Gerçek Algımız Güvenilir mi?
Algıladığımız dış dünya beynimizin duyu organlarından aldığı verilerle yeniden oluşturduğu bir tür canlandırma.
Dış dünyanın simülasyonunu izleyip, tepkilerimizi ve hareket yöntemimizi belirliyoruz.
Örneğin gözlerimiz bir görüntüyü optik olarak sinirlere ulaştırıyor. Bu görüntü küçük elektrik sinyalleri olarak beyne iletiliyor. Beynin pek çok bölgesi görme için belli işlevlere sahip. Refleks gerektiren bir durum söz konusu ise ani kaçınmayı gerektirecek kadar bilgi hızla işlenip, kaçınma refleksi için bilgi anında değerlendiriliyor. Hızla gelen bir sinek ya da taş karşısında ani bir kaçış ya da göz kapağını kapatma gibi. Ancak daha detaylı bir görüş için daha gelişmiş bir algılama prosedürü başka beyin bölgelerinde gerçekleşir. 57-70 metre uzaklıktan bir tanıdığımızı görüp, kim olduğunu çıkartmak düşündüğünüzden daha karmaşık olabilir. Sadece gördüğünüz görüntüyü algılamak yetmez, beyniniz anılardaki görüntüler ile karşılaştırıp, bir tanıma işlemi gerçekleştirir. Bu günümüzde bilgisayar sistemlerinin gerçekleştirdiği yüz tanıma işleminden daha karışıktır. Zira tanıdığınızı arkadan, kafa yapısından, saçının görünümünden, boyundan, yürüyüş şeklinden (örneğin aksamasından), giysilerinden karma bir şekilde algılayıp tanıyabiliriz. Tabi yanılma payı her zaman var.
Peki, gözün retina bölgesine düşen, dış dünyanın ters görüntüsü nasıl olup da düzelir? Gözlerin kör noktaları olsa da bu her iki gözden alınan verilerin işlenmesi ile tamamlanır ve eksiksiz bir görme sağlanır. Yine hızla yaklaşan bir aracın yaklaşık ne sürede sizin bulunduğunuz yere ulaşabileceğini anlayabiliriz. Bütün bu karmaşık işlemleri nasıl olup da son derece kısa bir sürede gerçekleştirebiliyoruz? Bu sinir bilimin ilgilendiği bir alan. Tam olarak nasıl olduğu konusu hakkında kesin bir cevap yok. Ancak beynin 30 kadar bölgesinin bu işle ilgili olduğu düşünülüyor. Aynı zamanda dış dünyanın gözlerimizin retinasına düşüp bu bilgiyi algılayan hücrelerin kendi algıladıkları veriyi beyne iletmeleri bu bilginin bir görüntü olarak işlenip yeniden oluşturulması sırasında bir miktar zaman geçiyor. Oysa gözünüze doğru yaklaşan bir sinek fark edildiği anda beyin kısayolları kullanarak göz kapağını anında kapatıyor (tamam, genellikle gözümüze kaçıyor o gariban sinekler ama bazen de işe yarıyor ve hem sinek hem de gözümüz kurtulabiliyor). Bu kısım kısa süreli bir etki tepki durumu. Oysa iki gözümüzden gelen 3 boyutlu algılanan ve beynimizin kim bilir hangi bölgelerinin birlikte çalışmasıyla yeniden oluşturulan dış dünya görüntüsü bir miktar gecikme ile algılanmış oluyor. Oysa refleks ile değil de sıradan hayatımızı sürdürürken yaptıklarımız bu tür gecikmelere tahammül edemez. Örneğin kahvenizi almak için uzandığınızda beyniniz bahsettiğim simülasyonu mili saniyelik gecikmelerle bile yapsa kahveye uzanırken çarpıp dökebilirsiniz (tamam kazara ben de arada çarpıp döküyorum ama bu genele yayılamaz, endişe etmeyin).
Beynimizin görüntüyü anlayabilmek ve değerlendirmek için yeniden oluştururken bir miktar geciktiği ancak, hayatta kalmaya çalışan bir organizmanın böyle bir gecikmeden ölümcül olarak etkilenebileceği düşünülebilir. Zira sadece insan beyninden söz etmiyoruz burada. Bizimle birlikte evrim geçirmiş tüm canlıların beyinlerinde benzeri mekanizmalar bulunabilir. Görüntüyü yeniden yaratacağım derken, meydana gelen bir gecikme tonla aksaklığa sebep olabilir. Kimi bilim insanları bu durumun beyinde bir tür zaman makinesi ile çözüldüğünü öne sürmektedirler. Öyle bir telafi mekanizması düşünün ki, beyin yaklaşan trenin yanınıza ulaşması için gereken zamanı tam olarak hesaplasın ve aynı anda gecikme nedeniyle olduğu yerden daha geride bulunan tren görüntüsünü tam olarak o anda gerçekten bulunduğu yerde oluştursun. Bilim insanları bu durumu çözdüklerinde beynimizin çalışma mekanizmasını daha iyi anlayacağız. Olanın bitenin beynimizde yeniden canlandırılması ise son derece ilginç ve çekici. Gerçeği olduğu gibi mi algılıyoruz sorusunu gündeme getiriyor.
Hep göz ve görme üzerinden örnekler vermiş olsam da, tüm duyu organlarımızın benzer şekilde aldığı sinyalleri beyne ilettikleri ve bu sinyallerden yola çıkan beynin dış dünyayı algılamak ve simülasyonunu oluşturmak için bu sinyalleri kullandığı düşünülebilir.
Gerçeği yeniden oluşturmak ve onu algılayabilmek için yeniden yaratmak nasıl bir şey?
Tıpkı uzaktan kumandalı bir dronu kameradan gelen görüntülere bakarak uçurmak gibi. Orada dronun içinde olmamakla birlikte oradaymış gibi tepkiler verebiliyoruz. Adeta, bilincimiz o dronla birlikte vücudumuzdan uzaklara taşınmış oluyor.
Belki de bu, gerçek anlamda bir vücut dışı deneyim olarak nitelendirilebilir. Astral seyahat gibi değil üstelik, biraz eğitimle herkes bir dronla vücudunun dışında bir yerlere uçabilir.
Asıl dikkat çekmek istediğim şu: Eğer beynimiz dış dünyayı algılayıp, yeniden bir simülasyon oluşturup, dış dünyanın karmaşıklığını daha anlaşılır kılıyorsa, hakikat dediğimiz şey de gerçeğin kendisi değil de aslında bir tür simülasyonu olacaktır.
Tüm beyinler aşağı yukarı birbirine benzediği için simülasyonların da birbirine benzeyeceğini öngörebiliriz. Ancak yine de küçük yorum farklarının olması beklenebilir. Bu nedenle hakikat için objektif bir anlayış geliştirmek mümkün olmayabilir.
Akıl Hastalıkları
Gerçekler ile bağlantının kopması gibi sonuçları olan kimi akıl hastalıkları bu yaklaşımla daha kolay anlaşılabilir. Dış dünya algısı eğer bir tür simülasyon ve yorumsa bu işlemler sırasında beynin bir bölümü bozuk olduğu için gerçek algısını yanıltacak bir takım değişikliklere neden olabilir. Kaynağı belli olmayan görüntüler, sesler duymak. Var olmayan kişiler görmek, onlarla iletişim kurmak gibi gerçekte olmayan durumlar hakikatmiş gibi algılanabilir. Çevrenizde bu durumu fark eden birileri bulunmuyorsa ve bir şeyler yapmazlarsa böyle bir durumdan nasıl çıkılabilir?
Belki de bu yüzden bir mutlak hakikat algısı geliştirmek düşündüğümüzden daha zordur.
Peki hakikat nedir?
Bu konuda gerçek ve hakikat’in kelime anlamı olarak birbirini tam örtmediğini düşünen kimi yazarlar vardır. Örneğin bir nesnenin diyelim ki bir kahve kupasının varlığı bir gerçek iken. Onun zihnimizde canlandırdığımız (yukarıdaki anlatımla bağlantılı olarak simülasyonu) hali ise hakikattir.
Bu düşünceye göre gerçek insan bilincinden bağımsız mutlak olan bir kavramdır. Ancak diğer taraftan insan bilincinden bağımsız olarak gerçeği nasıl kavrayabiliriz ki? Dış dünyadan gelen her türlü bilgi bilincimiz tarafından bir işleme tabi tutulur. Ayrıca bizim var olmamız demek, bilincimizin var olması demektir. Zira varlığımızın ve evrenin varlığının ancak bilincimiz sayesinde fark edebiliriz. Bilincimiz yok olduğunda gerçek maddesel varlığımız hala bulunsa da bilincimizin algıladığı hakikat artık yoktur. Ancak bu durum görelidir. Bizim için hakikat olmayan ama gerçek olarak yerinde duran kahve bardağı başka gözlemcilerin işe dahil olması durumunda her birinin kendi hakikatine dönüşecektir. Dil bilim olarak aynı olan kavramı ifade eden, biri Türkçe, diğeri Arapça kökenli ve aynı anlamlı iki sözcüğü bu şekilde anlam farklılaşmasına tabi tutmak, kavramları açıklamaya çalışırken işi kolaylaştırıyor gibi görünebilir. Ancak en güvenilir bilim insanlarının bu durumu ve algımızın tam olarak nasıl çalıştığını anlamaları ile olabilir. Felsefi açıdan, üçüncü bir kavram belki bilim adamları sayesinde ispatlanabilir. O kavram ise Doğru kavramıdır. “Doğru” var olan bir kahve kupasının hem gerçekte hem de beynimiz tarafından algılanan hali ile birbirinin aynı olmasıdır.
Hakikat hepimiz için aynı şeyi mi ifade eder?
Fredrich Nietzsche İyinin ve Kötünün Ötesinde isimli kitabında “ahlâk filozoflarının pek çoğu, yüreğin süzgecinden geçirilmiş ve soyutlanmış bir arzunun gerekçelendirmesini bize sunarlar. Diğer bir değişle bu filozoflar kişisel olmayan mantıksal akıl yürütmenin işe karıştığı karmaşık analizleri ortaya koyar gibi görünür, fakat en sonunda kendilerinde mevcut olan önyargıların doğru olduğunu göstermeye çalışırlar (*).
Dolayısıyla gerçek olarak tanımlayabileceğimiz örneğin bir erik meyvesini nasıl algıladığımıza ilişkin durum söz konusu olduğunda hakikat durumundaki erik hepimize göre farklı olabilir. Bu hakikat durumu farklı olarak algılansa da onu bir başkası ile paylaştığımızda durum farklılaşabilir. Biz eriğin olgunluğu üzerine yoğunlaşmışken. Bir başkası kabuğunun parlaklığı, bir diğeri ise üzerindeki kurt deliğine dikkatimizi çekebilir. Beyinlerimiz birlikte çalıştığında hakikat algımız bu şekilde değişebilir. Aynı durum soyut kavramlar için de geçerlidir. Üstelik soyut kavramlar gerçeklik gibi gözümüzün önünde de durmaz. Yine de birlikte düşünmek ve araştırmak tek olarak bunu yapmaya çalışmaktan daha zengin sonuçlar verebilir.
Bir kavram karşısında ne kadar çok düşünürsek ve araştırırsak araştıralım, bu durum bir başkasının daha öncekilerden hiç birinin düşünemediği bir hakikate parmak basana kadar sürer.