Ev
Ne kiralamakla olur, ne satın almakla, ne yaptırmakla… Görünmez aynaların, görünmez bir imbikten, bin yıl süzülmüş ışıklarıyla olur.
O zaman, ne mutfak mutfak kokar; ne banyo karanlıkça bir rutubet kovuğuna dönüşür; ne partal terliklerle eski püskü ayakkabılar, giriş kapısının dışıyla iç yanını, depreme uğramış bir kavaf dükkânının ardiyesine çevirir.
Antrenin yanmış ampulü, bir hafta boyunca değiştirilmeyi beklemez.
Süpürge, leğen, kova, portakal sandıkları, kömür ve odun yığılmaz arka balkonlara…
Halı her zaman tozsuzdur, sigara tablaları her zaman temiz, masa her zaman çiçekli…
Duvarlarda, çoğaltılmış türden dahi olsa, sevilmiş tablolar vardır; anıları renklerinde saklı…
Geceleri, mızrak mızrak göze batmaz yanan elektrik.
Perdelerde çiğ gölgeler oynaşmaz…
Öylesine ustaca düzenlenmiştir ki abajurlar, sert rüzgârlı karanlıklar çökerken sokaklara, ılık bir aydınlıkta yüzmeye başlar ev…
—
Salt dekor da yetmez evin ev olmasına…
Büyük olması yetmez, küçük olması yetmez…
Çok uzaklara gittiğin zamanı bile; çekim alanının dışına çıkamayacağın bir mıknatıs olması gerekir, tabaklarında, bardaklarında, koltuklarında, yatağında…
Bir mıknatıs…
Çocukluk günlerinden kalma, buluğ yaşının hayallerinden kalma, ilk öpüşlerden, ilk kahvaltılardan, ilk çıkan kirazın paylaşıldığı akşam yemeklerinden kalma…
—
Evler vardır; kaçıp canını kurtarmak istersin…
Evler vardır; yalnız, soğuk, buz gibi…
Evler vardır; her gece bir çift cesedin üstüne, bir mezar taşı gibi kapanır kapısı…
Evler vardır; sofrası kurulmayan, yarım ısıtılmış bayat pilavdan ayaküstü birkaç kaşıkla hemen kahveye koşulan…
Evler vardır; penceresinin kırık camına yastık tıkılmış…
Evler vardır; “sobası tüten ve bir türlü yanmayan ve saati durmuş…”
Evler vardır; oda kapıları bitmeyen bir sinir patlamasıyla çarpılarak vurulur; taşla bir yılan başı eziyormuş gibi çarpılarak konur tabakları, bardakları masaya…
Evler vardır; gerilmiş yüzlerden canavar küfürleri çıkan…
Evler vardır; içinde kızarmış şişkin gözlerle dolaşılan ve hıçkırıktan başka bir şey duyulmayan…
Evler vardır; çocuk bezleri ortada, kirli çoraplar yatağın kıyısında, iki gündür yıkanmamış bulaşıklar mutfakta, öğleden arta kalmış ekmek kırıntıları daima sofranın üstündedir.
Evler vardır; cehennemdir, cehennemden beterdir.
—
Bir ev ahenginin ne olduğunu, daha doğarken öğrenmemişler, sonradan çok zor öğrenirler.
Çok zor öğrenirler, pijamayla yatak odasından çıkılmayacağını…
Çok zor öğrenirler, pabuçların yatak odasında çıkarılmayacağını…
—
Her sabahı yeniden tiril tiril yaratmak; her akşamı tükenmez bir sevgiyle sevecenliğin, güven veren gülücüklerinde yakutlaştırmak; ancak görünmez aynaların, görünmez bir imbikten bin yıl süzülmüş ışıklarıyla olur…
Unutulmayan yaş günleriyle, unutulmayan tanışma günleriyle, unutulmayan evlenme günleriyle olur…
Ufacık da olsa, sürprizli armağanlarla olur.
İki öpücük arasındaki “mersi”lerle olur.
Hırçınlıkların parantezlerini, “özür dileyerek” kapatmalarla olur.
Özeni gevşemeyen, mütevazı, ama süslü bir piyaz, taze kızartılmış bir beyin paneyle olur…
Güveçte pişirilmiş pastırmalı kuru fasulyeyle olur; makarna fırındayla olur; soyulup ikram edilen bir dilim elmayla olur…
Sık değiştirilen yatak çarşaflarıyla olur; yeni alınmış bir plak, yahut kasetle olur…
Yürekten kopup gelen sımsıcak sarılmalarla olur…
Ortak konuşma konularının repertuvarını, yaratıcı katkılarla genişleterek olur.
—
Ev…
İyi kötü herkesin bir evi vardır.
Ama, ev ahengini gerçek lezzetiyle yaşayabilmişler, o kadar azdır ki…
O yüzden de, gençken kaçıp kurtulmak isteriz evden…
Sonra gönlümüzcesini kurmaya çalışır; genellikle de başaramayız…
—
Sonunda da bükük boyunlu bir öksüzlük çöker yüreğimize…
Ya aradığını bulamamışlığın, ya artık hiç bulamayacağını anlamışlığın öksüzlüğü…
İlk Yayın: http://www.milliyet.com.tr/2005/07/18/yazar/altan.html