Havaalanında
Havaalanında son kontrolden çıktım, pistte bekleyen uçağa doğru yürüyorum.
İki uçak yan-yana.
Biri İstanbul’a, diğeri Ankara’ya, ikisi de aynı saatte kalkıyor, benim istikamet Ankara, sağdaki uçağa yöneldim.
Yerim 32 B, en arka sırada, orta koltuk.
Kemeri bağlarken 70 yaşlarında, bir amca geldi, elinde biniş kartı “arkadaş yürü yürü uçak bitti, nerde bu 32A?”
“Gel amca, gel… senin yer burası”.
Oturdu yanıma, el birliği ile kemerini taktık.
“Merhaba” dedi.
“Merhaba”
Bıyıklar tam Ayhan Işık, boyamış da, canım benim yaş bitmiş ama aşk bitmemiş.
Kitabımı açtım, adı “Yokluk İçinde Varlık Yanılsaması” yazarı Pascal Borges.
Önsözlerden hiç hazzetmem, bu kitaba da Anna Karenina çapında önsöz yazılmış.
Üç adımda atladım.
Geldik ilk sayfata.
Birinci sayfa boş, sadece sayfa numarası var, çevirdim ikinci ve üçuncü de boş…
Dört?
O da boş. Baskı hatası mı acaba?
Ama sayfalarda numara var.
Ulan…!
Orada kaldım, ya bütün kitap boşsa?
İşe bak, sayfayı çevirmeye cesaretim yok.
Acaba, bu boş sayfaları mı okuyacağız?
Yazar, “aslında hiç bir şey yoktur, var olanı sen düşünceyle doldurursun” mu demek istiyor?
Bu algıyla, ilk sayfaya geri döndüm, içerik heyecan verici bir hâl almıştı, “var olan, sadece düşüncenin bilgisinin zaman ve mekânda tezahür etmiş halidir” yazıyordu.
“Torunları görmeye geldim Samsun’a …”
Başımı çevirdim, Ayhan Işık bir muhabbet açma girişiminde.
Yüzüme “bi bak hele, kitap okuyorum görmüyor musun?” ifadesi taktım.
“Üç taneler, en ufağı kız … büyük oğlan ilkokul ikide, çok akıllı bir şey…”.
“Ne güzel” dedim, başımı kitaba çevirdim.
“Ne okuyorsun?”
Haydaaa… gördü tabii çakal boş sayfaları.
Gel de anlat ona.
Kaldığım sayfanın köşesini kıvırıp, kitabı kapattım.
“Hiç” dedim, “kitap” … kapağını gösterdim.
Bakmadı, amacı beni avlamak, kitap bahane.
“Sultanbeyli’de oturuyorum, çocuklar dağıldı, hanımı da geçen yıl yolcu ettik… emekli demiryolcuyum, tek başına da hayat zor ama ne yapacaksın…”.
Trenlerde makinistlik yapmış, tek başına günler boyu, bir minik kabinde, önünde raylar … taka taka tak tak taka taka tak da tak tak …
Abbovvv…! Hayata bak.
Makas değiştirme anları yaşadığı yegane heyecanlar olsa gerek.
“Sen nerde oturuyorsun?” diye sordu.
“Çayyolu yakınlarında” dedim.
“Orası nerde, Şile’ye yakın mı?”
Ne Şilesi amıca, ne yaptın sen yaaa…?
“Yok, bu Eskişehir yolunda”
“Bak şu İstanbul’a, nerelere kadar büyüdü, Eskişehir neresiiii… İstanbul neresi? Nasıl gidiyorsun havaalanından eve, metro var mı?”
Vay ki vaaaay…. bende jeton düştü, bu adam yanlış uçağa binmiş, İstanbul diye Ankara’ya gidiyor.
Söylesem nasıl tepki verir acaba? İnme iner şimdi bu ihtiyara. Belki önce hostese söylemeli, ama adama duyurmadan hostese nasıl söyleyeceğim?
Zavallı devam ediyor, İstanbul nasıl büyümüş, nereler kadar uzanmış, bir ucu Edirne’ye dayanmış mış da, demek diğer ucu da şimdi Çayyoluymuş…
Akşam eve götürsem, yarın iş güç nasıl uğraşırım ben bununla…? Ama hali de çok içler acısı, biraz sonra metroya binip evine gideceğini sanıyor garibim.
“Çayyolu otobana yakın mı?”
Ahhhh… garibim nasıl da derin bir saflıkla soruyor, kim bilir biz ne olacağız bu yaşa gelince.
“Yakın yakın amca, dibinde sayılır otobanın”
“Ooo … iyi iyi, evler pahalıdır o zaman”
“Pahalısı da var, ucuzu da”
Söylememeye karar verdim, uçak inince söylerim, belki gece yarısı bir İstanbul uçağı bulur zavallı.
Biraz sonra servis başladı, hiç adetim olmadığı halde, sırf bu talihsiz insana eşlik etmek için çay aldım.
“Çayyolu ne acayip isim, çay mı yetişiyor orda?”
Vay vaaaahhh… bunun yaşla ilgisi olabilir.
“Çay dediği dere, oradan bir dere geçermiş eskiden”
“Haaaa…! Bak sen, çay demek”
Bu çok hoşuna gitti, “çayyolu” diyerek gevrek gevrek gülmeye başladı, ben de güldüm.
Benim güldüğümü görünce o daha da güldü.
Karşılıklı gülme krizine girince, çay bunun kucağına döküldü, pantalondan buharlar çıkarken bizim kriz iyice coştu…
Avuçlarını dizlerine vura vura gülüyordu…
“Çay yoluuu…”.
Tüm uçak bize bakıyor ama biz duramıyorduk.
İnanmayacaksın ama öyle anlatılır bir durum değil… tam kriz hali.
Pilot o sırada anons yapmaya başladı, takribi saat 23.15 itibarıyla Sabiha Gökçen’de olmayı planlıyormuş, İstanbul’da hava 21 dereceymiş…
Gülmeyi kestim, kitabı açtım, ilk sayfayı bir daha okudum.