Güleriz Ağlanacak Halimize!
“En büyük cihad zalimin karşısına çıkıp… “Sen Haksızsın!” demektir.” Hz. Hüseyin (Din uğruna, o dini getiren peygamberin katledilmiş torunu)
” İlk önce seni umursamazlar, sonra sana gülerler, sonra seninle kavga etmeye başlarlar ve sen kazanırsın…” Ghandi
Kişi kendinden emin olmazsa, kendine güvenmezse, birey olamamışsa; tüm farklılıkları yok edip içini ferahlatmak ister. Diğeri onun için tehlike gibi gözükür. Bu toprakların hastalığının temelidir bu. “Benim olsun” ya da olamıyorsa hiç değilse “benim gibi” olsundur bu çıldırmanın özeti. Bir başkasına ayar vermek, yoluna çıkmak, kendine değil de diğerine reçete vermek; aynaya baktığında kendi dışında herkesi görmek bu hasta toprakların işidir. Bu topraklara aydınlanmanın yaşattığı evrim yansımayıp; kitlenin isteği ile değil de kitleye rağmen medeniyet-kültürün ışığı getirilmek istendiği için zaten göremeyen gözler hepten kör olmuştur.
Kitleler içinde temel olarak 3 tip insan vardır. Bir: Bilmeyen vardır kendini, düşünmeyen sayısı çokçadır, iki: Yola koyulan iyi-kötü bilmeye çabalayanlar vardır, üç: Bilen, düşünen, konuşan, tanımaya çabalayanlar ki bunlar azınlıktadır ve son olarak da arasak da bulamayız düşündüğünü, bildiğini, konuştuğunu yaşayan “Gerçek İnsan”ı…
Geri kalmış toplumlarda davranış bozuklukları çokça görünür. Bir gencin naklen öldürülmesini takiben il yönetiminden beyanlardan biri de şöyle olur: “Bu olayı şu şehre mal etmeyelim…” Her rezillik, çamur ve pislik sonrası yer aldığı ilden il dernekleri, il yetkilileri ve yöneticileri bu saçma ezber beyanları rezilliğin boyutunu maalesef iyice artırır.
Aidiyet bağını doğduğu toprak parçası ile sınırlayan, kendini bunun ile tanımlamakla yetinen beyinlerin savunma mekanizması da budur. “Merhaba” der demez “Nerelisin” diye soran yapıdır bu. “Aman yaşadığım toprak parçasına laf gelmesin, varlığımın temeli budur, onun ile birlikte ben de yıkılırım zira ürettiğim tek değer bu değer olmayan şeydir. Askerde boşuna aynı ilden gelenlere “Toprağım” diye saldırıp, salya sümük sarılırken diğerlerine burun kıvırmam bundandır.” der bu yapı. İşte tam da bu yüzden büyük harf ile “İnsan” olabilmek zor iştir. Toleransın sınırları bazen cidden zorlanır. Tunç Turanalp’in dediği gibi: “3 kuşaktır İstanbul’da yaşayıp da halen kendini başka illerden görenleri, örneğin bir il derneği gecesinde kendinden geçenleri bir türlü anlayamamışımdır. Çok merak ediyorum, Londra’da “Yeşil Manchester’lılar” veya New York’da” Şirin El Paso’lular” gibi dernekler var mıdır?”
Yeni sözde kültür ve değerleri diğeri sayılana hırsla itelenir. Bu devirde sevgililer gününe, yılbaşı kutlamasına sayan sayanadır. Her türlü bilgisiz, altyapısız birikmemiş birikim sıralanır; yok Hristiyan’mış, yok Kapitalizmin ıvır zıvırıymış yok ilan verip “neyin parçası olduğunuzu bilin” komedileri, burada da milliyetçilik soslu din bezirgânlığı görev başındadır. Kişi ister Çin yeni yılına girişi kutlar isterse Miraç kandilini ve bu bir diğerini ne mi ilgilendirir? Koskoca bir “HİÇ!”.
Bu toprakların öğrenemediği şey kendi yolunu, fikrini paylaşırken diğer insanların yoluna arsızca, seviyesizce üst perdeden sarkmamak gerekliliğidir. Kişinin yaşam biçimi, neyi kutlayıp kutlamadığı “Bak şimdi seni bilinçlendireceğim” bilinçsizliğinden çok uzaktır.
Bu yapıya herhangi bir günü örnek verseniz vereceği cevap aynıdır: “Anneler günü mü olur o zaten her gün, ama olmuyor milli değerlerimiz, gelenek-görenek soslarımıza uygun değil, hepsi tüketim kültürünün bir parçası… vs…” Kendine bile aynada tahammül edemeyen yapının söylemleri on yıllardır aynı naftalin kokulu ezberlerdir. Yaşamın her alanına sarkmak en üst irade de sıkça kullanılıp gayet normal karşılanınca aşağıda da densizlik yapanlar çoğalır.
Tek bir cevap vardır bir bilen görünümlü sözde her şeye hâkim bir diğerinin yaşam şekline sarkıntılık yapanlara: “Sana Ne!” Ama o arsızlığa mutlaka ince bir kılıf bulacak, değer pazarlamasına devam edecektir…
Bu topraklarda, sabah haberleri şöyle olabilir; köpekleri birbirine saldıran aileler birbirine ateş açtı: 2 ölü; iki ev arasına duvar örülürken duvarın yeri konusunda kavga çıktı sonuç: ailelerden 1 ölü 2 ağır yaralı; birbirinin tarlasında hayvan otlatmaktan çıkan tartışma: 2 ölü; “Gavat” denilene dava açılan bir ülke… Kaldırımdakilere su sıçratan otobüse ateş açılıp, bir çocuk yolcu vurulurken; off-road yarışlarında (ki anlaşılabileceği gibi çamurda yapılır) izleyenlere çamur sıçradı diye grup halinde meydan muharebesi yaşanan gelişmemiş kabile ruhlu yöre-töre-kan bağı güdümlü yapının egemen olduğu topraklardan bazen çok şey bekliyor gibi gelir insana. Hep güler “alt insan” bu durumlarda ağlanacak haline. Apartman ismi olarak en çok “huzur”u kullanıp huzur bulamayan yapıdır bu. Üstün Dökmen’in dediği gibi; apartmanda yaşayanlara “apartman sakini” deyip birbirini gırtlaklayan feodal kültürdür. Okul tuvaletindeki lavaboya iki vida eksik koyarak çocuğun başına düşüp ölümüne sebep olan günü kurtarmacı kokuşmuşluktur.
Paçasına sıçraya bir damla çamur için ağzından salyalar akarak ölümüne cenk eden bünyeyi yönetenler onları soyup soğana çevirdiklerinde yapı “padişahım çok yaşa” nidaları ile yeri göğü inletmektedir. Arsızlık, erdemsizlik böyle bir şeydir işte; değerler buharlaşınca kalan kap budur… En sevilen bir tepki çeşidi de: “Bunlar dünyanın her yerinde oluyor, sen ne demek istiyorsun, biz var ya biz nelere kadiriz aslında…” tipi kendine kendini propaganda yapan acınası yapıdır. “Sabır, ikinci akıldır” diyor Keykavus… Yaşamda adaletsizliğin hâkim olduğunu hissedildiği anlarda akla hep bu gelir.
Bireysel özgürlük alanına el uzatıldığı, diğeri gözükenin hayat tarzına sarkıldığı, bağıra çağıra iletişimin ve en yüksek sesi çıkaranın haklı ve galip sayıldığı, herkesi iyiliğine birilerinin karar verdiği, zalim bile olsa ebedi mağdur algısının pompalandığı, ajitasyonun alıcısının hazır olduğu geri kalmış ülkeler hak ettikleri gibi yönetilirler. Bu yapılarda üst irade tarafından hak bilinip had bildirme, terbiyesizce ayar verme, ahlak dayatma, günlük yaşamı şekillendirmek gayet normaldir. Bir Kızılderili sözü şöyledir: “Öfkeli konuş… Göreceksin ki, pişman olacağın en güzel konuşmayı yapacaksın.”
Mutlak güç mutlaka şaşırtır insanı. Yönetenlerin yanında aydın, entelektüel birikim sahibi insanlar kalmayıp onların yerini carlayanlar alırsa; kişinin yanlışlarını gösterenler yerine dalkavuklar her geçen gün artarsa bireyin duvara toslama olasılığı artar. Çevre kişiyi güç sarhoşu yapar ve sonu malumdur. İktidar ve güç aşkı yönetenler için tek güdü olup hırs da tavan yapmış halde ona eşlik ederse bunun sonu insana sorulan şu temel soruya gelir. Birçok şeye sahip bir insana sorulur: “Daha ne istiyorsun”. Cevap insanın özünün çamurunu, evreni versen doymayacak bünyesini tarif eder: “Daha fazlasını!”
Bu topraklarda üç kere yüce Hermes olmak için gerekli altyapı oluşmadan güce kavuşulur ve böylece Sezar olunur. Güç ve paye ile birlikte önceden bünyede olması beklenen erdemler, sorumluluk ve ölçülü olma hali varsa bile kaybolur ve yönetenler “Hermes gibi” olmak yerine “Herkes gibi” olur. Kim çıksa, ne laf etse durmaksızın tekrar eden aynı kelimler ile milletin beyni yıkanır. Kelimelerden tiksindiren bir I.Q. düzeyi sürer gider ki bu çok “Manidar”dır! İnsanları aptal yerine koyma tavrı, tavan yapar hatta Nirvana’ya da erer.
“Benim Milletim, benim vatandaşım” diyerek sahiplenmeci bir tutumla “Ben sizin babanızım” garabeti bu toprakların vazgeçilmezidir zira çok kolay satın alınır. Bireysel özgürlük alanına dalış da hemen peşi sıra gelir. “Bir bilen”ler kendine her şeyi hak görür. Sezar modelinin dili ve tonu değişmez zira o modelin oynayanlar geri adım atamaz atarsa hiçliğe doğru hızla gider. Kendi gücünün kurbanıdır. “Senin için neyin iyi olduğuna ben karar veririm” der, ta ki bünye istifra edene kadar.
“All religions are business” diye bir söz vardır. Bu sözü ikiye ayırabiliriz. Bir, bir dini samimi şekilde inanç dünyasında yaşayanlar. İnanç sistemi sahibi olan birisi olarak her türlü inanca saygı duyarım sonuna kadar. İki, onu kullanarak ve diğer insanları bir sürü görüp güderek yaşayanlar. Yani dindarlar ve dinden geçinenler. Aynı ölçüt tüm değerler için düşünülebilir.
Kalp gözü ile “Kaynağa” bağlanmayı seçmeyip, dünya malını tek odak haline getiren, din- inanç tüccarı olmak çok daha kolaydır. Dinden geçinen din bezirgânları eşeğin kulağına suyu kaçırıp zirve yapınca kirlilik ve rezillik her yöne dağılır. “Öl de ölelim”in sonu budur. Koşulsuz biat mekanizması budur. Gözü görse, kulağı duysa sonuna kadar kabul etmeme, binbir bahane ile inkâr etme ve hatta zeytinyağı kıvamında üste çıkma ve saldırma devamında gelir. Kişinin tüm iradesini, birey olma hakkını, özgürlüğünü, her şeyini teslim ettiği bir sözde üst irade varsa onun tüm tasarruflarına da katlanır.
“Üç kere Yüce Hermes” olmak ancak hak edersen, yaşamdan demlenirsen geldiğin mevkie çok şeyler katarak mümkündür. Bu coğrafyanın hastalığı ise altyapısız hırsın egemen olması, inancı kullanmanın sınırlarının zorlanması, bağır bağır bağıranın, posta koyanın haklı görülüp gelinen koltuktan beslenilerek yönetenin küçülmesidir.
Kültür denen yöresellik bir nehir olarak medeniyet denizine akmıyorsa ve evrensel uygarlık okyanusu ile bütünleşmiyorsa arkaik kalır. Bir ülkenin gelişmişliği ise trafikte davranışları ve yolda yürüyüşünden belli olur. Toplumsal ilişkilerde saygı ve sevgi bir arada olursa toplumlar medenileşirler. Denildiği gibi: “Sevgisiz saygı yalakalık, saygısız sevgi laubaliliktir”. Meraksızlık ve aptala yatmanın dayanılmaz çekiciliği de bu coğrafyayı sarmıştır. Yönetenlerin toplum aptal olsun isteği ise kolay biat etmesini istediği içindir. Fazla kurcalamasın, böyle geldi böyle giderci olsun ister. Kalitesizlik, kitleye muhafazakârlık diye yutturulur. Vasatın ideal olan olarak sunulduğu, bataklıklar kurumaya mahkûmdur.
Tüm geniş kitleler için geçerli hareket mekanizması Cem Yılmaz’ın ima ile dediği gibi: “Tamamen duygusaldır!” Yani “Dünyanın en küçük kemanı!” Amerikalıların da dediği gibi… Bunu gizlemek için de oturup sözde değerler üretir. Para, mevki, paye hırsı seni senden çalarsa insanın özü yani çamurlaşma her alana yayılır. Hele ki aç ve gelişmemiş toplumlarda “Yesin ama yapsın da, yenisi gelince o da yiyecek hiç değilse eskiler yedi yedi az buçuk doydu” ile de birleşince iğrençliğin boyutları da arşa erer.
Sunay Demircan şöyle yazıyor: “İnsan, kendine benzettikleriyle birlik olmayı, kendine benzemeyenlerin istilasından korktuğu için tercih eder. Nitekim diğerleri de buldukları ilk fırsatta işgal eder. Bu nedenle insan, işgalden korunmak için birliktelikleri güçlendirme ihtiyacı hisseder. Ve oturup ‘değer’ üretir.
“Biz bir aileyiz”, “Biz bir milletiz”, “Biz bir ümmetiz”, “Biz bir partiyiz”, “Biz bir devletiz”
“Dilimiz, sınırımız, bayrağımız, kültürümüz, tarihimiz, ideolojimiz…”, “Ahlak, gelenek, tüzük, töre…”
Yazılı olan ve olmayan yasalar hazırlanır. Organizasyon kurulur, iktidar ve otorite tesis edilir… Kendi eliyle kurduğu organizasyonun, iktidarın, yasaların oyuncağı olmuş insan; diğerlerinin işgaline karşı kendini korumak amacıyla yarattığı değerler üzerinden birbirini yargılar, mahkûm eder, siler-süpürür, yok eder. İnsan bu dur!”
Bu topraklarda belli bir bilinç düzeyine sahip insanların yaşaması zordur, bazen ise iyice zorlaşır. Yine de yılmadan, vazgeçmeden ve asla ümidini kaybetmeden her daim düşünce üretimi, omurgalı duruş çabası devam eder.
Zifiri karanlık içinde ufacık bir ışıktır “Umut”… Birer “Anka” olabilmek zaten netice ile ilgili değil, bizzat bir görevin parçası olmakla ilgilidir. O söyleyip yapan, bilip uygulayandır.
“Müziğin sesini duymayanlar dans edenleri deli sanıyor” Nietzsche
“Her aptal kendini beğenen bir aptal bulur.” Boileau