Heykeltıraş Rasim
Bir arkadaşım var, Rasim.
Heykeltıraş Rasim.
Heykel yapar.
Bir elinde çekiç, bir elinde taşçı kalemi, sabah akşam tak tuk taka taka tuk tuk tuk…
Geçen gün yanındaydım, “bi dön bakim şöyle” dedi, beni bir güzel çevirdi, sonra elindeki çekiçle enseme vurmaya başlamaz mı?
Dedim, “ulan Rasim ne oluyoruz!”
Dedi, “eser yaratıyoruz, kıpraşma”
Dedim, “nasıl şey bu Rasim? Eser kim?”
Dedi, “eseri senden çıkartıyorum işte, ne kıymet bilmez adamsın, sus.”
“Nasıl olacak bu iş?”
“Kolay, önce eskiz oluşturulur, sonra elindeki malzeme eskize benzetmeye çalışılır”.
“Eskizi neye göre oluşturuyoruz?”
“O da sorulur mu? Tabii ki bana göre. Önce eskizi kendime benzetirim, sonra malzemeyi eskize.”
“Rasim, sen o çekici kendine vurdun mu hiç?”
“Terbiyesizlik etme, sanatçının kıymetini bil hödük! Toplum her saniye sana vurur durur zaten, anan baban vurmuş, öğretmenler vurmuş, devlet vurmuş, kültür vurmuş, doğa vurmuş, şunun şurası iki tık da biz vuralım dedik çok mu?”
Dedim, “fabrika ayarına dönmez mi bu usta?”
Dedi, “sen elalemin çekici altında taş oldukça, kim vurursa onun ayarını alırsın, ya cesur olup alacaksın çekici eline, kendi eserine kendin yaratacaksın ya da teslim olup ortalığa, ezilen ezile mamul ürün olacaksın.”
“Mamul ürün” lafı takıldı kaldı kulağıma. Hani şu süpermarket raflarında satılanlar, hani şahane ambalajı olanlar, hani içini hiç bir zaman bilemediğimiz ama dışından keyif aldığımız, hani reklamlarla ruhumuza işlenenler…
Çıktım dışarı, üstüm başım toz toprak, Rasim Rasim kokuyor her yanım.
Gidip yüzümü yıkadım…