Hastane…
Bu gün Ankara Bilkent Şehir Hastanesi’ne gitmem gerekti.
“Büyüktür gitme, başına bir iş gelir” dediler, dinlemedim.
Arabayla bir yerden girdim, baktım levhada ‘mal kabul’ yazıyor, dedim “İşte bu olmalı, çoban gölgesine muhtaç varlıklarız, bizim için yönlendirme, daha ne olsun?”
Daldım mal kabule, yolun sonu morga çıktı.
Ya Rabii, dediydik de bu kadar da demedik yani.
Park yeri bulmuşum, morg olsa kaç yazar? İlk kapıdan girdim morga, soğuk az biraz ama olsun, zinde tutuyor… yürü yürü yürü.
Yolda birini gördüm, yok melek falan değil, daha oralara gelmedik şükür.
“Kulak burun boğaz ne tarafta?” dememle, “Önce buradan çık, sonra birilerine yine sor” deyip kaçtı.
Yine yürüdüm, yürüdüm, yürüdum… Akülü araçlar geçti yanımdan, bir kadının ayakları suya değdi, yine yürüdüm… Dizlerde takat tükendi, lakin koridorlar bitmedi.
Birine daha sordum “Kardeş nasıl çıkacağım buradan?”
Eliyle yangın çıkışını gösterdi, iki kat yukarı, sonra oralarda bir daha sor.
Yangın merdiveninde zebaniler çıkar diye düşünmedim değil, çıkmadılar, ihtimal onlar da kayboldu.
Dere geçtim tepe geçtim, üniformalı iki kadın görevli çıktı yoluma, “Ya ben kayboldum, bu kulak burun ne tarafta?”
Kadınlardan biri gülmeye başladı.
Gülme dediysem, öyle sıradan kahkaha değil, kriz geçiriyor.
Ölesiye bir gülme… Dedi “Biz yoğun bakımdan çıktık yola, inan sıkışıp kaldık, dönemiyoruz”.
Yola devam, yürü yürü yürü… Bir yaşlı adam çıktı “Malatya ne yana?” diye sordu, dedim “Ben Afyon istikametine gidiyorum.”
Uzatmayalım, kulak burunu buldum ama doktor çekip gitmiş, “Geç kaldın” dediler.
Dedim “Morg nerede?”
Sekreter “Aceleniz ne?” demez mi?