Dün bir rüya gördüm!
Dün bir rüya gördüm, öyle böyle değil.
Anlatmazsam çatlar mıyım?
Hem de nasıl…!
Devlet Opera Balesi’nde yönetici olan bir dostumun “trompetçi gelmedi, çok sıkıştık sen çık onun yerine” diye ısrarıyla başlıyor rüya.
Yaaaa… Nasıl ama..?
Daha başlangıçta bir heyecan kasırgası sarıyor ortalığı.
Meğer, tarihin bir diliminde “ben trompet çalarım” diye bir laf etmişim ona (rüyadaki arka plan böyle).
İşin gerçeği, trompet çalmak büyük hayalimdi ve yıllar önce ikinci el, delik deşik bir trompet almıştım.
Hakikaten delikleri vardı, oradan buradan hava kaçırırdı.
Çalar mıydım…?
Çalardım.
Tek bir parçam vardı, o da “summertime”.
Ama sadece ilk üç nota.
Ta taa taaaaaa…
Saaaa mııııııııırrrr taaaaaaaaaaym.
Bu üç nota üstüne uzmanlaşmıştım.
Nasıl işlemişse bilinç altıma, rüyamda “ben trompet çalarım” diye hava aymışım dostuma.
O da şimdi darda kalmış yardım istiyor, “yürü çal”.
“Çalamıyorum” diyemiyorum.
Daha başlangıçta rüya kabusa dönüşüyor.
İyi mi..?
Acil bir bahane bulmam lazım.
“Giysim yok…!” diyorum.
Bizimki kararlı, kolumdan tutup beni bir odaya sokuyor, “al sana siyah takım, bunu giy” diyor.
İkinci bahaneyi doğuruyorum hemen, “beyaz gömlek yok”.
Bakınıyor sağa sola, ben de dua ediyorum “Allahım ne olur yardım et, beyaz gömlek bulamasın… “.
Bir gömlek buluyor, ama leylak rengi.
“Bunu giy” diyor.
Manzarayı düşünebiliyor musun?
Koca orkestra, erkeklerin tümü beyaz gömlek bir trompetçi var leylak rengi gömlekle, üstelik hayatta tek çaldığı şey
saaaaaaa mııııııırrrr taaaaaa….
Rezilliğin önde gideni.
“Hayatta leylak rengi gömlek giymem” diyorum.
Kızıyor bizimki, dövecek beni.
“Giy şunu, çık… Herkes yerini aldı bir sen kaldın… Şeften fırça yiyeceğiz, yürü” diyerek itikliyor sahneye doğru.
Allahım manzaraya bak… millet oturmuş, gömlekler bembeyaz… bir ben leylak…
Kabuuuuusss…!
Konserde ne çalacaklar, onu da bilmiyorum… Bilsem ne olacak ki?
Zaten nota da bilmiyorum, bir bildiğim saaaaa mııııırrrrrrr taaaaaaymmm…
Kendimi avutmayı deniyorum “dert etme, ara sıra nefesli sazları izle, baktın onlar üflüyor kaldır trompeti, yanakları şişir, arada da sayfaları çevir… Ohhh…
Kabus ya, çıkış yok… İçimi başka bir korku alıyor, ya eserde trompet için yazılmış özel partisyon varsa?
Ya şef şöyle zarif bir hareketle “heyyy sen leylak gömlekli zibidi, haydi” derse ne olacak..?
İşte o zaman tam rezillik.
Kabuuuussss….!
Sahneye girince seyircinin kahkahalarını duyuyorum.
Kesin gömleğe gülüyorlar.
İyi de benim yerim nerede..?
Nereye oturacağım?
Herkes oturmuş şefi bekliyor, “çok afedersiniz” diye dalıyorum sıralardan birine.
Flütçü kızlar gülümsüyor halime, obuaydı, kornoydu derken sıranın sonuna varıyorum, boş sandalye yok.
Bir yukarda fagotçunun yanında boş yer var.
Arkadaş oraya da oturulmaz ki şimdi?
Önü kabak gibi açık.
“Gel gel.. ” diyor fagotçu.
Tövbe estağfurullah…!
Neyse, şef giriyor… Önümde nota defteri, bir sayfa çeviriyorum, açık görünsün hiç olmazsa.
Rüyada çalınacak parçanın adı belli değil.
Bu da kabusa dahil… Diyeceksin belli olsa ne olacak…?
Ha yani..!
Konserin başlamasıyla kabus derinleşiyor… Kabusun derinleşmesi nasıl bir şeydir, bilir misin… ?
Bu iş her Allahın kuluna senfoni orkestrası kurgusuyla nasip olmaz.
Daha çok, afedersin hela sahnesi olarak yaşanır. Gece çişin gelir, koştur koştur tuvalet ararsın, bulursun kapı kapalıdır… Yandakine gidersin o da kapalı, bir açık kapı bulursun pistir… koşturdukça kabusun derinliği artar.
İşte, Rabbim zamanında torpil yapmış, kabus derinliğimizi senfoni orkestrası ortamında yaşıyoruz.
Anla işte…!
Neyse, konser bir şekilde ilerliyor, ilerledikçe sayfaları çeviriyorum… Tempo hızlanıyor… kreşendo… Tam zirvede kabus da zirveye ulaşıyor veeeee bingoooo…!
Şef elindeki bageti bana doğru uzatıp sallıyor.
Evet, evet… O benim…
Bön bön bakıyorum adama.
Rüya ya, o an zaman duruyor ve şef ile gözgöze geliyoruz, “haydi ama, bak herkes seni bekliyor, şimdi bu cümleyi baştan çalacağız ve ben sana işareti verince gireceksin” diyor.
Zaman yeniden başlıyor, kreşendoooo… O lanet baget gözüme doğru ilerliyor…
Leylak renkli gömleğin içinde ölmek üzereyim.
Yapabileceğim tek şey var, ben de onu yapıyorum ve trompeti alıp o üç notayı çalıyorum…
saaaaaa mııııııırrrrrrrr taaaaaaaaaaym
Herkes susmuş bana bakıyor.
Orkestra, şef, seyirci… Hepsi donup kalmış.
“Keşke helalı kabus olaydı”
Sanırım rüyalarda böyle tercih pek verilmiyor.
Üç nota hemen bitiyor, sessizlik kalıyor ardında… Herkes donmuş bana bakıyor.
Ne yapayım…?
İkinci defa çalıyorum aynı şeyi ve şef o an uyanıyor, bageti sallayıp ahaliyi de uyandırıyor… klarnete işaret ediyor, kaş göz … Klarnetçi oğlan benim kaldığım yerden summertime ikinci cümleyle devam ediyor “and the liiiiivin’ is eaaaasiiiiiii”.
Sonra şef bageti üçüncü cümle için çelloya uzatıyor, çelist ağdalı ağdalı çekiyor “fiiiiiş aaaaarrr jaaaaammpiiiin’ and the cotoooooon is haaaaayyyy… ”
Veee bütün orkestra katılıyor …
Saaaaa mııııııırrr taaaaaaymmm
Ne coşku, ne coşku… Kabus bitiyor, rüya büyük bir sevince dönüşmek üzere ki uyanıyorum.
Kars’da bir otelin odasındayım, saate bakıyorum 04.30, tam kabus aşamasını geçmiştik rüya bitti, olacak şey mi?
Kaldığı yerden devam etmek için rüyanın içine kendimi bırakıyorum.
O da ne…?
Şef yine orjinal esere dönmüş ve ben yine leylak rengi ve kreşendo yaklaşıyor.
Başlarım trompetine de summertime’ına da deyip kalkıyorum yataktan.
Biraz su içiyorum… Uyumamam lazım.