu bir dergi olan Grajdanin yani Yurttaş’ın başına geçmesine rağmen derginin sahibiyle anlaşamadığı için bir yıl içinde istifa etti. Bu sırada eşinin desteği hiç azalmamıştı ve zekice bir hamle ile Dostoyevski’nin bütün eserlerinin yayımlanmasını ve ellerine yüklüce miktarda para geçmesini sağladı.
Sağlığı bir iyi bir kötü halde ilerleyen Dostoyevski, 1975’te Delikanlı’yı yazdı. Babasının sevgisini kazanmak için çabalayan evlilik dışı bir çocuğun hikâyesinin anlatıldığı kitap, dönemin en çok ses getiren eserlerinden olmuştu … Yazdığı kitaplar ve dergilerde devam eden yazılar yüzünden o artık tüm ülkede tanınan bir yazardı. Petersburg bilim ve sanat akademisinin edebiyat bölümüne seçilerek saygın bir konum kazanmıştı. Ancak sağlığı iyiden iyiye bozulmuş ve tam da altın çağında olmasına rağmen, ailesi ile Staraya Russa’da sakin bir hayatı tercih etmişti. Minik bir tatil kasabası olan Staraya Russa’da son romanını eşinin de yardımıyla yazacaktı.
Karamazov Kardeşler…
Dostoyevski’nin yazarlık hayatı boyunca değindiği önemli temaların bir arada işlendiği bu romanda, çıkarcı ve şehvet düşkünü bir babanın farklı eşlerinden olan dört oğlunun sevgi, nefret, günah ve tutku çerçevesindeki yaşamları işlenir. Oldukça ağır bir dili olan roman için iki yılını harcayan Dostoyevski, 1880 Kasımında kitabı bitirmişti. Romanın baş kahramanının adının Alyoşa olması, kitabı yazmaya başlamadan evvel ölen üç yaşındaki oğlu Alyoşa’ya bağlanır. Sibirya sürgününde iken tanıştığı, babasını öldürmüş olan bir mahkumun hayatı da , kitabın konusunu etkilemiştir.
“Dünya edebiyatının en büyük üç eserinin Sophokles’in Kral Oidipus’unun, Shakespeare’in Hamlet’inin ve Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler’inin aynı konuyu, yani “baba katilliğini” ele alması rastlantı olarak açıklanamaz.” der Freud.
Babasının ölümünü istediği düşüncesi Dostoyevski’nin yakasını hiç bırakmadı, onu hayatının sonuna kadar süren bir bunalıma soktu.Kimine göre bu suçluluk duygusu nedeniyle ilk sara nöbetini geçirmişti.Ama edebiyat tarihinin belki de gelmiş geçmiş en güzel romanının ana temasını yine bu suçluluk duygusundan çıkardı.
Hayatı boyunca eserlerinde işlediği temaları yeniden ele alan, insan duygularının derinliğine inen eserler yazan Dostoyevski, Karamazov Kardeşler’de Ivan ve Alyosha Karamazov adlı karakterler için filozof Vladimir Sergeyevich Solovyov’dan ilham aldı. Zosima ve Alyosha’nın öne çıkacağı Bir Büyük Günahkârın Yaşamı adlı eseri tamamlayamadı. 1881 yılının Ocak ayında bir ciğer kanaması geçirerek yatağa düştü ve 28 Ocak 1881 tarihinde öldü. Dostoyevski için 31 Ocak 1881 tarihinde yapılan cenaze töreninde yaklaşık otuz bin kişi tabutunun arkasında yürüdü.
Dünya Edebiyatı için büyük bir deha olarak kabul edilen Dostoyevski, ardında bıraktı birbirinden değerli eserlerle yaşamaya devam etmektedir…