felsefe taşı

Düşünebilen Bireyin Görmek için Bakmaya Gereksinimi Yoktur

Düşünebilen Bireyin Görmek için Bakmaya Gereksinimi Yoktur
Kasım 07
12:38 2014

“Eğer kapkaranlık bir odada bir mum yakılırsa oda aydınlanır, artık oda ışıklandırılmıştır. Sonradan, on ya da yüz, ya da bin mum daha yakılırsa oda giderek daha da aydınlanır. Ama asıl kesin dönüşüm, karanlığın içine süzülen birinci mumun ışığıyla başarılmıştır.” Dr. Suziki Rashi

Duymak istemeyenden daha sağırı, görmek istemeyenden daha körü yoktur. Kişileri ve şeyleri görmenin ve işitmenin ilk koşulu duyarlılıktır. Karanlık gecelerde, geminin kayalara çarpmaması için, deniz feneri nasıl yanıp sönerek işaret verirse, düşünebilen bir insan da yaşamda bilim, din ve felsefenin ışıklarından hangisi gerekli ise onun ışığından yararlanmalıdır.

Kendilerine özgü yöntemleriyle kendi konularında insanlığı aydınlatan bu üç büyük sistem, birbirlerinin varoluş ve gelişimlerinde ortak paydayı oluşturarak, hakikatin aranmasında da birbirlerini tamamlarlar. Bilimde gözlem – deney – ispat, dinde vicdan – sezgi – inanç, felsefede ise mantık ve düşünce, ağırlıklı olarak öne çıkmasına karşın, her üç sistemde de, akıl ve bilgi ortak hareket noktasıdır.
Mevlâna da, bu konuya ilişkin bir meselinde (kısa öyküsünde), biri iki gören bir kişiyi, şaşılığına inandırmak için, sözde gördüğü iki testiden birini kırdırır. Birini kırınca, diğer testinin de kırıldığını anlayan adam, nihayet şaşılığını kabullenir. Anlar ki sorun testilerde değil kendi gözündedir. Mevlâna burada, fiziksel şaşılık benzetmesinden yararlanarak, aslında “akıl şaşılığına” dikkat çekmektedir. O’na göre akıl şaşılığı, göz şaşılığından daha da tehlikelidir. Şaşı akıl, iki gerçeklik varmış gibi düşünerek, bilim ve dinin ayrı ayrı gerçekleri olduğunu varsayar. Aslında, bu tür şaşılar, iki gerçekliği birden düşünmekten rahatsız da olurlar. İlle de testinin birini kırmak isterler. Bazıları din testisini kırarak, eşyayı eşya ile tanımlamaya kalkarlar ve ellerinde, başını maddeden yukarı kaldıramayan, “maddeci bilim” kalır. Onlara karşı duran diğer şaşılar ise, bilim testisini kırarlar ve ellerinde sadece varlığa kayıtsız, eşyadan kopuk, ayakları havada, “tanıksız din” kalır.

Fizyolojik kusur olarak şaşı olanların, görüntünün biri yok olunca diğerini de kaybettikleri gibi, akıl şaşıları da sezgiyi bir bilgi kaynağı olarak görmezler ve eşyanın anlamını yine eşyanın içinde ararken, derin bir boşluk ve anlamsızlık içinde kalırlar. Bir Tibet atasözü, “Parmaklarım Ay’ı gösterirken, aptallar parmaklarıma bakar” der. Bu, tıpkı Ay’ı gösteren parmağa bakarken, Ay’ı görmemek gibi bir aptallıktır. Ya da, harflerin şekillerine dalıp, yan yana dizildiklerinde ifade ettikleri anlamı kaçırmak gibi bir talihsizliktir.

Öte yandan “tanıksız din” ise, dîni ve özelde vahyi bir bilgi kaynağı olarak görse de, bu bilgiye kanıt olarak, eşyayı göremez. Tarafsız bilimcilerin dışarıdan kapattığı vahiy kapısını o da içerden kapatır. Eşyayı tanımsız bırakırken, vahyi de tanıksız bırakır. Böylece gerçeklik, kısmen değil tamamen yitirilir. Mevlana’nın meseliyle konuşursak, varsayılan iki testiden birisi kırılınca diğeri de kırılmış olur. Oysa nihai amaç, testileri kırmak değil, onların içine su koyup taşımaktır. Bir başka deyişle, farklı olan bu iki testiden birlikte faydalanarak, insanlık yararına bir mesafe kat edebilmektir.

İnsan, evrim aşamalarından geçerken kazandığı aklı kullanabilme yetisi ile görünmeyeni algılama yönünde büyük mesafeler kat etmiştir. Akıl, insanın elinde bulundurduğu tüm yetenekleri gerekli olduğu noktalarda seferber ederek insan ve evren hakkında, ihtiyacı olan bütüncül kavrayış olanağını ona bahşetmektedir. Bu noktada, optik yetenek, insan için günlük yaşamın gereklerini sağlamanın ötesinde, giderek önemini yitirmektedir.

Heidegger’in bilgi çağına ilişkin şu sözleri, 21.nci yüzyılda güncelliğini ve geçerliliğini hâlâ sürdürmektedir. “Hiçbir çağ, insanla ilgili bizimki kadar çok ve çeşitli bilgiyi bir araya getirmeyi ve insanla ilgili bilgisini bizi bu kadar ilgilendirebilecek bir biçimde sunmayı, bu bilgiyi şimdiki gibi öylesine çabuk ve öylesine kolay bir biçimde ulaşılabilir hale getirmeyi başaramamıştır. Ama aynı zamanda, insanın ne olduğu sorusunun en az bilinebildiği çağ da sadece bu çağ olmuştur.” derken Heidegger, aynı akıl şaşılığından şikâyet etmiyor mu?

Bakmak – Görmek kavramları ilişkisi
“Bakmak” ve “görmek”, sözcüklerinin anlamı nedir?
Birçok anlamlarının yanı sıra “görmek”; “göz yardımıyla bir şeyin varlığını algılamak, seçmek, “bakmak” ise, bakışı bir şey üzerine çevirmektir. Buradan da anlaşılacağı üzere, bakılan şeyin anlaşılması ancak görmek ile mümkün olmaktadır.
Öyleyse nasıl bakmalı?

Bakmak için elimizdeki tek veri, gördüklerimiz. Bakmaya başladığımız yerde sadece gördüklerimiz var. Eşya, yani şeyler, bakışımızın ilk durağı. Eşya ve olaylar ne ise, öyle görünür gözümüze. Eşyayı ve olayları olduğu gibi gördüğümüzü varsayarız.
Olduğu gibi görmeye o kadar alışmışız ki, dilimizden “Ne?” ve “Nasıl?” soruları eksik olmaz. Bu iki yalın soru, sanki damağımıza ve dimağımıza yapışık gibi. Gördüklerimizin içeriği, yani, ne oldukları, nasıl oldukları, ancak bu sorularla açığa çıkar. Bu sorular olmasaydı, dış dünya ile ilgili hiçbir algıdan, farkındalıktan söz edemezdik. Bu ikisine “nerede”, “ne zaman”, “niçin”, sorularını da eklersek, eşya ve olaylarla ilgili algımızı, en geniş sınırlarına taşımış oluruz. Dış dünyanın bilincimize sızdığı gözenekler gibidir bu sorular.
Fizyolojik olarak, insan bakmadan duramaz. Göz kapaklarını kapatmadıkça insan bakışlarını bir yere diker. Baktığı yer, gözbebeklerinden insanın dünyasına sızar. Nesnelere bakmak bir bakış eylemidir. Bir nesneye bakmakla onunla ilişki kurma yolunda ilk adımımızı atarız.

Öte yandan, bakmanın tehlikeli bir tarafı da vardır. İnsan baktığı yeri (bakış açısını) değiştirmeden devamlı aynı yere baktığında, baktığı objenin çevresi flulaşır. Buna karşın, objenin görüntüsü geri plâna kıyasla, iyice berraklaşır. İnsan, odaklandığı nesneye iyice aşina olur. Ama bir süre sonra göz kasları yorulur, alın ve şakaklarda bir gerginlik oluşur. Oraya bakmaktadır ama insan eski görüntüye aşinalık kazanmış olduğundan baktığını tam olarak göremez. Artık, göz kırpmanın, ya da aynı objeye başka bir açıdan bakmanın ve hatta bakışları bir başka objeye teksif etmenin zamanı gelmiştir. Ancak böylece taze bir bakış elde edilebilir. Bu sırrı keşfeden usta film yönetmenleri, bu amaçla hareketli kameralar kullanarak aynı nesneyi farklı açılardan gösterme ve seyircinin dikkatini mümkün olan en üst düzeyde tutma imkânından yararlanırlar.

Uzun süre bir nesneye aynı açıdan bakmanın, o nesne ile uzun süre aynı tarz bir ilişki halinde olmanın bir tehlikesi de; insanın artık o nesneyi çok iyi bildiğini ve tanıdığını sanmasıdır. Bu, kişide o nesne üzerinde bir kanıksanma ve zahiri bir hâkimiyet duygusu uyandırır. Bu zararlı bir durumdur. Bir yere sürekli bakan kendinden emin olmaya başlar. Bu yüzden insan bir nesneye baktığı yeri, zaman zaman değiştirmeli, herhangi bir konuyu ve hepsinden önemlisi, kendini farklı açılardan görmeye çalışmalıdır.

Görüntünün Oluşumu ve Görme
Bazen kalp, göze görünmeyeni görür. H.J.Brown Jr.
Görme, gözde değil beyinde oluşur. Göz, tıpkı bir kameranın görüntüyü sinyaller halinde televizyon ekranına aktarması gibi, yalnızca beyine elektrik sinyalleri gönderen bir araçtır. Fakat bu görüntü ancak televizyon ekranına bakan biri olduğunda anlam kazanır.

Ekrana bakan, yani görüntüyü gören biri olmazsa o görüntünün hiçbir anlamı da olamaz. Burada önemli olan nokta, gözden beyne elektrik sinyalleri gönderilmesi ve beyinde bir görüntünün oluşması değildir. Önemli olan, beyinde oluşan görüntüyü kimin ve neyin gördüğüdür.
Bakan ve gören, göz olmadığı gibi, beynin kendisi de olamaz. O da, yapısı itibariyle, yağ ve proteinden ibaret olup, yalnızca elektrik şifrelerinin çözümlendiği bir ekran gibidir.

Aslında, göz ve beyin, hücrelerden ve bu hücreler de şuursuz atomlardan oluşmaktadır. O halde şu soru herkes tarafından kendi kendine sorulmalıdır: “Beyinde oluşan görüntüye ‘bakan’ ve görüntüyü ‘gören’ kimdir?” Herhalde, bu sorunun bir zihinde hiç olmazsa bir kez bile sorulmuş olması, cevabının verilmiş olmasından bile çok daha önemlidir.
Biz yine olayın fizyolojik boyutuna dönersek, her insan kendisini iki gözle doğmuş olarak bulur ama çoğu insan bunun nedenini hiçbir zaman merak etmez. Niçin herkes iki gözlüdür? Bunun özel bir sebebi mi vardır?

Gerçekte her göz, tek başına görebilir ve görüntü her birinde ayrı ayrı oluşur. Gözler arasındaki aralık 5 cm.den biraz daha fazla olduğu için, iki retinada oluşan görüntüler birbirlerinden farklıdır. Her gözden gelen görüntü, iki boyutludur. İki gözden gelen bilgiler beyinde üç boyutlu ve tek bir görüntü haline getirilir. Bu sayede derinlik ve cisimler arasındaki mesafe de algılanabilir hale gelir.
İki gözün gördüğü görüntüler birbirinden farklıdır ve bu farklılık görüntülerin birbirlerini tamamlaması olanağını ortaya çıkarır. Bu küçük farklılıkları algılayıp yorumlamamız, görüntünün üç boyutlu olmasını sağlar. Eğer iki gözde ayrı ayrı oluşan görüntüler beyinde tam olarak birleştirilmeseydi, dünyayı çift ve iki boyutlu algılayacaktık.

Görüntüdeki bu fizyolojik dönüşümün, düşünsel boyutta bir yansıması olabilir mi acaba? Gözümüzün cisimleri görebilmesi için, cisimlerden yansıyan ışığın göze girmesi gereklidir. Bu iki şekilde olur. Ya cisim ışık kaynağıdır (güneş gibi) ya da kendisinin ışığı yoktur, başka bir kaynaktan aldığı ışığı yansıtır.
Ancak, görüntünün oluşabilmesi için sadece ışık yetmez, karanlığın da olması gereklidir. Beyindeki görme merkezi ışığın gelmediği noktaları siyah olarak algılar. Siyahın algılanması gerçekte görme değil, tam tersine görmemedir. Siyah cisimler, kendilerine gelen bütün ışığı emer; dolayısıyla ışığı yansıtmaz, yani görülemez. Bu fizyolojik açılımdan sonra, görmek için, aydınlık kadar karanlığa da ihtiyacımız olması, görmenin fizik ötesi boyutunu kaçınılmaz olarak gündeme getirmez mi?

Doğada siyah olmadığı için renk diye bir kavram da yoktur, yalnızca nesnelerden yansıyan değişik frekansta ışık dalgaları vardır. Bu dalgalar, gözümüzün görme yetisiyle biçimlenerek beynimizde renk olarak algılanırlar. Buna benzer olarak, doğada ses de yoktur, yalnızca ses dalgaları vardır. Bu dalgalar kulağımızla buluşunca ve beynimizce algılanınca ses hâline gelirler. Bu husus diğer tüm duyularımız için de geçerlidir. Bunun anlamı şudur: İnsan, çevresini görüp duymayı hem duyularına borçludur, hem de onlar tarafından sınırlanmakta ve koşullandırılmaktadır. Örneğin, eğer gözümüz x-ışınlarını doğrudan algılayabilseydi, insanları iskelet olarak görecektik; ya da, eğer gama-ışınları ile baksaydık, doğada yalnızca kurşun kütleleri görecektik.

Bilindiği gibi, bir de duyu yanılsamaları vardır. Birçok kez duyularımızın bizi yanılttığına tanık olmuşuzdur. Bu nedenle, duyu verilerine dayalı bilgilerimiz ne denli güvenilir bilgilerdir?

Görme işleminin gözde gerçekleşmeyen bölümlerinde rüyalar, halüsinasyonlar ve keşifler vardır. Söz gelimi rüya, korteksin kendi içindeki uyarılması sonucunda gerçekleşir. Rüya sırasında, görme işlemindeki hareketler ve refleksler aynen devam eder. O rüyayı gözlerimizle görmekte olduğumuz konusundaki sarsılmaz inancımıza karşın “gözsüz görüş”e sahip bireylerin bulunduğundan, ya da bedenin, gözün haricinde başka bölümleriyle görebilme yeteneğinden söz eden bulgular da vardır. Harvard Tıp Akademisinden Dr. David Eisenberg’in Pekin’de, koltuk altı derileri ile yazıları okuyup, renkleri tanımlayabilme özelliğine sahip iki Çinli kız kardeşi, İtalya’da nörolog Cesare Lombroso’nun, burnunun ucu ve sol kulak memesi ile görebilen kör bir kızı, Sovyet Bilim Akademisi’nin, parmaklarının ucu ile fotoğrafları görebilen ve gazete okuyabilen Roza Kuleshova’yı bildiren raporları gibi…

Görme işleminde, beyinde sadece bir merkezden bahsedilmekle birlikte, aslında tüm nöronların, ufak ağaç dallarına benzer kollarla birbirleriyle bağlantıları olduğundan, birinin ucuna ulaşan elektriksel mesajın, dalganın havuzda yayılmasına benzer biçimde yayılması söz konusudur.

Beyindeki görüntü, nöronların meydana getirdiği dalgaların girişimi sonucu, holografik özellik göstermektedir. Örneğin: görme merkezinin yüzde doksanı çıkarılmış bir farenin karmaşık görüş yetenekleri gerektiren deneyleri başarmaya devam etmesi holografik algılama olarak değerlendirilmektedir.
Görme sinirlerinin toplandığı retinanın ortasında bulunan ve hiçbir alıcının bulunmadığı “kör nokta” adı verilen bölgenin, zihnin görmekte olduğumuz şeyleri yaratma konusundaki rolünü, daha da çarpıcı biçimde sergilemektedir.

Beyin, çevre hakkında bilgi edinirken belli bir anda tek bir duyu organı ile yetinmez. Görüntünün oluşumunda, göz, görme sinirleri ve görme merkezinden oluşan sistemin yanı sıra diğer duyu organları da, belli bir sistematik ve koordinasyon içersinde gerekli olduğu şekilde hologramın oluşmasında fonksiyon üstlenirler. Bu bağlamda, doğada görme ve diğer duyu organları, aralarındaki farklı gelişmişlik düzeyleri sayesinde kayda değer ve öğretici örneklere konu olurlar. En çarpıcı örneklerden biri; kurdun keskin gözleri ile köpeğin gelişmiş koku alma duyusunun onlara kazandırdıkları farklı yetenekleri kıyasladığımızda karşımıza çıkar. Bu olgu, bilinen bir özdeyişe de şöyle konu olmuştur : “Kurt, köpeğe, senin burnuna sahip olabilmek için gözlerimden vazgeçmeye razıyım.” demiş. Bu örneği biraz açarsak, en küçük bir çalı bile, kurdun görüş alanında büyük engeller oluşturabilirken, köpek hassas burnu ile nice çalıların arkasında ihtiyacı olan yiyeceğe ulaşabilmektedir.

Düşünce ve düşünen insan
“Kör, görenlerin düşündüklerini görür. Görenler, körün düşündüklerini göremez.” Özdemir Asaf

İnsanı insan yapan özelliklerin en başında, düşünebilmesi ve bu düşüncelerini ifade edebilmesidir. Bu ifade edebilme olgusunun biricik vasıtası ise dildir. Dil ve düşünce diyalektiği, insanoğlunun geçmişle geleceğini birleştiren, uzağını yakına getiren temel bir fonksiyonudur. Böyle bakıldığında, insanın tarih içindeki yolculuğunun, düşünen ve bunu özgürce ifade edebilen, yani konuşan insanla başladığı görülür.

Düşünmek, insanın en eski alışkanlıklarından birisidir ve bir zorunluluğudur. İnsan denince akla, düşünmek ve düşünebilmeyi bilmek gelir. Aslan’a pençesi, balinaya kuyruğu ve fil’e hortumu ne ise, insana da düşüncesi odur. İnsanoğlu, bedensel olarak doğanın en güçlüsü olmadığı halde, “dünyanın efendisi” olmuşsa, bunu düşünebilme yeteneğine borçludur.

İnsanı tarif ederken; onun düşünen bir cevher olduğu söylenir. Tanrı, tüm yaratıkların üzerinde olan insanlara; zekâ, akıl ve özellikle düşünce ve düşüncelerini de dili aracılığıyla duyurabilme yeteneği vermiştir. Eğer düşünebilme yeteneğini ortadan kaldıracak olursak, insandan geriye ne kalır ki?
İlkel insanın bütün zihinsel faaliyeti, karnını doyurabilmek, kendisini ve ailesini birtakım tehlikelerden koruyabilmek gibi çok basit, hatta büyükçe bölümü hayvanlarca da yapılan içgüdüsel davranış ve eylemlerden ibaret iken; düşünen, sosyal bir varlık olan insan, kendini hayvanlardan ayıran özelliği sayesinde, düşünce, söz ve işlerini, aklın ve edindiği deneyimlerin ışığı altında gözden geçirmek suretiyle, düşünce sistemine dayalı ortak bir kültür oluşturmuş ve bunu kuşaktan kuşağa aktarmak suretiyle bugünkü uygarlık seviyesine ulaşmıştır.
İnsan, yapısı nedeni ile çok bencildir. Ve dünyanın kendi düşüncesi etrafında dönmesini ister. Aksi halde, dünyanın dönüşünü bile kendine ıstırap nedeni sayar. İnsanlar temelde bilebildikleri kadar düşünür. Bilemediği şeyleri ancak hayal eder, ya da mantığının olasılıkları içinde yorumlar. Deneyim de, bilginin gerçek kaynağı ve birikimidir. Düşünmek ise, en kısa tanımı ile aklı çalıştırmak demektir.

Yaşamda düşünce, her zaman eylemden önce gelir. Yani kişinin bir eylem yapabilmesi için, önce o eylemi yaptıran düşüncenin olgunluğuna erişmesi gerekir. Bir kişinin yaptığı eylemlere bakarak, aldığı kararları irdeleyerek, o kişinin düşüncesinin akış şeklini ve formasyonunu anlamamız mümkündür. Bir insanın düşünceleri ve dolayısıyla davranışları, diğer insanların düşünce, söz ve davranışlarından etkileniyorsa, bu kişi diğer insanlar tarafından yönlendiriliyor demektir. Çünkü, düşünce o kadar hareketli ve o kadar ele avuca sığmayan bir güçtür ki, oluşturacağımız özdirencimiz bile, ne kadar kararlı hareket etsek de, sürekli aksayacaktır. Çünkü ne kadar güçlü olursak olalım, düşüncenin akışına set çekmek mümkün değildir. Bu yönüyle düşünce, tüm çatışan güçlerin, tüm olumlu ve olumsuzlukların birbirleriyle karşı karşıya geldikleri ve sürekli savaştıkları bir arenadır.

İnsanın düşünce tarzını değiştirebilmesi, geçmişinin derinliklerinde adeta gömülü bulunan; eski, köhnemiş ve peşin yargılı düşünce ve alışkanlık putlarından kendisini sıyırma çabasına girmesi ile olasıdır.

Olumlu yönde düşünce alışkanlığı edinme; bir eğitim olayı, bir yaşam felsefesidir. Çünkü insanoğlu hep, olumsuz ifadeler, korkular ve yorumlarla düşünmeye alışmıştır. Olumlu yöndeki düşünce alışkanlığını ve varoluş duygusunun pozitif algılanışını, bir anoloji ile aktarmak istiyorum:

“Bir pınar veya ırmak gibi akarsu kıyısında yürürken, bu akarsuyun yanında göllenmiş, doğanın kendi marifetiyle oluşturduğu su birikintilerini çoğumuz fark ederiz. Durmadan aynı kararda, derinlemesine ve genişlemesine akan yaşam ve canlılık dolu bir ırmağın aksine akarsu ile bağlantısı kopmuş, üzeri pislikten bir kabukla örtülmüş, durgun ve hareketsiz duran bu su birikintilerini fark etmemek olası değildir.

İnsanların büyük bir bölümü de tıpkı bu şekilde, hızla akan yaşam ırmağının yanında, kendilerine küçük havuzcuklar kazar, o havuzcuklarda yaşamlarını sürdürür, orada ölüp giderler. Kimileri için varoluş, bu durgunluktan gelen kokuşmuşluğun ve böyle bir yozlaşmanın adıdır sanki…

Yaşam ırmağında, yaşam seli hiç durmadan öylesine hızlı akar, öylesine derinlikleri ve olağanüstü canlılık ve ihtişamı vardır ki, kıyılarını yalayan, durmadan akıp giden suyun sesin,i adeta kaçınılmaz olarak duyarız. Yaşam ırmağından kopuk, bu durgun havuzcuklarımızda bir hareketsizlik, bir durgunluk hâkimdir. Bu durgunluk ve değişmezlik belki de çoğumuzun bilinçsiz istencidir! Hiçbir şeyin değişmemesini istemenin amacı; bize zevk veren, keyif veren şeylerin hiç değişmeden olduğu gibi kalması, bize zevk vermeyen şeylerin ise biran önce sona ermesidir. Ancak, bunun yanı sıra ilişkilerimiz ve etkinliklerimizde de tersine bir süreklilik ve değişimin olmasını istemekte ısrar ederiz.

Yaşam hiç de böyle durağan olmayıp, değişmeden kalan bir şey değildir. Gerçek şu: yaşam tıpkı bir ırmağa benzer. Durmadan akar, durmadan kıyılarına ulaşmak, onları keşfetmek, sürüklemek, taşmak için her oyuğa girerek durmadan devinip durur.
Hiç bir şeyin değişmeden olduğu gibi kalmasını arzulayan bir akıl ve düşünce yapısı, sonunda betimlemeye çalıştığımız, akan ırmağın yanında göllenmiş su birikintisi gibi durgunlaşır. Bir süre sonra da kokuşur ve yüzeyi de pisliklerden bir kabuk bağlar. Ancak, su birikintisi ile dolu olan ve pislikten kabuk bağlayan bu havuzcukların çevresine duvar örmeyen sınır, engel tanımayan, sığınak aramayan yaratıcı bir akıl ve düşünce yapısı ise tam anlamıyla yaşamla birlikte akabilir, zamandan bağımsız bir şekilde ileriye doğru yol alabilir.”

Bir insan kendini arıyorsa, kaybettiği yere bakmalıdır. İnsan bilinçli olarak düşünebildiği, güvenle beklediği ve mümkün olduğuna inandığı her şeyi yapabilir. Evren sınır koymaz; biz inançlarımızla sınırlarız kendimizi. Işığın karşısında karanlıklar nasıl kayboluyorsa; iyiliğin karşısında da kötülüklerin, bilgi ve aydınlanmanın karşısında da cehalet ve taassubun yok olacağını biliyoruz.

Bilgi ve Sezgi
Bilgi, insanlığın 5000 yıl kadar önce dil ile resimleri birleştirerek yazıyı bulmasından, böylece bilginin aktarılmasının ve saklanmasının mümkün hale gelmesinden bu yana her zaman bir ilerleme kaynağı olmuştur.

Gutenberg’in 15. Yüzyılda geliştirdiği baskı tekniği, ya da 20. Yüzyılda gerçekleştirilen radyo, televizyon ve bilgisayar gibi buluşlar, bilgi alışverişinde çığır açmış ve bilginin el değiştirme hızını arttırmıştır. Bütün bu farklılıklar birbirlerini tamamlar ve güçlendirir, yeni ortamlar her durumda eski ortamların kullanımına son vermez. 21. Yüzyılda dünya, çoklu ortamlı (multimedya) bir bilgi toplumuna dönüşmektedir.

Bazı düşünürler, beş duyunun dışında başka bilgi edinme yollarının da varlığını kabul etmektedirler. Özellikle sezgi ve ilham bunlardan en yaygın olanıdır. Vahiy de bir bilgi kaynağı olmakla birlikte, inanç faktörüne bağlı olarak kabul edilmektedir.

Her üçü de, genel olarak duyulara dayalı olmayan sübjektif bir kaynaktan bilgi alma yollarıdır. Bu noktada bizi asıl ilgilendiren konu, doğrudan kaynak veya bilgi alma yolunun kendisi değil, alınan bilginin doğruluğunu sağlayan bir metot olarak bunların niteliğidir. Diğer bir söylemle, objektif bir gözleme katılan herkesin, aynı ve sınanabilir sonuçları saptamasını sağlamaktadır.

Bir şeyi bilmek başka, yapabilmek başkadır. Yapabilmek için hem metot bilgisine hem de sezgici akıla ihtiyaç vardır. Bergson’a göre ruhun keyfî vasfı, sadece zihnin ince bir melekesi olan sezgi ile kavranabilir. Bir takım vasıflar sezginin dışında, hele beş duyu ile asla anlaşılamaz. Bazı manevî hakikatlere ve bilgilere akıl yürütme, beş duyu gibi vasıtaların dışında ancak sezgi yoluyla ulaşılabilir. Sezgi, elde edilen bilginin kontrol edilmesi şartıyla bir bilgi kaynağı olarak kabul edilmektedir.

Yukarıda sözü edilen bilgi edinme kaynaklarından sezgi(intuition), mevcut ama üzeri örtülü bir hakikatin ani bir içsel hamleyle ortaya çıkarılması, ilham (inspiration) ise, kişinin içine doğan yaratıcılık olarak tanımlanabilir.

Bu durumda, tartışmalı olmakla birlikte, iki tür bilginin varlığı kabul edilmektedir. Bunlar deney ve gözlemle ortaya konabilen objektif bilgi ile ilham, sezgi ve vahiyle edinilen sübjektif bilgidir. Bilimsel bilgi ise, kaynağı ne olursa olsun sınanabilir ve objektif hale dönüştürülmüş bilgidir. Objektif (nesnel) bilgi, gözlem ve deney yoluyla, sübjektif (öznel) bilgi ise ilham, sezgi, vahiy gibi vasıtalarla edinilir.

Bilgiye ulaşmak ve hakikati gerçekten vicdanında arayabilmek için insanın ahlâk yüceliğine erişmiş, kusur ve zaaflarından arınmış, hırs ve ihtiraslarını dengelemiş, toplumsal erdemlerle donanmış olması gerekir. Bu nitelikleri kazanamayanların yapacakları arayış ve çaba boşuna olup, uğraşısının sonu, “aradım, taradım bir şey bulamadım” şeklinde bitmeye mahkûmdur. Bireyin, eninde sonunda vicdanında bilgi ve hakikat arayışına çıkan bir ışığa ve bir rehbere ihtiyacı vardır.

Bilgi, nesnenin kendisinden başlar, duyularla algılanır. Doğa sonsuz olduğu içindir ki, bilgi süreci de sonsuzdur. Edinilen bilgi de aynı kazanılan servet gibidir; mülkiyeti özel olmasına rağmen faydası, “intifa hakkı” geneldir. Bireyin elde ettiği bilgi kendi tasarrufunda olmasına karşın, bu bilgileri kendinde saklı tutamaz. Bilginin aktarılması ve toplumu bu bilgiden yaralandırmak esastır. Bilgi de, sevgi gibi paylaşıldıkça artar.

Bilgi, tıpkı kültür ve uygarlık gibi tüm insanlığın ortak malıdır. Birkaç tane kör adamın, bir Fil’in farklı taraflarından tutup; her birinin, dokunduğu kısmın Fil’in tamamı olduğunu iddia ettiklerini anlatan eski bir Doğu hikâyesi vardır.
Bilim adamlarının, filozofların, dinsel öğretmenlerin, mistiklerin ve şairlerin; Realite-Fil’ini, tıpkı kör adamlar gibi algılayıp tarif ettikleri söylenebilir:
Bilim adamları-Matematiği ve kartezyen mantığını kullanır ve çoğu bilim adamı, sadece ayakları inceliyorlarken, filin tamamının matematiksel terimlerle temsil edilebileceğine inanmaktadırlar.

Filozoflar-Evrende ve insan hayatındaki anlamı ve amacını ararken, fil’in algılarımızın alabileceği bir kısmının üstündeki seviyeleri düşünürler.
Dinsel öğretmenler-Fil’in vicdan, ahlak ve içsel tekâmül fikirleri ile ilgili parçalarını görürler.
Mistikler ve şairler-Fil ile ilgili deneyimlerini, bunun kelimelerin ötesinde olduğunu kabullenip, ifade etmeye çalışırlar.

Bilgi ve dolayısıyla evrimin sonu ve sınırları yoktur. Sürekli çalışmak ve ilerlemek gerekir. Önce akıl ve duyu organları ile bilinenler ve öğrenilenler deneyle kanıtlanarak bilimsel bilgiye dönüştürülür ve bunun ötesinde, yani aklın sınırları dışında kalanlar sağduyu ile algılanır ve hissedilir. Günümüzde aklın da sınırları artmıştır; ama ötesinde hala bilinmeyen sonsuzluk vardır.

Zohar’ın da belirttiği gibi “Einstein’ın geliştirdiği izafiyet kuramı, fizik biliminin uygulamasına önemli katkılarda bulunduğu halde, yeni bir dünya görüşüne öncü olmamıştır. Çünkü bu kuram, fiziğin farklı bir yönüyle ilgilidir ve günlük yaşamımızda pek yeri yoktur. Buna karşılık kuantum mekaniği denen çağdaş fizik anlayışı, atom taneciklerinin içindeki mikro-dünyayı, yani gördüğümüz her şeyin iç işleyişini açıklar, dolayısıyla günlük yaşama uyarlanabilecek niteliktedir.”
Kuantum kuramının ortaya çıkmasından yirmi yıl kadar önce James Jean, anlamı ancak çok sonradan kavranabilen şu sözleri söylemişti: “Günümüzde bilgi, artık mekanik olmayan bir gerçekliğe doğru yol almaktadır: bunun sonucu olarak evren de artık büyük bir makineden çok büyük bir düşünceyi andırmaktadır.”

İnsanoğlu öyle ilginç bir yaratıktır ki, asırlardır süregelen bilgiyi elde etme uğraşısında, hem büyüyü kullanmış hem bilimi; hem simyayı, hem kimyayı; bazen din bazen de felsefe ona yardımcı olmuş bu mücadelesinde. Oysaki insanda var olduğu ve düşünmeye başladığı günden beri içinde hep; “nasıl?” sorusundan ziyade “neden?” sorusunun yanıtını araştırma ve bulma özlemi vardır. Bu dünyaya nasıl geldiğini bilmek ona yetmez; neden geldiğini de bilmek, hayatının, varoluşunun anlamını öğrenmek ister, zira bilir ki şu yeryüzündeki kısa varlığı geçicidir.

Sadece “nasıl”ları bilerek, “neden”leri cevaplandırmadan aradığı hakikate ulaşamayacağını anlayan insan, yürüdüğü bu yolda, en az aklı kadar güçlü bir başka silahın farkına varmış: sezgi gücü. Hayata dair temel sorularını cevaplandırmakta bu silahı kullanabileceğini, üstelik onun sayesinde “neden” sorusuna aradığı cevabı da bulabileceğini anlayarak, bu silahı kullanmanın yollarını aramakta da gecikmemiş…

Sezgi, etimolojik olarak dilimizde hafifçe duymak (hissetmek), kapalıca anlamak anlamlarını dile getiren sezmek eylemliliğinden türetilmiş ve fiziksel duyuların kullanılmasını gerektirmeyen bir algılama şeklidir.
Felsefî anlamda ise sezgi, aklın yardımı olmadan gerçeğin doğrudan kavranmasıdır. Zaten metafizikte de sezgi, duyumlar üstü araçsız bilgi ve marifet olarak tanımlanır.

Bir yolculuktan ibaret olan insan hayatı içinde sezgilerin rolü gerçekten büyüktür. Sezgilerin yardımı ile ancak, hayatın parçaları birbirleri ile bütünleşebilir. Her insan böyle bir yolculuk süreci içinde bilinçli veya bilinçsiz olarak sezgilerinden faydalanarak yolculuğuna devam ede gelmektedir. Sezgiye dayalı bu yolculukta doğru seçim yapabilmek için, beynin sol ve sağ bölümlerini dengeli olarak kullanmak gerekir. Sol beyin, bilgi ve veri depolar. Sağ beyin ise, duyguların ve sezgilerin merkezidir. İşte bu iki beyni dengeli bir şekilde kullanmak sezgileri güçlendirir. Duygu ve sezginin bileşimi kişiyi bilgeliğe götürür. Sezgi kullanmada yetkinleşmenin anahtarı, kalple ve gönülle bağlantı kurmaktan geçer. Bu da ancak insanın kendi iç sesini dinlemesi ile mümkündür.

Yukarıda da ifade edildiği gibi sezgi, sanıldığı gibi kendiliğinden, dayanıksız ve birden ortaya çıkan bir olgu olmayıp, beynin sağ yarı küresinde oluşan, çok hızlı bir kavrama durumudur.

İçinde zihinsellik ve ussallık, dayandığı gözlem ve izlenimler bulunur. Bu yönüyle varolan bilginin çok iyi özümsenmesiyle oluşturulan bir temel üzerinde gelişen sezgi, bilgiden bağımsız değildir. Dolayısıyla, bilgi olmadan sezgi de olamaz. Tümüyle sezgisel yeteneklerini yeterince kullanabilen kişi, kalbinden ve ilham yolu ile aldığı mesajları aklın rehberliğinde birleştirerek, sonuçta elde ettiği bilgileri mutluluğu doğrultusunda kullanarak mükemmelliğe ulaşabilir. Bu bağlamda sezgi, güneş ışığı ve temiz hava kadar insana gereklidir. İnsanın nasıl ki besinlere, vitaminlere, sevgiye ve şefkate ihtiyacı varsa, sezgiye de öyle ihtiyacı vardır.

Zekânın ancak uzun düşünmeler ve birçok fizik deneyimlerden sonra ulaşabileceği sonucu, sezgi, bir şimşek çakışında sunar. Akıl yürütme eylemi; şuurlu, etkin ve soru sorucudur; oysa sezgi, içten gelen izlenimler üzerine inşa edilir ve daha önceki bir düşünceyle hiçbir mantıklı bağlantıya gereksinimi yoktur.
Burada önemli olan nokta, sezginin iradeye bağlı olarak değil, kendiliğinden doğması; yani istem dışı olmasıdır. Bu beklenilmeyen ve yalnızca ona sorulduğu zaman değil, genelde tam gerçekten gerekli olduğu anda işitilen bir sestir. Bazen bizi yönlendirmek ve bazen de vazgeçmemizi söylemek için gelir; bazen anî bir niyet, kanı, yargı ya da karar değişikliğine yol açar.

Günümüzde, düşünce ve sezginin oluşumu, pozitif bilimin ışığında, “hologram” kavramının yardımıyla açıklanmaya çalışılmaktadır. En kısa tanımıyla hologram, üç boyutlu bir görüntü kaydetme yöntemidir. “Tam kayıt” ya da “eksiksiz mesaj” anlamına gelmektedir.

Bilindiği gibi, fotoğraf iki boyutlu bir tekniktir. Derinliği yoktur. Uzaklıkları ne olursa olsun, tüm cisimler aynı düzlemde yer alırlar. Hologramın fotoğraftan en büyük farkı, hologram plakasına cisimlerin görüntüsünün değil, o görüntünün elde edilmesi için gerekli bilgilerin kayıt edilmiş olmasıdır. Hologramın en önemli özelliği ise, her noktasının bütün cismin görüntüsünü verebilmesidir. Hologramın tek noktasına, cismin her tarafından ışık dalgaları gelmekte ve orada kaydedilmektedir. Bu nedenle hologram plakası ne kadar koparılsa, kırılsa bile, her parça bütünün bilgisini içinde taşır ve gerektiğinde bütünün tam görüntüsünü, netliği azalsa da tek başına verir. İşte bu özellik, hologramın mistik düşünce ile bağdaştırılmasını da sağlar.

İnsandaki algılama sistemi, frekans analizatörü gibi davranan hücreler tarafından oluşturulur. Bu hücreler, birer mini hologram gibi hareket ederler. Bu yaklaşım içersinde beyin, sayısız mini hologramın yarattıkları dalga boylarının girişim ve kesişimlerinden oluşan dev bir holograma benzer. Bir başka deyişle, hafıza kayıtları holografiktir. Daha sonra benzer dalga boylarında gelen titreşimler, beyinde kayıtlı bulunan titreşimlerle bir çağrışım yaparlar ve bu yol ile hatırlama sağlanır. Bu bilgilerin ışığında, anlatılmaz gibi gelen birçok şeyi açıklamak da mümkün olmaktadır. Örneğin; telepati, duru görü, önceden bilme, uzağı görme, falcılık ve benzeri olaylar, aslında var olan ve her an kullanıma açık bulunan hologram plakasına kayıtlı bilgileri, “başka bir gözle” görebilme yeteneğine dayanır. Paranormal fonksiyonlar, enformasyonun başka bir türlü değerlendirilmesinden öte bir şey değildir. Çünkü tüm bilgiler, zaman ve uzaydan bağımsız olarak, “her an her yerdedir.”

Tarihe göz attığımızda da, bazen birçok konuda sezginin bilimin önünde gittiğini görebiliyoruz. Bu çerçevede Buddha, “Ruh hep önde gidendir, madde onu yakalayıp dünyaya çekmeye çalışır” demişti. Gerçeğe varmada, felsefe bilimden, sezgi de felsefî algılayıştan önde gelir. Bu bakış açısı sayesinde “bütün algılar” ile “soyut sezgilerin” aslında bir olduklarının kavranması, insanı anlamada gelinen ilginç bir aşama olarak dikkati çekmekte. Bu şekilde, başlangıçtan beri birbirine karşıt gibi görünen pozitif bilim ile sosyal bilimlerin, netice itibariyle, akıl ile gönlün nasıl olup da aynı noktada buluştukları konusuna, ilk kez tatmin edici bir izah getirilebiliyor. Son zamanlarda insanın evreni holografik kavrayışını anlama yolunda bilimin yaptığı bu aşamalar sayesinde, artık sezginin bilimi, bilimin de sezgiyi dışlamadan hareket etmesine olanak sağlanacak gibi görünmektedir.

DÜŞÜNEN BİREY İLE “BAKMA-GÖRME” İLİŞKİSİ ÜZERİNE
En zor şey, karanlık bir odada bir kara kediyi bulmaktır, özellikle odada kedi yoksa. Konfüçyüs
Bakmak neden önemlidir? İyi ki gözlerimiz var. Bakmayan insan göremez ki. Nasıl bakacağız öyleyse? Elbette gözlerimizi açarak…

Gözlerimizin bakış açısını genişletmeye çalışacağız ilk önce… Sadece “burnumuzun doğrusuna” bakmak yerine, değişik bakış açılarına sahip olmamız gerek. Doğaya, insana, hayvanlara, bitkilere, kitaplara, ayrıntılara, çelişkilere, problemlere ve son tahlilde, kendimize… Sanki bakmayı yeniden öğrenmemiz gerekiyor. Bakmak, bilinçli bir eylem; bakabilmek ve bakarken görebilmek ise bir beceridir.
Ya görmek? Bakmayan insanın göremeyeceğini, bakmayı bilmeyen insanın ise daha az şeyi görebileceğini biliyoruz. Görmek için sadece göze sahip olmak ta yetmiyor. Boş boş bakmak yerine, bilinçli bakabildiğimiz ölçüde görebilme yetimiz de gelişecektir. Gözleri görmediği halde, dünyayı görenlerden daha iyi algılayan insanların varlığının bir anlamı olmalı.

Göz, insanın en fazla yanılan, tutarsız ve hatta denilebilir ki “önyargılı” bir organıdır. Ona güvenerek ve alışkanlıklar edinerek çevremize hep bakarız da, neden ancak ara sıra görürüz?

Bakmak, yalnızca gözü bir nesneye çevirmek değil, her şeyden önce kendi üzerine sorumluluk alarak, fiziksel ve düşünsel tüm yeteneklerini ve olanaklarını bir olgu üzerinde yoğunlaştırmaktır. Bu bağlamda bakmak, görmenin vazgeçilemez önkoşuludur.
Ancak, bakmak her zaman görmek demek değildir. Görebilmek için, gözlem, irdeleme, yorumlama ve anlamaya çalışmak gereklidir. Bu aşamalar sırasında birçok engel ve etkenin dışlaması da gerekebilir. Bu irdelemeler neticesinde insan, belki de mutsuz olacaktır.

Öte yandan hiç bir zaman irdelemeyen, sorgulamayan insan, giderek bağımsız birey olma yeteneğini de kaybedecektir. Çünkü hiç bir sorumluluk almadan, hiç bir çaba göstermeden, yeteneklerimizi ve olanaklarımızı sonuna kadar zorlamadan, bir kenarda oturup kırk yıl beklesek bile, sezgi ve ilham gelip bizlere gerçeğin yolunu gösteremez. Netice itibariyle, zor iştir bakmak ve sonunda görebilmek…

Evrenimizi oluşturan ışığın her titreşimi arasında karanlık bir an vardır. Evrende hiçbir şey devamlı değildir. Devamlılık görüntüsünü sağlayan, sadece algılayışımızdır. Evrenin yapı taşları olan atomların ve hatta onları oluşturan atom altı zerreciklerin sürekli titreşmekte olduğu ve evrende hiç bir şeyin durağan olmadığı ve bunun, Varlığın kendini evrende zıtlıklar ile görünür hâle getirişinin doğal bir neticesi olması, ontolojik algılayış içinde yerini çok belirgin bir şekilde almıştır.

Yüzeyi kirli ve tozlu bir aynaya bakan kişi, kendi net ve berrak görüntüsünü görebilmek maksadıyla nasıl ki aynayı temizleyip kirlerden arındırması gerekiyorsa, bir aydın ve düşünebilen bir birey de, kendi benliğini ve iç dünyasını arındırırken; özgür düşüncesiyle içsel dünyasının derinliklerine aklının rehberliğinde ve sezgilerinin de yardımıyla inip, o gizli taşı ve cevheri bularak, kamil insan olma yönünde ilerlemeye çabalamalıdır…

“İnsanlığın gelişmesinde en büyük etken, zekânın durmadan olgunlaşmasıdır” diyen ezoterik düşünce, bu zekânın akılcı meyvelerinin özgürce yayılması ve tartışılmasını daima savunur. Özgürce dile getirilip, tartışılmayan bir düşünce ya da kuramın, doğru veya sağlıklı bir çözüm getirdiğini anlayabilmek bile olanaksızdır. Düşüncelerin özgürce söylenip, tartışılmadığı toplumlarda, ilerlemeden bahsetmek gerçekçi olamaz. Bu nedenle özgür düşünce algılayışı, daima insanların düşündüklerini özgürce söyleme hakkına sahip olmaları gerektiğini savunmuş ve demokratik ortamlarda genelde bu prensibin uygulanmasına uygun ortamı hazırlamıştır.

Zihinsel putları ve dogmalarını zihninde kırabilmiş ve ayıklayabilmiş gerçek bir aydın, karşısındaki insanların düşüncelerinin yanlış olduğu kanısında olsa bile, onların bu düşüncelerini ifade etmelerine engel olmaz. Zira yanlış da olsa, bir düşüncenin söylenememesi, tartışma ve özgürlük ortamının bulunamaması demektir.
Yine aynı paralelde, düşünebilen ve düşündüklerini ifadede zorlanmayan bir birey, “aklın yolu birdir” diyerek, farklı ve ötekinin düşüncelerinin reddedilmesine de karşı çıkarak, her düşüncenin özgürce ifade edilerek tartışılabilmesini sağlar. Böylece de gerçeğe en uygun düşüncelerin gelişebileceği ortamları yaratır. Farklı düşüncelere karşı bu tavrını Voltaire, “Sizin düşüncelerinize katılmıyorum, ama düşüncelerinizi özgürce söylemek için verdiğiniz savaşta sizi sonuna kadar destekliyorum.” şeklindeki sözleri ile çok güzel özetlemiştir.

Sürekli farklı düşüncelere zihnini açmayı bir yaşam alışkanlığı haline getiren insan, kendini, yaşam koşullarını ve çevresini, farklı açılardan inceleme ve değerlendirme şansını elde eder. Hayatın dönemeçli merdiveninden çıkarken, gerçeği sürekli farklı açılardan değerlendirerek hakikate yapılan bu yolculuk, sürekli yükselen değerlerle bir mükemmeliyet arayışı haline dönüşür. Bu öyle bir arayıştır ki, bu yolda ilerlerken, alışılagelmiş yöntemlerin dışına çıkmak bile gerekli olabilir.

Zaman zaman, duyu organlarından bazılarına gelen verilerin daha sağlıklı ve gereğince değerlendirilebilmesine olanak sağlanabilmesi için, diğer bazı duyu organlarından bir veya birkaçını devre dışı bırakmak, ezoterizmin de sık kullandıkları bir yöntem olmuştur.
Bu bağlamda, görme organı olan gözün, hakikati daha iyi görebilmek için devre dışı bırakılmasına da hiç şaşmamak gerekir. Bu durum, başta da belirtildiği gibi, gerçeği görmenin, insanın duyusal değil, zihinsel bir fonksiyonu olduğunun en çarpıcı bir işaretidir.

Ünlü yazarlardan J. Boucher, görmenin ortadan kaldırılmasının, öteki duyularımızın, bilhassa işitme duyumuzun canlanmasını sağladığına dikkati çekmektedir. Boucher, “Eğer insanoğlu görmesini biliyorsa, o zaman dünyanın sesini ve başkalarının sözlerini dinlemelidir” şeklinde düşüncesini açıklamaktadır.
De Chardin, gerçeği arama konusundaki, “İnsan Olayı” adlı eserine, “Görme” başlıklı bir önsözle başlar. “Görme nedir?” sorusuna:

“Bunu açıklamak o kadar kolay değil. Görebilmek için tam bir program uygulamak gerekir. Çünkü yaşamın tümüyle bir görme olduğu söylenebilir. Olay ve olguların sonucunun tamamı olmasa bile, en azından özellikleri, görme ile ortaya çıkabilir. Bir canlının gelişmişlik derecesi veya düşünen varlık olarak insanın yüksek yapısı, yalnız maddesel (fiziksel) ve işlevsel (motor) yapılarını araştırarak değerlendirilemez. İnsanın büyüklüğü, görmek ve evrene açılmak için ayakta durabilmesindedir. Ancak bu bakış, sadece evreni izleyerek yaşamda yararlı olacak şeyleri görmek için değil, gerçeği görmeye çalışmak için olmalıdır. Daha iyiyi görmeye çalışmak bir fantezi değildir. Bir merakın veya lüks ihtiyacının da tatminin değildir. Ciddi bir gerekliliktir. Göremezsen, daha fazla gelişemezsin. Görememek ve neticesinde sönüp gitmek. Diğer canlılarla aynı düzeye düşüp, doğanın kuralları içinde kendini kaybetmek ve yok olmak. Diğer canlılar gibi sadece doğup, yaşayıp, üreyip, ölmek. İnsanın ayrıcalığı gizemli varlığımız içinde bir gelişmişlik düzeyine gelebilmesinde yatmaktadır. Daha iyi görmek, mutlak mükemmele daha da yaklaşmış bir varlık olmanın da şartıdır.” şeklinde cevap oluşturmaya çalışmaktadır.

Son tahlilde ifade etmek gerekirse, bakmanın nihai amacı, bir akıl eylemi olan “Görmek” olmalıdır. Görmek, bakmaktan farklı olarak, göze değen ışıkla değil, akla düşen merakla gerçekleşir. Işıktan, işaretten, şekilden ve renkten fazlasıdır, aklın gördüğü. Akıl, gözün gördüğünden ötesini arar, gözün gördüğünün gösterdiğini görmek ister. Akıl yoluyla insan, görünür olanın derinine geçmek ve görüntüden asıla varmak olanağına kavuşur. Gören insan, gözünün gördüğüyle yetinmeyen, baktığının ötesini dert edinendir. Anlaşılacağı üzere görmek, göze ilk çarpanı sorgulayıp, duyusal verileri akla vurmak, gözün gördüğünden de şüphe ederken şüpheyi bir taşçı kalemi gibi kullanmak ve hakikat ile insan arasındaki fazlalıkları yontarak bakmaktan da öteye geçmektir.

Kişisel gelişim ustaları der ki “İki kişi aynı fikirde ise, onlardan birine gerek yoktur.” Gerçekten bizimle aynı fikirde olan biri ile konuştuğumuzda ondan ne öğreneceğiz? Farklı düşünen, farklı gören kimselerle konuştuğumuzda yeni fikirler öğreniriz. Bizim göremediğimizi belki o görmüştür.

Her insan dünyada tektir, eşi ve benzeri yoktur. İlk insandan beri dünyaya gelmiş insanlar arasında birbirine benzer insan olmadı ve olmayacak. Her insan değerlidir, Tanrı değersiz hiçbir varlık yaratmaz. Yetenekler ve potansiyel, insanın içinde saklı kalsın diye verilmedi. Onları geliştirmek ve başkaları ile paylaşmak için verildi.

Hedefler, genellikle, hayallerden her zaman farklıdır. Hayaller, kişinin varmak istediği noktadır. Hedef ise, oraya nasıl gidileceğini gösteren programlardır. Hayaller, mücadelenin sonucunu belirleyen vizyon; hedef ise, başarılı olmak için atılan kişisel adımlardır.
Kişi, hayallerinin kendisini nereye götüreceğini çoğu zaman bilmez. Hedefi olmayan insanın sahip olduğu güçlerin hiçbir önemi yoktur, tıpkı barajı olmayan bir akarsuyun sularının boşa akıp gittiği gibi…

Ana temanın altını bir kez daha çizmek gerekirse; görmek, fizyolojik bir eylem olan bakmanın nihai amacı olmasına karşın, varlık ve onun çeşitli tezahürleri, her zaman görüş alanı içerisinde açık olarak bulunmayabilir. Yani, görmeyi engelleyen çeşitli dış ve iç etkenler olabilir. Bu gibi durumda “göremiyorum, öyleyse yoktur” gibi kalıpsal bir yaklaşım yerine, görüntüyü engelleyen nedenlerin ötesine geçebilmek, bireyin aklını ve sezgilerini bir bütün olarak seferber etmesi ile olasıdır.
Kant, “İnsan, aklını kullanarak sonsuzluğa uzanır.” demektedir. Aklını kullanarak sonsuzluğa uzanamayan insanın, orada göremediği “Varlığın” kanıtı, “Varlığın” yokluğuna kanıt değildir ve bu yaklaşım içersinde, aklın şüpheyi bile pozitif yönde kullanarak yaktığı o tek bir mum, Robert Alden’in dediği gibi, “dünyadaki karanlıkların tümüyle bile söndürülemez.”

KAYNAKÇA:
ARİFAĞAOĞLU, Ömer (Prof. Dr.) GÖZÜMÜZDEKİ UYUM MEKANİZMALARI
BENAZUS, Hanri DÜŞÜNCENİN ISTIRABI
DEMİRCİ, Senai AKIL ŞAŞILIĞI
GEÇTAN, Engin (Prof. Dr.) HAYAT
J. KRİSHNAMUTİ ZİHİN VE DÜŞÜNCE ÜZERİNE
SANVER, REMZİ IŞIĞI ARAYANLARIN HİKÂYESİ
ULUSOY, Ali DÜNYANIN DEĞİŞİMİ KENDİ DEĞİŞİMİMİZDE SAKLI
YILDIRIM, Halit DÜŞÜNCE KRİSTALLERİ (2007)

29.179 kez okundu
Paylaş

İlginizi Çekebilir

  • Organ Bağışı ve RitüellerOrgan Bağışı ve Ritüeller Dünya genelinde, "organ bağışı" bilincinin geliştirilmesi, kaynak ve farkındalık yaratma amaçlı kurulmuş vakıfların, STK'larının tüm çabalarına rağmen; organ bağışları son derece yetersiz […]
  • Bilimsel Yaklaşım ve İnanç ve Bilginin Aktarılma Yolu Olarak EzoterizmBilimsel Yaklaşım ve İnanç ve Bilginin Aktarılma Yolu Olarak Ezoterizm Bu yazımda bilimsel yaklaşım ve inanca kısaca değinmek istiyorum. Çünkü ne yazık ki toplumumuzun gittiği yön çağdaş dünyaya yakışır bir yön değil gibi gözüküyor ve bilimsel yaklaşım ve […]
  • İhtiyarlara Yer Yok!İhtiyarlara Yer Yok! İnternetin yararlı olduğunu da unutmamalı. Ondan sadece eğlence amacıyla istifade edenler için zor olsa da. Doğrusu internetin yararlı bir araç olduğunun giderek unutulması düşündürücü. […]
  • Tanrı olmasaydı O’nu icat etmek gerekirdiTanrı olmasaydı O’nu icat etmek gerekirdi "Tanrı olmasaydı biz o'nu icat etmek zorunda kalacaktık, ama bütün tabiat O'nun var olduğunu bize haykırmaktadır" şeklinde ifade etmiştir bize Tanrı anlayışını Voltaire. Ve keza: "Tanrı […]

Sosyal Medyada Takip Edin

Üye Olun

Yazarlar

Kategoriler

Takvim

Kasım 2024
P S Ç P C C P
« Eyl    
 123
45678910
11121314151617
18192021222324
252627282930  

Arşivler