Evrenin Birliği ve Evrimin Birliği
Daha önceki yazımda hiçlikten varlığa ya da ölümden yaşama geçişi ve bunun bir döngü oluşundan bahsetmiştim. Peki evren bu düzeni nasıl oluşturdu? Bugünkü bilgilerimizle evren başlangıcından beri hiç durmadan hareket eden yapısıyla bizleri bu konuma getirmek için uğraştı durdu sanki. Yani evrimi oluşturdu. Evrim deyince elbette günümüz insanı canlının evrimini hatta özelde insanın evrimini anlar, ancak üzerimize bin yıllardır kurulan dini baskılar yüzünden evrim çoğunlukla hayvanda durdurulup, insanın ise yaratılmış olduğuna inanılır. Bilimin gerçek bilim olarak uygulanmaya başladığı çağların başında Charles Darwin, uzak denizlerde dolaşacak Beagle isimli bir Büyük Britanya askeri gemisine bindi ve onunla büyük bölümü Galapagos adalarında olmak üzere 5 yıl boyunca dolaştı. Bu adaların en önemli özelliği, bulunduğu yer ve yapısı nedeniyle bu adalara dışarıdan hiçbir canlı türünün ulaşamamasıdır. Yani oradaki türler tamamen o adalara özgüdürler.
Gemi askeri görevlerini yerine getirirken Darwin sadece gözlem yaptı ve notlar aldı. Ve bu notları evine döndükten sonra 20 yıl boyunca değerlendirdi. 20 yılın sonunda dünyayı bugün bile hâlâ yoğun tartışmalara sürükleyen büyük Evrim teorisini ortaya attı. Evrim teorisi canlıların dünyadaki evrimini anlatıyor olsa da, elbette bu kadarla kalmadı. Çünkü Evrim teorisinin, zamanla hak ettiği yerini buldukça, tek başına dünyadaki canlıların değil, aslında Evren’in evrim teorisi olduğu da anlaşılmış bulunmakta.
Önceki yazımda da belirttiğim gibi, bugüne dek evrende 22 çeşit amino asit bulunduğu tespit edilmiştir, bunlardan 20 tanesi dünyada bulunur. Dolayısıyla bizim evrenimizdeki yaşam ya da organik yapı bu aminoasitlerden köken almak zorundadır. Ayrıca bizim evrenimiz karbon temelli bir kimyasal yapıya sahiptir, yani evrende yer alan bütün moleküller karbon atomunun çevresine dizilmiştir. Bu da evrendeki homojenik yapının en büyük kanıtıdır zaten. Ve bu karbon alt yapısı nedeniyle bizim evrenimizde (başka evrenler varsa oraların fizik koşulları tamamen farklı olabilir), sadece oksijen ve flor gazlarıyla solunum yapılabilir ve bu solunumu yapan canlılar evrimleşebilir. Bu da, evrimin evrensel kökenine bir diğer kanıtı verir.
Ve son olarak evrenimiz ortak moleküler yapıda olduğu için evren içindeki organik ya da inorganik olan bütün yapı taşları tüm evrende aynı kökenden gelmektedir. Bu da bir önceki yazımın temel konusunu oluşturan teze ışık tutar. Hiçbir şey ölmez, her şey yaşar, çünkü canlı ya da cansız bütün maddeler sürekli olarak birbirine dönüşerek evrendeki maddeyi sabit tutmaktadırlar. Bizler evrenimizin kopmaz birer parçasıyız, bunu da bir diğer felsefeyle eşleyebiliriz elbette, vahdet-i vücut. (Başka bir yazının konusu)
Darwin zamanında elbette genetik bilinmiyordu. Darwin hayret verici büyük bir zekayla gözlemlerini Evrim teorisi gibi son derece büyük ve akılcı bir teoriye dönüştürmeyi başardı. Bu teoriye göre dünyanın oluştuğu koşulların getirdiği atmosferik olaylar sonucunda denizlerde ilk organizma kendini sentezlemeyi başardı ve insana kadar olan evrim süreci gerçekleşti. Ve Darwin zamanından bugüne özellikle dini çevrelerde bu teoriye karşı büyük bir karşı saldırı başladı. Ancak 1945 yılında Watson ve Crick isimli iki bilim adamı DNA’yı ayrıştırmayı başardılar. Artık genetik bilimi ayaklarını sağlam bir zemine basabilirdi ve sonraki bilimsel gelişmeler tüm canlıların ve elbette evrenin de tek bir kökenden çıktığını kanıtladı. Dünya üzerindeki evrim gerek atmosferik koşullar, gerek coğrafi koşullar gereği belli bir çizgi izledi ve 65 milyon yıl önce büyük olasılıkla çok büyük bir göktaşının dünyaya düşmesi sonucunda başta dinozorlar olmak üzere dünya üzerindeki canlıların yüzde 95’i yok oldu. Ancak geriye kalan yüzde 5 içinde bir canlı vardı ki, o ilk memeliydi ve insanın evrimine neden olan olaylar zinciri işte onunla başladı. Çünkü dinozorlar yok olunca dünya karalarındaki besin piramidinin tepesine memeliler oturmuştu. Bundan birkaç milyon yıl kadar önce ilk primat ortaya çıktı. Tam bu noktada yanlış bir kanıyı da düzeltelim, bu primattan eski dünya maymunları, yeni dünya maymunları ve insan türemiştir, yoksa insan maymundan türemiş değildir, bütün primatlar aynı ortak canlıdan türemişlerdir. Arzu eden okuyucularım ayrıntıları bilimsel evrim kaynaklarından izleyebilirler. (Örneğin Richard Dawkins- Ataların Hikayesi- Kör Saatçi)
Günümüzde artık 1945’ten beri büyük bir gelişme kaydeden genetik bilimi sayesinde, sadece primatların değil ama önce bütün canlı türlerinin sonra da bütün maddi evrenin tek bir kökenden geldiğini saptayabiliyoruz: Büyük Patlama. . (Başka bir yazının konusu)
Bilimsel verilere göre yeni bir tür-elbette binlerce yıllık bir gelişme sonucu- gerek radyasyon, hava sıcaklığında ani değişmeler, coğrafi olarak aynı türün birbiriyle bir daha buluşamayacak şekilde ayrılması, ani ısınma, ani soğuma gibi dış etkenlerin genlerde değişikliğe yol açması, gerekse çiftleşme sonucunda yeni oluşan embriyonun ilk bölünmeler sırasında genlerinde ortaya çıkabilecek değişiklikler nedeniyle mutasyon geçirmesi sonucu oluşur. Böylece daha önce aynı olan iki ayrı canlı ortaya çıkar. Bunlar artık birbiriyle çiftleşemez ve döl veremez hale gelirler. Zaman içinde dış görünümlerinde oluşan değişiklikler sonucunda artık iki ayrı türden söz edebilir hale geliriz. Ayrıca evrimimiz içinde tüm türleri ilgilendiren- örneğin gözün evrimi gibi- bazı değişiklikler vardır ki, zaman içinde oluşan mutasyonlar her türde, o türe özgü bir işlev gerçekleştirecek şekilde ortaya çıkar ki o türün işine yaramayan özelliklere sahip olan canlılar zaten o popülasyondan elenmektedir. Örneğin insana benzer gözlere sahip bir arı olduğunu varsayın, bu göz arının bir işine yaramayacağı için o arı kendi popülasyonu içinde üreyemeden ortadan kalkacak, böylece onun gen havuzu da toplumdan silinmiş olacaktır.
Hepimiz tek bir kökenden geliyoruz demiştik. Evet bugün artık insanın ve hemen hemen tüm canlı türlerinin gen haritaları çıkarılmış durumda ve genlerimizin biyolojik yapısı da ortaya kondu. Buna göre 20 ayrı amino asidin sentezlediği protein zincirlerinin birleşmesinden oluşan gen parçaları DNA molekülünü oluşturur ve bu, dünya üzerindeki bütün varlıklar için ortaktır. DNA üzerindeki genlerin diziliş tarzları ve sayıları bir türü belirlemekte ve aynı alt maddelerden yapılmış protein moleküllerine sahip canlıların bir kısmı ağaç olurken bir kısmı insanı oluşturmaktadır. Öyleyse insanın diğer canlılardan üstünlüğü nedir? Aslında bilimsel olarak üstünlüğü yoktur ancak, insan, tarihin bir yerinde ayağa kalkmış- Homo Erectus- ve iki ayağı üzerinde durunca elleri serbest kalmıştır. Elleriyle avlanmış, toplayıcılık yapmış ve elleriyle bir şey yaptıkça beyniyle yaptığını düşünür olmuş, bu elinin motor becerilerini geliştirmiş, motor becerileri gelişen el beynin düşünme kapasitesini artırmıştır. Böylece insan soyut düşünme yeteneğine kavuşmuş, bu sefer de nasıl ortaya çıktığını ve son olarak da neden ortaya çıktığını düşünmeye başlamıştır. İşte bu “neden” sorusu felsefeyi doğurmuştur. (Başka bir yazının konusu)
Yüzyıllar boyunca bilim ve felsefe birbirlerine düşman kardeşler olmuşlardır. Ancak bugün artık özellikle Noetik bilimin gerçekleştirdiği ilerlemeler sayesinde, kuramsal fizik alanındaki insanlar Kuantum teorisi ile genel göreliliği birleştirme yolunda sicim teorisi ile büyük adımlar atarken, yani her şeyin teorisine ulaşmaya çalışırken, aynı zamanda bilimin nasılının içine felsefenin nedenini sokarak bilimsel felsefeye de ulaşıp tüm yaşamın teorisini ortaya koymaya çalışıyorlar. Bu noktaya bazen metafizik te deniyor ama metafiziğin zamanla gelişip bilimi ve felsefeyi ortak çatı altında toplayabilmesi de söz konusu. Ama bu da başka bir yazının konusu elbette…