Hakikati Aramak
İnsanlar her devirde hakikati arama konusunda ilgi ve çaba göstermişlerdir, bende sizlere İlk Çağ ve ortaçağ felsefesi düşünürlerinin hakikati arama çabaları ve görüşleri hakkında özet bilgiler sunmaya çalışacağım,
Öncelikle Hakikat ‘in kelime anlamını tanımlamakla sözlerime başlamak istiyorum;
Kavram olarak Hakikat felsefede “ nesnel gerçeğin düşüncede yansısıdır” şeklinde tarif edilmektedir. Hakikat her ne kadar gerçek kavramı ile özleştirilmekteyse de , garçek kavramının asıl anlamı ile karıştırmamak için felsefesel kullanımda yeğlenmelidir. “Gerçek, nesnel gerçekliği” “hakikat’se bu nesnel gereçekliğin zihnimizdeki öznel yansısını dile getirir”. Örneğin elimizde tuttuğumuz kalem gerçek, onun zihnimizde yansısı ise hakikattir. Hakikat kavramının gerçek ( reality) veya doğruluk ( justesse) deyimleri ile dile getirilmesi birçok karışıklıklara neden olur. Hakikat gerçek veya doğruluk ile eş anlamlar değildir ancak birbirine bağımlı kavramlardır ve doğruluk hakikatin vazgeçilmez koşuludur. Hakikat gereçeğin kendisi değil onun zihindeki yansısıdır ve düşünce ile nesnesi arasındaki uygunluğu dile getirir.Hakikat her zaman somuttur, bu onun her zaman somut koşullar içinde gelişmekte olmasından ötürüdür.
‘Hakikat’ sözcüğünün, Tanrı’yı tanımlamadığı, ‘Gerçek’ sözcüğü ile eş anlam taşıdığını savunanlar da bulunmaktadır. Bu tanıma göre, karşımıza çıkan ‘Hakikat’, sadece pozitif bilimler yolu ile saptanıp, deneylerle kanıtlanmış olan gerçeklerdir. Bu görüşün ilk çıkarımı olarak da bu iki sözcük aynı anlamda kullanılmaktadır.
Şimdi tarih boyunca bu konuda ileri sürülen çeşitli kuramları sizlere sunmaya çalışacağım;
İlk çağın Hint, Çin gibi köleci toplumlarında evrenin bir ana gereçten yapıldığı öne sürülmüş ve (temel özelliği yer kaplama olan varlık , duyularla algılanabilen, bölünebilen, ağırlığı olan nesne, madde) anlamındaki özdek kavramı olarak tatlı, acı, tuzlu ekşi gibi izlenimlerin su, ateş, toprak, tahta, maden gibi özdeklerden doğduğu ve evrende olumlu ve olumsuz ilkel parçacıkların var olduğu düşünülüyordu. Eski Hint metinleri olan Vedalarda evrendeki tüm varlıkların bunlardan meydana geldiği ileri sürülmüştür. Antik çağda Yunanlılar varlığın kökü olarak Arkehe diye bir özdek bulunduğunu ileri sürmüşlerdir. İlk Yunan bilginleri doğayı gözleyen ve doğanın yapılışını doğadan çıkarmaya çalışan doğa bilginleriydi.
İnsanlık için hakikati arama ve ögrenme isteği her devirde merak konusu olmuş ve bulunduları devrin bilgi ve düşüncelerine göre filozoflar en azından bilinen eserlerinde M.Ö 6 y.y dan bu yana tabiatın,hayatın veya yaşamın kaynağına ilişkin görüşlerini savunduklarını görürüz;
Thales (İ.Ö 624-546) herşeyin ana maddesinin yani kaynağının su olduğunu düşünmüştü, ( yunanca Hyle) ve onu canlandıran güç olarakta suyun içinde bulunan yunanca Zoe dediği özdeğin olduğunu söylemişti. Bu nedenle de onu izleyen öteki Miletlilerin öğretilerine “canlı özdekçilik” ( Hylozoisme) adı verilir.
Thales’i izleyen Anaximondros (İ.Ö 611-546) ise varlıkların sonsuz çeşitliliği içinde ilk özdeğin doğrudan algılanamayacak bir özdek olduğunu düşündü ve sonsuz sınırsız madde anlamında “apeiron” adını verdi. Apeiron birçok varlık durumuna geçebiliyordu ve bu suda olabilirdi. Bu tanımlama özdek kavramını ilk defa somuttan soyuta aktarılması bakımından çok ileri bir aşamaydı. Bundan başka Anaximondros apeiron un “bütün karşıtlıkları içinde taşıdığını” ileri sürmekle diyalektiğin temel yasasını da gözlemlemiş olmaktadır. Ona göre bu karşıtlıklar çeşitli olgu ve olayların varlaşma nedenidir, sıcak-soğuk, kuru-yaş vb.herşey hep aperiondan çıkar ve varlıklar böylelikle meydana gelirler diye savını ortaya atmıştır.
Anaximenes (İ.Ö 585-528) ise aperion unu yeniden somuta dönüştürmek istemiş ve ona hava adını vermiştir. Çeşitli varlıkların meydana gelişini hava ( yunanca: Aer) in seyrekleşmesi veya sıklaşması ile açıklamaya çalışmıştır. Anaximenes’e göre de bu hava canlı bir havadır, nasıl soluklarımız bizi canlı tutuyorsa havada evreni canlı tutmaktadır. Görüldüğü gibi Anaximenes canlılık anlamında ve özdek niteliğinde bir ruh ( Yunanca: Psykhe) kavramıda ileri sürmüştür. Anaximenes’a göre doğa olayları sürekli olarak kendi karşıtlarına dönüşürler, karşıtlar bir ve aynı şeydir, ve en güzel uyum bu karşıtların kavgasından doğar. Ona göre bu çatışma evrenin yasasıdır .Savaş bitsin diyen Homerosun (İ.Ö 9-8 yy) dileği yerine gelseydi her şey yok olurdu diye düşünmüştür.
Herakleitos (İ.Ö 544-484) ise ilk özdeğin ateş olduğunu öne sürmüştür, çünki ona göre ateş sudan ve havadan daha fazla devinmektedir. Parlak bir sezişle şöyle söyler “ özdeğin ne başı vardır nede sonu , o ritmik olarak meydana gelen devinimlerin ayrılmaz bir parçasıdır, bütün varlıklar için aynı olan düzen , ne Tanrılar ne de insanlarca yaratıldı. Başı ve sonu olmayan bu ateş yandıkça bu düzen her zaman varolmuştur, ve sonsuzca varolacaktır”. Herakleitosa göre “ insanın ruhu bir özdektir ve ateşin geçiş durumundan biridir”
Antik çağ yunan düşüncesinde Pitagoras,(İ.Ö 570-) Parmenides (İ.Ö 515-440), Zenon gibi Elealılar özdeği yadsımamakla birlikte idealist bir ögreti geliştirerek devinimi ve değişirliği yadsımışlar, özdeğin bu temel niteliğini yadsımakla bu anlayışa yeni bir şey katmamışlardır. Herakleitos kuramını pitagorasçılara ve Elea’lılara karşı savaşarak geliştirmiştir.
Herakleitosu izleyen Anaksagoras’a göre de evrende bütün varlıklar sonsuzca devinmekte olan ilk özdeklerin karışımıyla oluşurlar. İlk özdekler birbirine banzeyen küçük parçaçıklardır ( Aristoteles bu parçacıklara “homeomeri” ler adını takmıştır) ve her şeyde her şeyin bir parçası vardır . işte bu küçük parçacıklara Anaksagoras bütün cisimlerin “tohumlar” diyordu. Ancak canlı özdekcilikten ayrılan bir görüşle bu parçacıkların dışarıdan verilmiş bir devimle devindiklerini düşünmüştü. İdealistlerin daha sonra ruh olarak yorumladıkları devindirici “nous” adını verdiği akışkan bir özdekti ve Anaksagoras onu “çok ince bir özdek” diye tanımlamıştı. Bu tanımın Tanrı bilimsel yanı olmadığı sadece mekanik etkisi olan fizksel bir olay olarak tanımlandığı yani metafizik değil sadece fizik olduğu düşünülmektedir.
Empedokles’e (İ.Ö 490-430)göre evren ise dört özdeksel öge olan ; ateş, hava, su ve toprağın bileşimidir. ( not: Cem Yılmazın gora filmindeki gibi ancak “tahta” yok) Bütün varlılar bu dört elementin bileşiminden meydana gelmişleridir. Yani Empodokles kendinden önce gelen bilginlerin düşüncelerinden bir senteze varmaktadır. Doğumlar bileşimler, ölümler ise ayrışımlardır, demekki bu bileşimlerden sayısız nitelik farkları doğmaktadır. Empedokles bu birleşim ve ayrışmaları gerçekleştiren doğal bir çekme- itme gücüdür ki bunlara sevgi- nefret demektedir.Bu karşıtlık ve karşılıktaki kavga Herakleitosu andırmakta ve Empedokles e göre “ aşk ve nefret birbirine karşıt bulunan mekanik ve cisimsel iki elemandır” ki kimi düşünürler tafaından bu görüşün daha sonra ileriye sürülen “ en elverişlilerin yaşamaya devamını sağlayan doğal seleksiyon “ kavramına öncülük ettiği söylenir.
Antik çağ Yunan düşünürleri Platon(İ.Ö 427-347) ve Aristotales (İ.Ö 384-322)gibi büyük idealistleri olumsuzda olsa özdek hakkında düşünmüşlerdir, ne varkı onu büsbütün yok sayamadıları için sadece küçümsemekle yetinmişlerdir. Platon ve Aristotelese göre özdek; kendisine anlam kazandıran İde ve biçimin dışında düşünülür ise belirsiz birşeydir. Platona göre özdek temelde yokluktur, ancak idenin kendisine vereceği biçimle varlaşır. Aristotleste onu ide’nin yerine biçimi koyarak hemen hemen aynı anlayışla tarif etmiştir. Özdeği’de bir hiyerarşiye bağlar, özdek yetkin olmayıştır ve her biçim basamağı kendisinden daha yetkinin özdeğidir. Özdek biçimin karşıtıdır ama her biçimde özdeksel bir yan vardır, çüknü her biçim kendisinden daha yetkin biçimin özdeğdir. Platonun idea ve kendisinin biçim dediği şeyi Aristotales özdeksiz olarak düşünemiyordu. Ona göre ne özdeksiz bir biçim ve ne de biçimsiz özdek olabilirdi.
Tohum bir fidan, bir ağaç , bir meyve oluyor, bütün bu biçimsel değişmelerde değişmeye temel olan değişmeden kalan şey nedir dendiğinde işte Aristoteles daha sonra arap felsefesine “ heyula” olarak geçen “hyle” terimini icad ederek bu özdeliği dile getirmektedir. Fidan ağacın özdeği, ağaç meyvenin özdeği, tohum fidanın özdeğidir. Demekki hyle de biçim kadar temel ve ilksizdir. Bundan başka Aristotelese göre cismin bulunmadığı yerde zaman ve uzayda yoktur. Aristotales özdeği yetkin saymaz , o bir potansiyel gereçtir ve kendisini yetkinleştirmeye çalışan biçime direnmektedir. Bireylerin birbirinden başka olmaları örnegin erkekle dişi arasındaki farklılık ve erdişilerin varlığı özdeğin bu direncinden ötürüdür. Böylece özdeğe Aristotales ve Platonun temelde aynı olan özdek anlayışı; tamlığa ve yetkinliğe direnen , kaba, durgun, çirkin, yada biçimsiz, budala yada zekasız, varlığı yadsıyan, oransız ve olumsuz, niteliklere sahiptir ve bütün ortaçağ boyuncada böyle bilinmiştir.
Leukippos- Demokritos ikilisinin atom öğretileri antikçağın özdek anlayışında yeni bir aşamadır. Bu ikili bütün doğal olayların temeli bölünmez ( yunanca: atomos) özdeksel parçacıklardır. Bunlar birbirlerinden ancak nicelikleri, uzaydaki durumları ve bileşim düzenleriyle ayrılırlar. Devinim özdeğin özelliğidir, bütün olgu ve olaylar özdeğin bu özelliğinden meydana gelmiştir. Özdek başlangıçsız ve sonsuzdur. Hiçbirşey yoktan var olmaz ve yok olmaz savları ile çağdaş fiziğin kuramsal öncüleridir.
Bu iki düşünürü izleyen Epikurus’un felsefe amacı insanlara mutlu bir yaşam sağlamak için gevezelilikleri bir yana bırakıp doğa yasalarının bilgisini vermektir. Buda özdek anlayışının açıklığa kavuşturulması ile elde edilebilecektir. Cicero’nun dediği gibi “Epikurusun bahçesini sulayan su, Demokritos kaynağından alınan sudur” Epikurus bu görevi Platon ve Aristotles idealizmine karşı Demokritos atomculuğunu savunarak yerine getirmiştir
Hakikat’in ilkçağ felsefede tarifini ve gelişimine göz attıktan sonra şimdi de Ortaçağ felsefesi düşünürlerini kısaca tanıyalım :
Ortaçağ felsefe tarihi Augustinus ( 354-430) ile başlar St. Thomas’lı Ionnes (1589-1644) ile sona erer. Bu dönemde felsefe düşünürlerinin hemen hemen tamamının Hiristiyan papazardan oluştuğunu , antik Yunan düşürlerinin felsefi görüşlerinin etkisi altında tek Tanrı inancını ve Hisirtiyanlığı açıklamak ve hakikati aramak amacı ile felsefenin mantığını geliştirdiklerini görüyoruz. Ortaçağ öncesi Felsefi çalışmaların kaynağı ve eğitimi Yunanlı felsefeciler olması ve eğitimin de Yunanca yapılması nedeni ile ortaçağ öncesi felsefecilerinin çalışmalarını Yunanlı felsefecilerin etkisi altında geliştirdiklerini ve eserlerinide eğitimleri gibi yine Yunanca yazıldığını görüyoruz.
Ortaçağ felsefecilerinden Augustinus pagan (müşrik) bir baba ve hisristiyan bir anneden doğmuş ve bir çok yerde din görevlisi olarak çalışmıştır. En önemli eseri; Tanrı sevgisi olanların Tanrı devleti, insan sevgisi olanların ise dünya devleti meydana getirdiklerini tasvir eden De Civitiate Dci “Tanrı Devleti Hakkında” adlı eseridir.
Augustinus Tanrı ve ruhu açıklamaya ve anlamaya çalışmış, hakikatin aranmasında aklın tek başına bırakılamıyacağını savunmuş ve ” İnanmadıkça Anlayamayacaksın “ tezini savunarak , Tanrı hakikatin kendisidir düşüncesini savunmuştur. “ hakikatin aklımızla ancak keşfedilir nitelik olması Tanrınında içimizde olduğunu göstermektedir” tezini savunmuştur.
Augustinus Tanrının herşeyi yarattığını , bu nedenle her şeyin bir başlangıcının Tanrı olduğunu sadece Tanrının başlangıcı ve sonu olmadığını savunmuştur.Augutius’a göre Tanrı her bir türün köken ilkesini, maddeye zaman içinde ve uygun koşullarda olgunlaşabilsin diye yerleştirmiştir, anlaşılabilir nesnelerin akılsal görüşü için ihtiyaç duyduğumuz bir tür ışık olduğunu ve bu anlaşılabilir ışık hakikatin kendisidir demiştir, ancak Platonun bilgi anlayışında önemli yer tutan ruhun göçünü kabul etmemiştir.
Augustinus ‘un felsefesinde savunduğu temel ilkeleri şöyle özetleyebiliriz;
• Tanrı ruhsal ışıktır ve bütün insanların akıllarını aydınlatır,
• Tanrı tarafında aydınlatılmış bir anlaşılabilir hakikat dünyası vardır,
• İlahi aydınlanmada bu hakikat dünyasını bilen insani akıllar vardır,
• Aklın en büyük eylemi bizzat kendisinin farkına varmasıdır,
• İnsanın amacı hakikati aramaktır, yani Tanrıya ulaşmaktır,
• Tanrının kendisi merkezdedir ve her şeyi bir arada tutan bir sevgi taşımaktadır, insanlar bu sevgiye kendi sevgileriyle yönelmektedir, evrendeki herşeyin sevgiyle bir araya gelmesi onlarda bir tür güzellik ortaya çıkarmaktadır, bu güzellik Tanrının yansımasıdır.
• Bu güzelliğin doğasını araştırıp her şeyin nedeni olan ilkeye gönüllü olarak yönelmenin niteliği ile ilgilenen disiplinler de etik değerlerdir.
Ortaçağ felsefecilerinden Konsül bir babanın çoçuğu olan ve sonradan kendiside konsül olan Boetehius , çok iyi eğitimli ,Platon ve Aristo felsefelerinde eğitim görmüş, önemli devlet görevlerinde bulunmuş son Romalılardan dır. Boethius daha sonra bir suçsuz kişiyi savunduğu için zindana atılmış ve idam edilmiştir. Bu önemli felsefecinin daha sonraları savunduğu fikirleri anlaşılmış ve kendisi şehit ilan edilmiştir.
Boetehius ‘un (480-525) zindanda yazdığı PHİLOSOPHİAE ( felsefenin tesellisi ) adlı eserinde ; Akıl sahibi her varlığın ortak düşüncesinin Tanrının sonsuz olduğu görüşünü savunmuştur. Boethius sonsuzluğu incelersek hem Tanrısal yapıyı hemde Tanrısal bilgiyi yani hakikati açıklayabileceğimizi, sonsuzluğun sınırsız bir yaşama bütünü ile aynı anda tam hakikimiyet olduğu felsefi görüşünü anlatmıştır. Bu durumun zamana bağlı şeyler ile karşılaştırıldığında daha iyi anlaşılacağını , çünki zamana bağlı olarak yaşayan her varlığın şimdiyi yaşadığını ve geçmişten geleceğe yol alıığını ,zaman içinde bulunan hiçbir varlık yaşam süresinin bütününü aynı anda kavrayamadığını anlatır.
Zamana bağlı olarak yaşayanlar henüz yarına ermemiştir, dünü ise çoktan yitirmiştir, yaşadığı bu günde bile ancak değişebilir ve geçici bir anı yaşayabilir ; O halde zamanı koşullu yaşamak durumunda olan varlık, Aristoteles’in evren hakkında düşündüğü gibi ne var olmaya başlamıştır ne de bir an gelecek var olmasını durduracaktır, onun yaşamı zamanın sınırsızlığı ile sürüp gitse bile yine de henüz böyle bir varlığın sonsuz olduğuna inanmamızı sağlayacak haklı bir gerekçe yoktur.Çünki o yaşam süresinin bütününü, bu yaşam sonsuz olsa bile henüz yaşamamış geçmiştekileri ise çoktan tüketmiştir.Öyleyse sonsuz bir yaşamı bütünüyle , dolu dolu va aynı anda yakaladığı ve ona hakim olduğu için geleceğin her ayrıntısından haberdar, geçmişin her ayrıntısını kaçırmamış olanın sonsuz olduğunu söylemek yerinde olacağını ve bu yüzden Platonun dünyanın zamanda bir başlangıcı olmadığını ve bir sonu olmayacağını iddia ettiğini duyup da yaratılan dünyanın yaratıcısı ile birlikte sonsuz olduğunu düşünenler yanılmaktadır tezini savunur Boethius.
Boetehius ‘a göre Platon un bu dünya için söylediği bu sonsuz yaşamı sürdürmek başka şey, sonsuz yaşamın bütün varlığını aynı anda kucaklamak başka şeydir ve böyle bir şey ancak Tanrısal bir zihne özgüdür. Tanrının yarattıklarından önce gelmesini zamansal nicelik açısında dağilde onun Tanrısal dogasının yalınlığı açısında değerlendirmek gerekir.
Nesnelere uygun adlar vermek istiyorsak Platonu izleyerek Tanrının sonsuz dünyanın ise sürekli olduğunu söyleyelim, o halde her yargı kendi doğasına göre kendisine konu olanları kavradığından ve Tanrı hep sonsuz ve şimdi olma durumunda olduğundan onun bilgisi de zamanın bütün devinimini aşarak kendi şimdisinin yapılığında kalır ve geçmişin ve geleceğin sonsuz yayılımını kapsayarak kendisinin o yalın kavrayışında her şeyi şimdi oluyormuş gibi seyreder.
Bu yüzden her şeyi ayırt etmesini sağlayan Tanrının şimdisi üzerinde düşünmek istiyorsak buradaki ön bilgiyi geleceği önceden bilmek şeklinde değil hiç azalmayan şu anın bilgisi, bir öngörü olarak değerlendirmek , daha doğru olacaktır.
O halde Tanrının şimdisini insanınki ile kıyaslayacak olursak nasıl biz bazı şeyleri geçici şimdimizde görüyorsak o da herşeyi kendi sonsuzluğunda seyretmektedir.Bu yüzden Tanrısal önbilme şeylerin yapısını ve özgürlüğünü değiştirmez ve zaman içerinde günü geldiğinde olacak olan her şeyi kendi sonsuzluğunda şimdiden seyreder, zorunlu olarak olacakları ayırt ettiği gibi zorunlu olarak olmayacaklarıda ayırt eder. Nasıl bir sokakta yürüyen bir adamı ve aynı anda doğan bir güneşi gördüğümüzde her iki olayı eşzamanlı olarak gördüğümüz halde birincisinin iradeye bağlı ikincisinin ise zorunlu olduğunu anlıyorsak , işte aynı şekilde her şeyi açık seçik eş zamanlı gören Tanrıda kendisine göre şimdiki zamanda olan ,ama zamana bağlı olarak gelecekte olacaklarıda karıştırmaz. Bu yüzden Tanrı varolma zorunluluğunun olmadığını bildiği bir şeyin olacağını bildiğinde bu bir sanı degil hakikate dayalı bir bilgi olur.
Gelecekte olacak olan bir olay Tanrısal bir gözle bakıldığında zorunludur ama kandi doğasına göre göre değerlendirildiğinde tümüyle özgür ve bağımsızdır. Çünki iki tür zorunluluk vardır, ilki doğal zorunluluk , örneğin bütün insanların ölmesi doğal zorunlukluktur, ikincisi koşullu zorunluluk , örneğin birisinin yürüdüğünü görüyorsanız o yürüyor olmak zorundadır, çünki birinin bildiği bir şey bilinenden başka türlü olamaz. Ama bu koşullu zorunluluk öteki doğal zorunluluğu beraberinde sürüklemez, çünki bu tür zorunluluk nesnenin kendisine özgü doğasından kaynaklanmaz, ona eklenen koşuldan kaynaklanır. Bir insan kendi isteği ile yürüyor ise hiçbir zorunluluk onu ilerlemeye zorlayamaz , zaten onun yürürken ilerlemesi zorunludur.o halde aynı şekilde Tanrısal öngörü bir şeyi şimdide görürse o şey doğasında hiçbir zorunluluk olmasada olur. Yani Tanrı gelecekte olacak şeyleri şimdiden görür o halde bu şeyleri Tanrı görüsüyle bağlantılı olarak düşünüldüğünde , Tanrısal bilgi koşuluna bağlı olarak zorunlu olarak olur, ancak kendi başlarına düşünüldüğünde kendi doğalarının mutlak özgürlüğünü yitirmezler. Öyleyse Tanrının bildiği herşeyin olması kuşku götürmez ama bunların bazıları özgür iradeye göre olur.
Şimdi şöyle düşünebiliriz “ ama niyetimi değiştirme gücü kendi irademe beğlıysa , Tanrının önceden bildiklerini değiştirme şansını yakaladığımda onu öngörüsünü boşa çıkmış olurum” ancak bunun yanıtı şöyle olacaktır. “ niyeti elbette değiştirebilirsin ,ama Tanrısal öngörünün o an orada olan hakikati niyetini değiştirebilme iraden olduğunu bunu yapıp yapmayacağını ve yine niyetinin ne olacağını seyrettiğinden Tanrısal öngörüden kaçamazsın” tıpkı özgür iraden ile hareket edip eylemlerini değiştirdiğinde o anda seni gözetleyen bir insanın gözünden kaçamadığın gibi.Tanrı öngörüsü ile her şeyi sürekli olarak yukarıdan seyreder ve hep şimdi varolan sonsuz görüsü , iyilere ödül, kötülere ceza dağıtarak gelecekteki eylemlerimizin nitelikleriğle uyumlu bir birliktelik sürdürür ve insanların seçim yapma özgürlüğü bozulmadan kalır ve her türlü zorunluluktan bağımsız olarak seçimlerimiz için ödül veye ceza verecek yasalarda adaletsiz olmamış olur.
Tanrıya bağladığımız umutlar, ve ona ettiğimiz dualar boş yere değildir, dürüstlerse etkisiz kalmaları olanaksızdır. O halde kötülüklerden uzak durmak , erdemlerimizi derinleştirmek, ruhumuzu yüce umutlara yükseltmek, iki yüzlü davranak istemiyorsak mutlaka dürüst olmak zorunda olduğumuzu bilmemiz gerekmektedir çünki herşeyi her zaman seyreden bir yargıcın gözlerinin önünde yaşamaktayız.
Boetehius’a göre Tanrının tümellerinde idea ları vardır her şeyi en güzeline ulaşmak için yaratmıştır. Yani hakikate eriştiğinde herşeyin tümelinde olan en güzelede erişilmiş olur,
İnsan da önce akıl ( ratio) vardır, bu her şeyi, tümel yapı / kavramaları insanın yaşadığı düzlemde anlama , algılama yetisidir, insanların aklın altında iki yetisi daha vardır, bunlar ; imgelem (imeginatio) maddi olmayan insana özgü şeyleri anlama yetisi; doğru/ yanlış / atik değerler gibi ve duyular (sensus) madi şeyleri kavrama yetisidir , insan ruhu, bedensel ile sınırlandırılmış bir yapı olduğundan ancak aklın sınırları içinde kalan bir etkinlik sergiliyebilir. İlahli yeti; ( inteligentia ) anlama yetisi aklın üstünde bulunmaktadır, bu ilahi bir yetidir ve akıl ile unun altındaki yetilerin tümünün birden güçlerinin ötesinde yer alır. Yani saf formun idea nın içeriğini hakikati kavrar, bu kavrama yetisi doğal olarak her insan da yoktur, sadece Tanrının ilahi aydınlatma yetisini bahşettiği insanlarda vardır.
Hiristiyan olmayanlara yapılan baskılar sonucu 1492 yılında İspanaya’dan sürülen, 1590 yılında Portekize göç etmiş ve Yahudiliğin ortodoks kültürü (haham) ile eğitilmiş olan ünlü felsefe düşünürü Spinoza ise , her varlığın (tarzın) Tanrının özünün fiilen eylemlik oluşunun zorunlu bir gerektirmesi ile var kalmaya devam etmek için çabaldığını ,bu çabanın adının da conatus ( var kalma direnci) olduğunu ve hiçbir varlık ( sadece insan değil tüm varlıklar) dış nedenlerin etkisi üstün gelmedikçe kendini ortadan kaldırmadığı tezini ünlü ETİKA adlı eserinde anlatmıştır. Spinoza bu eserinde bir anlamda Tanrının veya tek bir yaratanın olması gerektiğini analitik bir şekilde adım adım kanıtlamaktadır ve sonuçta birden fazla töz olmayacağını bununda Tanrı olabileceğini söylemektedir.
(“töz” (cevher) – kavranmak için kendisinden başka herhengi bir aracı kavram , örnek yada gereksinim duyulamaz olan- ( ekşi elma – ekşilik elma olmadan anlaşılmaz)
Immanuel Kanta gelince ; 1724 yılında Königsberg –Almanyada İskoç kökenli kendi halinde bir saraç olan babanın ve pietist (çok dindar) bir annesinin çocuğu olan ve kendisine güçlü bir dinsel ve ahlaki bilgi vermiş olan Kant ise teolijidede durumun metafizikte olduğu gibi olduğunu Tanrının var olduğu veya var olması gerektiği konusunda delillerin da aynı durumda kanıt sağlamayan deliller olduğunu ,spekülatif akıl yoluyla Tanrıyı rasyonel teolojide kanıtlamak için kullanılmış üç yol olduğunu söyler ve bunların hepsini de yanlışlar. Bunlardan ontolojik (varlık)deliline, esas mantıksal zorunlukla ontolojik zorunluluğu , yargının zorunluluğu ile var oluşun zorunluluğunu birbirine karıştırıldığı için itiraz eder. Sözgelimi geometrinin mutlak zorunluluk diye görülmeleri karıştırmanın açık delilidir. Söz gelimi bir üçgen gerçekten var ise onun üç açısının olduğu zorunlulukla doğru olur, ancak üçgenin veya mekanın varoluşu zorunlu değil mümkün veya olumsal (usa vurma yoluyla değil yalnızca deneyle anlaşılabilen (mantıkla) rastlantısal olan, ne zorunlu nede olanaksız olan, olabilir olmayabilirde ) bir konudur. Kant bunun Tanrının var oluşu için ileri sürülenler içinde geçerli olduğunu yani sadece mantıksal zorunluktan söz edilebileceğini, ve var oluşa gönderimde bulunulan bütün yargıların sentetik olduğunu sadece verili bir olumsal gerçekliği tanımladığını bundanda Tanrının zorunlukla var olduğu gerçeğinin çıkarılamayacağını söyler. Kant düşünceden varlığa , zorunlu olandan olumsal olana giden ontolojik faklı olarak onun tam tersi ancak yine aynı gayrimeşrulukla : olumsal olandan zorunlu olana , göreli olandan mutlak olana ,verili olandan aşkın olana giden ve ontolojik delilin mevcut sıkıntıları dışında başka güçlğk ve hatalar ihtiva eden kozmolojik argümanı ele alır ve bununda sonuçta aynı yöne gittiğini , bu durumda ontolojik argüman doğruysa zaten kozmolojik argümana gerek kalmaz ancak yanlışsa zaten kozmolojik argümanda yanlıştır.Kant üçüncü delilin yani teolojik argümanında yanlış olduğunu herşeyin kendi eseri olduğu bir yaratıcıyı kanıtlamaktan uzak olduğunu söyler, Kant dünyadaki düzeni açıklamak için pekala Tanrının form veren güç olarak dahi var oluşuna duyulmadığı düşüncesine varlılabileceğini doğanın kendisinin şekil vermiş olabileceğinin de söylenebileceğini söyler. Böylece Kant ruhun, evren adı verilen bütünün ve Tanrının bilgisi anlamında bir metafizik bilginin imkansız olduğunu ifade eder.
Bu düşünceler günümüzde skolastik düşüncelerin dışında akıl yoluyla hakikatin ne olduğunu arıyan düşünürlerin evren hakkında bilgimizin artması ve teknolojideki gelişmelerle elde edilen bilgilerinde etkisi ile çeşitli teoriler geliştirilmektedir, bunlardan Kuantum fiziğine göre, “evren; bir enerji okyanusudur.” Buna göre, bu okyanusta her şey birbiriyle etkileşim halindedir. Herşey hem tek başına hem de herşeyle birlikte vardır, yani tek bir vücutmuş gibi. Etkileşimin yoğunluğu ise uzaklık ve yakınlığa göredir. Bilinç maddeye, madde de bilince etki etmektedir. Madde dediğimizse, Einstein’ın ifadesiyle “yoğunlaşmış enerji”den başka birşey değildir. Bu enerji okyanusunda her şey hem ezeli hem de ebedidir. Sürekli sonsuz çeşitlilikte, sonsuz biçimlere dönüşmekte, sonsuz ölümü sonsuz dirilişler kovalamaktadır. Enerji ne artıyor ne de eksiliyor, sürekli değişim ve dönüşüm halindedir,ölüm dediğimizse, bir varolandan diğerine geçiştir.
Demekki “Hiçbirşey yoktan var olmaz, var olanda yok olmaz sadece şekil değiştirir”…ancak bu ifade de bir paradokstur, çünki o zaman “ ilk şeyin yoktan var edilmiş olduğunu” kabul etmiş oluruz. Tıpkı şu ifade gibi “Her şeyin bir nedeni vardır“, ifadesi de aslında varolanı açıklamaya yönelik temel bir paradoksdur. Şöyle ki; “bir ilk nedende durmazsak, her şeyin bir nedeni olmaz. Bir ilk nedende durduğumuz da ise nedensiz olan bir şeyi kabul etmiş oluruz.”
En küçük birimler biraraya gelerek bir sistemi, sistemler de biraraya gelerek daha büyük yapıları oluşturmaktadır. Herşey hem kendi içinde bir sistem hem de daha büyük bir sistemin parçası olarak vardır. Sistem demekse, büyüklüğüyle orantılı bir aklın ortaya koyduğu organizasyondur. Sistem olmasaydı, büyük bir kaos olurdu. Herşey hem tek başına var hem de herşeyle içiçe, bir bütünün parçası olarak vardır.
Bir damla, okyanus değildir ama okyanus damlalardan oluşur. Bir atom, dünya değildir ama dünyayı atomlar oluşturur. Aynı şekilde bir hücre de insan değildir ama hücreler biraraya gelip organları, organlar da bir insanı oluşturmaktadır. Hepimiz kocaman bir tohum olan dünyanın bir parçasıyız. Sihirbazın şapkası gibi şapkanın içine giren herşey başka birşey olarak çıkıyor. Her ölüm, dünyanın rahmine düşen bir tohum olarak yeniden hayat bulmaktadır. Bildiğimiz kadarı ile Dünya samanyolunun, samanyolu ise kainatın bir parçasıdır.
Tam da bu noktada Hakikate yani Tanrıya , mantıksal olarak yer açılmakta, ilk nedenden soyut bir varlığa geçiş yapıp, sonsuz; “öncesiz” ve “sonrasız” gibi hafsalamızın almayacağı metafizik kavramları kabul etmiş oluyor ve herşeyin ebedi ve ezeli olduğu şeklinde açıklayabiliyoruz.
Son olarakta en en geriye giderek İ.Ö 2375- İ.Ö 2345 yılları arasında Kadim Mısır “Eski Kırallık dönemine ait “Unas” piramidi yazılını metinlerinde kayıtlarına rastlanan dolayısıyla bu tarihtende daha da eski tarihlere dayanan kadim Mısır inancı MA’AT tan bahsetmek istiyorum; MA’AT kadim Mısır inancında yaratıcı Ra’ nın kızı idi ve kanaltlı kadınla sembolize edilmekteydi.Mısırın “ adalet , ahenek, doğruluk ,evrensel düzen ve hakikat “ tanrıçasıydı. MA’AT bilgelik ve ay tanrısı Thoth’un karısıydı. MA’AT ın ilahi düzende adalete verilen önemin göstergesi olarak baş tanrı RA ile gökyüzünde dolaştığı “Kutsal Güneş Teknesi” nin yada “ Milyon Yıllık Kayık” ın dümeninin onun elinde olduğuna inanılıyordu. MA’AT ın sekiz çocuğu olduğuna inanılyor ve bunların ( İlk Su Kayığı / Hava ve Görünmezlik / Sonsuzluğu / Karanlığı Taşıyan ) 4 Tanrı ve 4 Tanrıça oldukları , birlikte bir etkileşime girerek “BÜYÜK PATLAMA “ ya ve çok önemli bir enerjinin açığa çıkmasına sebep olduklarına ve bunun sonucu kutsal Hermopolis sular içinde yükselmiş ve evren böylece oluştuğuna inanıyorlardı.
Tanrıça MA’AT tüm tasvirlerinde deve kuşu tüyü taşıyan genç ve güzel bir kadın olarak gösterilmektedir. Tüy simgesi Kadim Mısır yazısında “ hakikat “ in hiyerolgrifi olup hafiflik, yükseklik, uçuş gibi sözcüklerin işaretlenmesinde kullanılmıştır.
O devirdeki inanca göre ölülerin kalbi, “öbür dünya” sayılan Duat’da simgesel olarak “ MA’AT’ın tüyü ile tartılırdı.Bu işlem ölüler Tanrısı sayılan Anubis tarafından yapılırdı. MA’AT’tında bu değerlendirme işlemine nezaret ettiğine inanılırdı. Ölen kişi ruhların klavuzu Anubis ile Osirisin ölüler dehlizine girer ve burada kalbi tartılırdı,kalp eğer MA’AT’ın tüyünden hafif ise veya dengede ise iyi insan olduğu anlaşılır ve Osiris tarafından iyi ve saf kalp sahiplerinin bulunduğu “Aaru” ya yani “Kutsal Ülkeye” kabul edilirmiş. Ancak tartı sonucunda kalbin deve kuşu tüyünden ağır çekmesi halinde “ ruh yiyici” anlamındaki “Ammemit” (Ammit veya Ammut) kalbi yer , böylelikle sahibinin , Mısır dinsel inancına göre çok önemli sayılan ölüm sonrası yaşam umudu, elinden alınarak ebediyen Duatta kalması sağlanırmış. Terazinin Adaletin evrensel simgesi olarak bilinmesi belkide bu kadim öyküden gelmektedir. Çeşitli kaynaklarda gördüğümüz terazi genelde dengede değildir, belkide bu öyküde olduğu gibi dengede olmasıda gerekmemektedir bir tarafın agır olması gerekmektedir ve önemli olanda hangi tarafın agır bastığıdır.
Geçmişten günümüze kadar, Dini -Telojik eğitim ögretilerini bir tarafa bırakarak onların dışında kalan çeşitli düşünürlerinin hakikati arama yolunda çalışmalarını ve düşüncelerini özetlemeye çalıştım, görüldüğü üzere bilinen en uzak geçmiştede , günümüzdede hakikat nedir sorusuna görüldüğü gibi fili tarif eden körler gibi, her düşünürün değişik bir yaklaşım sergilediğini ve yıllarını hatta tüm hayatını buna adayan kişilerin bile, tüm düşünürlerin kabul edeceği ortak bir kavram veya açıklama geliştiremediklerini hatta dikkatle karşılaştırıldıklarında birçoğunun birbirine benzediğini görüyoruz. Zaten de daha başlangıçta kimsenin açıklayamadığı hakikati bulamıyacaklarını bildikleri halde yinede yılmadan çalışmalarını sürdürdüklerini ve fikirlerini açıklayarak insanlığın bu konuyu düşünmesine ve yeni çalışmalar başlatılmasına vesile olduklarını görmekteyiz.
Bütünün bunları okuyunca sonucu yine anlayamadım ancak en azından ben neden anlayamadım diye üzülmekten kurtuldum , bu konuda semavi dinlerle ilgili yorum yapmamamın nedenide zaten sonuçta evrenin yaratıcısı ulu bir mimarın yani bir yaratan Tanrının olması gerektiği sonucuna varmaktandır.
Zaten dünyanın nasıl meydana geldiğini tam olarak anlayabilsek ve çözebilseydik bir benzerini yapabilirdik, ölümden sonra ne olduğunu tam anlayabilsek sonsuz yaşama bir çare bulurduk , bunlar da tarifsiz ve imkansız olduğuna göre insanlık herhalde var oldukça bu soruların cevabını düşünecektir.
Kaynakça:
İlk Çağ Felsefesi : Doç.Dr. Serdar Uslu
Doç.Dr. İskender Taşdelen
Ortaçağ Felsefesi : Prof.Dr. Ayhan Bıçak
Doç.Dr. Serdar Uslu
Felsefe sözlüğü : Orhan Hançerlioğlu
Denemeler : Ahmet Ağı
Spinoza : Çetin Balanuye ( say yayınları )
Kant : Prof.Dr. Nejat Bozkut ( say yayınları )